Ambient, Drone, Drone Metal ve Diğerleri: “Doğanın Yeniden Keşfi”

1330
0
Paylaş:
ambient drone - paslanmaz kalem

Bilgisayarımda Brian Eno’nun ’75 yılına ait “Discreet Music” albümünü seçip, sesi neredeyse sonuna kadar açıyorum. 31 dakika, 34 saniyelik ilk parçanın odaya yayılmasıyla zihnimi meşgul eden düşüncelerin yanında tüm çevrem yeniden şekilleniyor sanki. Müzik, adeta bir parfüm gibi soluduğum havaya bile nüfuz ediyor. Tüm varoluşun kabının şeklini alıyor ve bütün diğer unsurları dışarı itiyor. Odada, sadece iki varlık –gözlemleyen ve gözlemlenen– olarak kalıyoruz. Bir süre daha geçince, gözlemleyen, yani ben de siliniyorum. Sadece müzik kalıyor. Dinlediğim müzik türünün ismi, yani ambient, gerçeklenmiş oluyor. (İngilizcede “ambient,” birincil olarak “çevreleyen, etrafı saran” ve ikincil olarak “bilinçaltında belirli bir duyguyu, ruh halini tetikleyen” anlamlarındadır.)

“Armoni,” “ritim,” “tonalite” vs. gibi kavramları göz ardı edip, daha çok “atmosfer” ile “ton”u ön planda tutan ambient müzik türleri farklı bir ilgi ve dinleme şekli gerektiriyor. Bu bakımdan da kendilerine ait bir klasmana sahipler. Elektronik müzik türü olan ambientın ardından, başta drone müziği (mesela Hintli Pran Nath), drone metal (mesela Japonya’dan Boris) ve doom metalin en yavaş ve ambienta en yakın alt türü olan funeral doom (mesela İngiltere’den Esoteric) olmak üzere bu tarzlar özellikle ilgimi çekiyor. Klavye, sampler veya bilgisayar temelli elektronik, ya da elektrogitar, davul ve bas temelli “organik” de olsalar, bu stildeki müzikler ne kadar ağır ve monotonlaşıyorsa, üzerimizdeki etkileri o kadar kuvvetli oluyor. Bu bahsettiğim sınıflandırmadaki bir alt türü diğerinden üstün görmemekle beraber, genel olarak ambientı, dinlediğim diğer sayısız müzik türünden farklı bir yere koyuyorum. Hatta bu türlerde duyduğumuz sesler üzerine yapılacak kısa bir tefekkür ile monotonluklarında çok katmanlı anlamlar ve büyük bir doğa izi görüleceğini savunuyorum.

Pran Nath

Batı’ya ait olan tonal armoni sistemi, Dünya üzerindeki polifonik seslere sahip canlılara özenmiş gibidir; oysaki Doğu’nun müzikleri, yani günümüzün ambient türlerinin beslendiği köken, Dünya’nın tek sesli ama ebediyete, zamansızlığa asıl hâkim olan baskın sesleri taklit etmiş gibidir. Doğu âlemi bu seslerde öğretilerinin, inanışlarının ve felsefelerinin yanında müziklerine de ilham bulmuştur: Örneğin, bir drone kaynağı olarak “şarkı söyleyen kumlar”da. Silisyum içeren kumların rüzgârda ya da üzerlerine basıldığında çıkardıkları bu sesler ve çağrışımları insanlığı hep etki altında bırakmıştır. Afgan kökenli, Amerikalı yazar İdris Şah, antik Mısırlıların ve Orta Doğu’daki bedevilerin şarkı söyleyen kumlarda kehanetler duyduğunu yazmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İdris Şah, Libyalı bir dervişin 1937’de bu kumlardaki sesleri dinleyerek, bir savaş çıkacağını ve İtalyan sömürgesinin sona ereceğini haber aldığını öğrenmişti. Monotonmuş gibi gelen bir seste bu kadar bilginin saklı olması ambient müzisyenlerini derinden etkilemiştir.

