Bir İlişki Bu Şarkıdan İbarettir: “Deadhead”

Paylaş:
deadhead - paslanmaz kalem

Tarafların kişiliklerinin eridiği, benliklerinin, özsaygılarının tüm mevcudiyetlerini yitirdiği aşk ilişkileri asla o şarkılarda anlatıldığı gibi değil.

David Bowie’nin dediği gibi “kahraman” falan değiliz, aşk sonsuz bir alev ya da asla sönmeyen bir ışık falan da değil. Tatlı bir şeyse hiç değil. Zaten bu klasiklerin ardından müzisyenler bizzat özeleştiri de yapmadılar mı? “Aşk, şarkılarda anlatıldığı gibi değilmiş,” diyen şarkı sözleri duymadık mı sık sık?

gustav_Klimt_kiss

Tatlı bir şey hiç değil (Gustav Klimt – “Öpücük”)

Devin Townsend’in “Deadhead”i bir istisna kesinlikle. Aşk, “Deadhead” gibidir. Yok, hayır, “gibidir”i fazla. Aşk “Deadhead”dir. Coppola’nın, filmi “Apocalypse Now” için, “Benim filmim Vietnam hakkında değil, Vietnam’ın kendisi,” demesi gibi. Senden uzaktayken bu parçayı dinlediğimde karnımda ve kollarımda hissettiğim iğne batması duygusu, “gibi” sözcüğüyle tasvir edilemez. Çünkü bizzat o duygunun kendisini bütün şiddetiyle deneyimliyorum. Bana senin hissettirdiğin duygunun aynısı.

Schelling de doğaya dair gözlemlerinde bu garip paradoks hakkında soruyordu –ki ben de kendimi merak etmekten alıkoyamıyorum: Müzik gibi ses dalgalarına dayalı fiziksel bir olay, hiçbir maddesel özelliği olmayan, tamamen soyut bu duyguyu nasıl temsil edebiliyor? Townsend bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde bu sorunun sözel bir cevabına vakıf mı, çok emin değilim. Ama o, müziğin, doğanın imgelerini bire bir yarattığı gerçeğine ve bunun pratiklerine öyle hâkim ki, hünerli elleri ve ses tellerinden gelen sesler o ruhsallığın maddede vücut bulmasını sağlıyor.

bernini101

Gian Lorenzo Bernini – “Aziz Teresa’nın Vecdi”

Sen bir güneş tanrıçasısın. Beni kurtaracak mısın?

Yaşa. Çok yaşa sen.

Şimdi yağmur geliyor ve gri çizgiyi siliyor… Gri çizgiyi… Ev yolundaki Greyhound otobüsünü.

Çünkü çok hırçınsın. Yak canımı, buna dayanabilirim.

Çünkü hepsi ânın fevriliği içinde, hepsi acının içinde.

 

Sen bir güneş tanrıçasısın. Beni kurtaracak mısın? Acı… Acı… Acı…

Çünkü hepsi ânın fevriliği içinde, hepsi acının içinde.

O yüzden bırak kendini ânın fevriliğine. Bırak kendini acıya.

Holy-Fire-Alex-Grey-19871

“Esridi Yunus’un canı / Bana seni gerek seni”
(Resim: Alex Grey – “Holy Fire”)

Sözlerde bir ilişkinin çift kutupluluğunu görüyorum. (Bu arada “Greyhound”un ne olduğu konusunda arkadaşım Berrak Bora da beni uyardı: Amerika’daki bir otobüs firmasıymış. Townsend, gri çizgiyle gösterilen otobüs hattı ve Greyhound otobüsünden bahsederek şarkının muhatabı ile arasındaki bir hatıraya ithafta bulunuyor sanırım.) Sana duyduğum aşkın acıdan bağımsız olmadığını, hatta beni kurtarmanı beklerken bana nasıl acı çektireceğini de görüyorum. Ve hepsi kabulüm. Çünkü biliyorum ki hepsi ânın heyecanıyla yapılan, fevrilikle ortaya çıkan şeyler. Ve bilirim, ben de yapıyorum bunu. O yüzden bırak kendini.

