Eindhoven Metal Meeting Macerası

Paylaş:

Ben hayatımda daha önce hiç yurt dışında festivale gitmedim. Çocuk büyüttüm, tembellikten popo büyüttüm, çok işim vardı, bahanem çoktu, gidemedim. Yıllarca Blue Jean’de, bloglarda, fanzinlerde bizim tayfadan arkadaşların konser, festival yazılarını okuyup gıpta ettim durdum. Eindhoven Metal Meeting’e gitme fikri, bizim arkadaşlar arasında Avrupa’dan Amarika’ya her kıtada festival gezgini olarak nam salmış Bahar’dan ilk geldiğinde tepkim şuydu; “Kimler var?”. Hollanda’nın gururu, yıllarca Dynamo Fest’in organizasyonunda çalışmış olan Jan Chris babanın efsane grubu Gorefest acaba sessiz sedasız bir reunion konserine hazırlanıyor olabilir miydi? İki festival de aynı şehirde olduğu için öylesine kendi kendime gaza gelmiştim işte. Alemlerin en avantgarde adamı ve Headbang yazarı Serhat Bektaş’ın da bu festivali izleyecek olması beni içten içe kıllandırmıştı. Mike Hammer’ın yanında fanzinci olarak çalıştığı günlerden beri burnu iyi koku alırdı. Sonra festivalin sayfasına girdik ve gördüğümüz liste karşısında dibimiz yerlere düştü. Asphyx’den Exhumed’a; At The Gates’den Triptykon’a kadar hayatımızı kaydıran grupların bir kısmını topluca izleme fırsatı bulacaktık, fırsatı kaçırmadık. Gorefest yoktu ama olsundu, ruhu orada olacaktı.

Biletler ve vizelerden yana hayli şanslı geçen hazırlık sürecinden sonra oldukça jager’li ve laylaylı, bol bebek ağlamalı bir yolculukla Amsterdam’a vardık. Soğuk ve yağmurlu havaya aldırmadan bir buçuk gün boyunca “turistik” ortamları gezdik. Red Light District’de “nasılsa gavurlar anlamaz” mantığıyla korkunç Türkçe konuşmalara maruz kalır mıyız derken, bu konuda bayrağı Doğu Avrupalı ve Rus turistlerin aldığını gördük. Özellikle faşist oldukları yirmi metreden belli, tek işi “Red Light”ların ardındaki kızları taciz etmek olan dazlaklardan ve Balkanların abaza gençliğinden kaça kaça şehrin “en metalci barı” olduğunu öğrendiğimiz Excalibur’da farklı markalardan dark biraları yudumlamaya başladık. Hafiften Dorock’ı ve eski Kemancı’nın üçe bölündüğü günlerdeki orta Kemancı’yı hatırlatan mekanın müzikleri “Pantera – Pearl Jam – Pantera – Metallica – Pantera – Joan Osbourne – Pantera” şeklinde ilerleyince üçer biradan sonra “vakit gelse de festival izlesek” fantezileri ile geceye noktayı koyduk.

1. Gün

Trenle bir buçuk saat mesafedeki Eindhoven’da dikkati çeken ilk şey, aynı şekilde popo donduran havaydı. Eşyaları otele zerk ettikten sonra mekana vardığımızda ufak sahne olan District 19 Stage’de Funeral Whore çalmaya başlamıştı bile. Bolt Thrower ile Obituary’nin birbirine kırdırılmış hali olarak tınlayan grup, sahasında çalmanın avantajı ile hiç de fena bir performans göstermedi. Vokal ve basçının aynı anda senkop geçişlerinde “boğaz kesme” hareketi yapması dikkati çekti. Vokalist UÇK Tanju’nun aynısıydı. Basçı da bildiğin Hellsodomy Eren ebatlarında bir elemandı. O andan sonra bizde mekandaki herkesi memleketten birine benzetme hastalığı başladı.