paslanmaz kalem - soundscape

19.yüzyıldaki romantik senfonilerle temsil edildiği dramatik bakış açısının ardından, müzik, 20.yüzyılda yaşadığı genişleme sonrası, genelde iki benzetme ile tarif edile gelmiştir. İlk benzetme, değişik alt türlerine işaret eden, yeni fikirlerin dallanıp budaklandığı bir “ağ” iken, ikinci benzetme onu duyma ve dinleme şekillerimize ithafta bulunur: İngilizce “sound” (ses) ve “landscape” (manzara, doğa manzarası) sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşan, müziğin hayatın her alanına yayıldığını, hatta varlığımızı kapsayacak kadar genişlediğini ve bizim de dinleyiciler olarak içinde dolaştığımızı ima eden “soundscape.” Bu sözcüğün Türkçede doğrudan bir karşılığı olmadığı için yerine “atmosfer” ya da Fransızca kökenli “ambiyans” gibi kavramlar kullanılmaktadır.

Müziğin geri planda kalabileceği ya da dinleyicinin her an bizzat müziğin içinde var olabileceği fikri, Erik Satie’nin “Mobilya Müziği” ile 20.yüzyılın başına kadar götürülebilir. Ama günümüzde dinlediğimiz şekliyle ambient müziği popüler eden ve dolayısıyla çoğu yerde yanlış bir şekilde “ambient müziğin yaratıcısı” olarak anılan Brian Eno’nun çok tartışılan bir sözü var: “Ambient müzik ile amaçlanan, sakinlik ve düşünmek için alan yaratmaktır. Bu müzik, herhangi bir baskı kurmadan, birçok değişik seviyede dinleme şekline ortam hazırlamalıdır: İlginç olduğu kadar göz ardı edilebilir olmalıdır.” Yazımın başında bahsettiğim alt türler, değişik estetik kaygılar ve ortaya çıkan sayısız müzisyen sayesinde bu bakış açısının fazlasıyla dışına çıkıldığı ortada. Hatta birçok ambient müzisyeni buna doğrudan tepki göstermiştir.

Geir Jenssen

Biosphere ismi altında bu tarz müzik yapan Norveçli Geir Jenssen bu klişeyi şöyle reddeder: “İnsanların benim müziğimi bir geri plan olarak kullanmasından nefret ediyorum. Ben Jon Hassell ya da Brian Eno’yu dinlediğimde, Himalayalar, astronomi, Mısır ve arkeoloji gibi konuları araştırma isteği duymuştum. Ben de insanlara astronomi hakkında okuma ya da evren hakkında farklı bir bakış açısı geliştirme yönünde ilham vermek, yani merak uyandırmak istiyorum.”

Jenssen’in bu ifadesi, ambient müziğin bağdaştırıldığı alanları da aydınlatıyor. Yalnız buradaki astronomi ilgisi de sıkça eleştirilmiştir. Nedense ambient müziğin çoğu, hava olmadığı için aslında derin bir sessizlik içinde hareket eden gök cisimleri ve uzay boşluğu ile ilişkilendirilmiştir. Buna cevaben, The Future Sound of London isimli İngiliz elektronik müzik grubundan Garry Cobain ise bu müziğin aslında doğrudan Dünya gezegeniyle alakalı olduğunu hatırlatır: “‘Ambient’ terimi yanlış yorumlanmıştır. Sanki bir uzay kıyafeti giymişiz ve yıldızlar ötesinden geldiğimiz için esrarengiz gözükmekteyiz gibi bir hava var. Ben bununla ilgilenmiyorum. Esrarengiz olan yer burası, yani Dünya. Bence bizim müziğimiz, bu yerin esrarengiz bir perspektiften görünüşüdür. Gerçeklerden kaçma yerine, varlığımızın kendi alanımızda yeniden bir yorumlanışıdır.”