Devin Townsend’in “wall of sound” (sesten duvar) tekniğindeki prodüksiyonu da aşk’ın Natüralistik bir portresi adeta. Ağırlığı altında eziliyoruz. Ama bu basmakalıp aşk şarkılarındaki gibi hüzün ya da mutlulukla oluşmuş bir ağırlık değil. Burada parlak bir gitar melodisi ya da romantik duygulara sürükleyen bir saksafon solosu yok. Üst üste binmiş kanallardaki gitarlar, klavye ve efektli vokallerle ortaya yüksek yoğunlukta bir ışık çıkıyor. Yunus Emre’nin meşhur mısrası vardı ya hani, “Esridi Yunus’un canı / Bana seni gerek seni.” Hem mutluluktan ağlayan hem de acıya gülen bir adam gibiyim. Ya da felsefeci Georges Bataille’ı hatırladın mı? O da ling che ismindeki Çin metoduyla idam edilen adamın fotoğrafının etkisi altındaydı. Daha hâlâ canlıyken vücudundan parçaların kesildiği o mahkûmun yüzündeki esrik ifadeyi hatırla. Onunki gibi bir şey bendeki işte. Evet acı… Ama buna dayanabilirim.

image006

Ling che

Üst üste binmiş, yekvücut olmuş ses kanalları, geri plandaki karmaşık duyguların, saiklerin, beklentilerin, şüphelerin, anlık sevinçlerin, hayal kırıklıklarının, inancın, anlık inançsızlıkların sürekli zihnimizde dolaşması sanki. Bu ilişki hiçbir zaman basit bir sevgi ilişkisi olmadı. Gerisi hep dolu. “Deadhead” tüm bunları, üstüne bir de hatıraları geri getiriyor –tıka basa doluyorum. Sesten duvarı ve yanında taşıdığı bütün soyutlukları tüm bedenimde hissediyorum.

Enstrümanların ayrı kanallardaki seslerini, duyguları ve hatıraları birbirinden ayırt edemiyorsun, değil mi? Townsend de onu demek istiyor zaten: Hepsi karışmış, yapışmışlar birbirine. Hatta belki de birbirlerini besliyorlar. Kıskançlık aşktan, aşk şüpheden, şüphe korkudan, korku nefretten geliyor ya da bunların değişik tertipleri oluyor bir şekilde. Şarkının bir dizesi, bir sözcüğü yankı odasında sonsuz sayıdaki küçük ekolara dağılıyor. Bizim de hiçbir yaptığımız, söylediğimiz hiçbir söz hiçbir zaman silinmiyor zihinlerimizden. Kim bilir neleri tetikliyor ilişkinin içinde? Ama dedim ya, korkmamak lazım bundan. Townsend’in sesini imkânsız perdelere esnetmesindeki gibi, bence buna dayanabiliriz. Bu özel şarkı Townsend için de çok kıymetli sanırsam, çünkü konserlerindeki çalma listelerinden eksik olmuyor. Bu seneki Royal Albert Hall konserindeki şu kayıtta bütün bu anlattıklarım maddeleşmiş sanki.

“Deadhead”i her dinlediğimde kendime hatırlatıyorum: Bu ilişki zarif bir rüzgâr ya da ürpertici bir esinti değil, önüne kattığını yerinden yurdundan eden, meteorolojik boyutta bir fenomen. Bir faninin altında ezileceği, hakkında çığlık çığlığa şarkı söylemesi gereken bir şey. Evet, acı… Ama buna dayanabilirim.

Artezyen kuyularındaki gibi, ıstırap kalbi ne kadar derin oymuşsa, eser de o kadar yükseğe çıkar.

Marcel Proust, ‘Yakalanan Zaman’

Başlık görseli: Kazuya Akimoto (http://kazuya-akimoto.com//)

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.