paslanmaz kalem - future sound of london

The Future Sound of London

Bu da bizi ambient sıfatını hak eden müziklerin ille de huzur veren, yumuşak ve hoş olması gerekmediği gerçeğine götürüyor. Latince kökenli sözcüğün etimolojisinde “ambire,” yani “çevrelemek” var. Dolayısıyla bizi çevreleyen müziklerin hissettireceği duygu skalasında bir sınırlama olmaması gerekir: Duyduklarımız rahatsız edici, merak uyandırıcı ya da ürkütücü olabilir. Isolationism, ya da daha çok telaffuz edilen ismiyle dark ambient (mesela Belçikalı Vidna Obmana) bu genişlemenin bir ürünüydü. Drone metal de benzer bir ilkeyi benimsemiştir.

Erik Satie

Zaten en başında, ilham kaynağı olan Doğu müzikleri de hiçbir zaman geri plan için bestelenmiş ya da icra edilmiş değildi. Endonezya’nın gamelan müziği ne kadar basit ve monoton gözükürse gözüksün, dinleyiciyi içine çekip bırakmamasıyla, hatta günler boyunca icra edilmesiyle ünlüdür. 1889 Paris Umumi Sergisi’nde bu müzik türünü ilk defa duyan Fransız avangart besteciler Claude Debussy ve Erik Satie büyülenmişlerdi. (Özellikle Satie’nin meşhur “Gnossienne”lerinin egzotik hissiyatında gamelanın etkisi görülür.) 20. yüzyılda Batı müziğini derinden etkileyecek bu müzik hakkında Hollandalı yazar Leonhard Huizinga’nın şiirsel bir tasviri vardır: “Bu müzikte kulaklarımıza yönelik bir şarkı yok… O daha çok bir ‘durum,’ tarlalara dökülen ay ışığı gibi…”

Bu şekilde Doğu’dan etkilenerek ambient geleneğinin başlangıcı olan Amerikan minimalist müziğine geldiğimizde, La Monte Young, Terry Riley, Philip Glass ve Steve Reich gibi bestecilerin Amerikan resim sanatındaki minimalist akımıyla aynı zamanlarda ortaya çıkması bir raslantı değildir: Mark Rothko’nun soyut renk blokları veya Ad Reinhardt’ın simsiyah kanvasları bu müzisyenlerle aynı hizada durur.

mark rothko - paslanmaz kalem

Mark Rothko: “Resimlerimin önünde ağlayan insanlar benim onları yaratırken yaşadığım dini deneyimin aynısını yaşıyorlar. Ve eğer siz sadece renkleri arasındaki ilişkiden etkilenmişseniz, anlayamamışsınız demektir”

Farklı sanat türlerindeki bu birliktelik, günümüzde Amerikalı drone metal grubu Sunn O))) ile Banks Violette gibi sanatçılar arasında da sürmekte. Sunn O)))’dan Stephen O’Malley’nin etkilendikleri sanatçılar arasında müzisyenlerden çok Amerikalı minimalist heykelci Richard Serra’yı sayması dikkat çekicidir.

Bu görsel ve işitsel alanlardaki diskurların birliği, eserlerin yaratmak istediği, hatta yeniden tanımladığı bir “deneyim” hissiyle alakalıdır. Yazının başında aktardığım, “Discreet Music” dinlerken yaşadığım andaki gibi, bu eserlerde alışılagelmiş “görme,” “dinleme,” “izleme,” “hissetme” ve “yorumlama” kavramlarının yerine “eserle bir olma,” “eriyip çözülme,” “uçma” vs. gibi tinsel kavramlardan bahsedilmektedir. O’Malley’nin Sunn O)))’nun müziğinde ilham aldıklarını söylediği Richard Serra’nın Londra’daki Tate Modern Müzesi’nde sergilenen “Trip Hammer” isimli çalışması bunun müthiş bir örneği. Belirli bir şekilde üst üste konmuş iki büyük sac levhadan oluşan eserle ilk defa karşılaştığınızda doğrudan eserin mevcudiyetinin hükmü altına giriyorsunuz. Bulunduğu odada, ziyaretçiler dahil civardaki her şeyi etkisiz bırakan, bütün ilgiyi üzerine toplayan, geri planda kalmayı bırakın, kendinden başka hiçbir şey yokmuş hissi uyandıran, bir an için dikkatinizi geri alamadığınız, ürkütücü bir modern sanat çalışması. Bu cümleleri doğrudan Sunn O)))’nun müziğini betimlemek için de kullanabilirdim: Sunn O)))’nun droneları varken, başka hiçbir şey olamaz –dinleyicinin kendisi dahil. Mark Rothko ya da Ad Reinhardt’ın resimlerinin derinliklerinde kaybolmak, hatta bu resimlerin “içine düşmek” gibi. Hâlihazırda drone, drone metal ve diğer ambient türler de “müziğin uçurumu” gibi. Bu yazıda bahsettiğim şekilde dinlemek/deneyimlemek için uçurumdan aşağı bedenimizi bırakmak cesaretini göstermemiz gerekiyor. Ama korkmaya pek gerek yok çünkü, sonuçta, bu sonu olmayan bir uçurum ve istediğimiz zaman kendimizi çekerek çıkarıp, düşüşümüzü kesmemiz mümkün. Ama Alice’in tavşan deliğindeki derinlere inişi ve keşifleri gibi, ne kadar düşebileceğimizi görmek çok heyecan verici.

Richard Serra – “Trip Hammer”

Çok fazla seçenek, nesne, renk, ses ve referans yüküyle sırtımıza binen modern yaşantılarımızda düşüncelerimizi, iç sesimizi, öz kimliğimizi yani asıl doğamızı bulmamız artık çok zor. Bunun için gereken fiziksel ve zihinsel sessizliği sağlamanın mümkün olmadığı bir dünyada ambient müzik türleri buna en yakın alternatifi sunuyor. Amaçsız, birbirleriyle alakasız bilgi ve uyarıcılar denizi içinde yüzerken hissettiğimiz “belirsizlik” duygusunun aksine “kesinlik” iması içeren her şey bize çekici gelecek, varoluşumuza anlam katacaktır. Hata olmasın: Bireye bir gümüş tepsi üzerinde sunulan görüş ve inançların sahte “kesinlik” duygusundan asla bahsetmiyorum. Bireysel, toplumsal ve ardından küresel olarak ihtiyacımız olan “kesinlik,” çoğu zaman çarpıcı, ürkütücü ve beklenmedik yolların ardından gelen ve bireysel çaba üzerine kurulu olanlardır. Bu yüzden, ağlatan ya da eğlendiren müziklerin yanında, kaos ve gürültü kirliliğini sessizlik ya da saf gürültüyle silen, işitselliğini mikrokozmos seviyesinde işleten, “form”un dışında “etki” ile de ilgilenen, entelektüel heyecan dışında fizyolojik değişimi de hedefleyen, imgelemin sınırlarını zorlayan, güzelliği ya da korkutuculuğu başta olanaksızmış gibi gözüken müziklere ihtiyacımız var. Ambient müzik, dinleyici ile dinlenen arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayarak bunu sağlamakta.

Terence McKenna: “Doğa dilsiz değil. Sağır olan, insan.”

Böylece Amerikalı felsefeci ve yazar Terence McKenna’nın doğayı yeniden keşfimize dair şu sözü çok daha anlamlı oluyor: “Enstrümanlar, kavrayışımızdan neredeyse tamamen yitmiş bir doğayı yeniden uyandırmak için kullanılıyor. Öyle bir doğada yaşamıyoruz artık. Bizim için doğa artık bir park. Gerçek doğa, yoğun elektronik müziğin ambiyansında gibi.”

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.