Morbus Chron

Morbus Chron - Eindhoven Metal Meeting

Hollanda’lıların ardından sahneye Morbus Chron çıktı. İsveç’in son yıllardaki medarı iftiharını görmek için tüm Türkiye ekibi sahnenin farklı yerlerinde konuşlanarak yerini aldı. Elemanlar seyirciyle hiç kontak kurmadan ful karizma takılmalarına rağmen herkesi kendilerine hayran bırakarak indiler sahneden. Voivod ters ritimleriyle ve teknik death rifleriyle dolu son albümlerine odaklanan Chron’lar giderken mekan ağzına kadar dolmuştu (hayır, otobüstü nıhaha). Bu yıl çıkan son albümleri “Sweven”in başarısında iyi icranın ne kadar etkili olduğunu burada canlı canlı görmüş olduk. Zira progresif sularına yelken açan birçok yeni – ve çok daha büyük grupta – canlı icranın zayıflığı albümlerinin insanlar üzerindeki etkisini yarı yarıya azaltıyor. Fakat Chron tam tersine salondan yeni fanlar kazanarak çıktı.

[youtube id=”GCz_uWSkaoI” width=”620″ height=”360″]

Asphyx

Biz ufak sahnede ve merch table’larda yeraltının nimetlerinin peşinde koşarken sıra ana sahnede Asphyx’e gelmişti. Zaten Martin Von Drunen (baba dev kilo vermiş bu arada) balıkçı kazağı ve elinde birasıyla festival mekanında milletle muhabbet eden, “yerel metal kahramanı” modunda bir amcamız. Koca grup ana sahnede ekipmanın kurulumundan, soundcheck’e kadar her şeyi kendi yaptı. Bahar’ın festival tecrübesinden yararlanarak “yandan yandan yengeçli” taktiğiyle sahnenin kenarından en önde, tam bariyerlerin önünde bir yer bulup soteye yattık ve konseri beklemeye başladık. Ortadaki ufak bir kitlenin tıpkı bizdeki metal konserlerinde rastlanan kavgamsı pogosu dışında seyircinin oldukça uslu olduğunu fark ettim o sırada. Şarkı sonlarında çılgın gibi alkışlayan ve Hollanda’nın gururunu el üstünde tuttu festival izleyicisi. Von Drunen’de  “Aramızda İtalya, Almanya gibi bir sürü farklı ülkeden gelen metalkafalar var ve bu harika bir şey adamım” benzeri bir cümleyle önce dışarıdan gelen bizlere, ardından “Kaçınız dutch dilini biliyor? (tahmininden az tezahürat geldi) Dutch çok güzel bir dil, öğrenmek faydanıza” diyerek Hollanda ümmet-i milletine gazı verdi. Anonsların çoğunu da kendi dilinde yaptı. Konserden sonra kendisine Anadolu Partisi üyelik formu götürecektim, göremedim ortalarda. Ağırlık son iki albümde olsa da Last One On Earth gibi klasikler de es geçilmedi. “Reign Of The Brute”, “Deathhammer”, “Scorbutics” ve “Death The Brutal Way” seyirciden en çok ilgi gören şarkılardı. Özellikle Reign ve Scorbutics’de İstanbul’da ortalığın nasıl yıkılacağını düşünüyorum da, Martin baba dumur olur herhalde, uslu Eindhoven seyircisinden sonra ilaç gibi gelir adamlara buranın seyircisi, keşke gelseler. İstanbul’un seyircisinin katılım anlamında sağı solu belli olmasa da death metal söz konusu olunca şu an ki Kadıköy tayfasının bu konseri es geçeceğini hiç sanmıyorum.

[youtube id=”lbtrHTz1hyA” width=”620″ height=”360″]

Triptykon

Sırada efsane amca Tom G Warrior’un yeni grubu Triptykon vardı. Morbus Chron – Triptykon – At The Gates Avrupa turnesinin bir parçası olarak festivale katılan Triptykon, Tom G Warrior’’un ağır karizmasıyla sadece seyirciyi değil kendi grup elemanlarını bile ezdi. Girişi direk Celtic F klasiği “Procreation Of the Wicked” ile bomba gibi yaptılar. Amcama eşlik eden gitarist ve basçı abla, Warrior kendilerine her yaklaştığında suratlarındaki “abi, olmuş mu abi?”, “baba nasıl doğru çalıyom di mi?” bakışlarıyla beni çok güldürdüler. Zira Warrior yanlarından gider gitmez karizmatik “sahnede çalarken çok sert bakıyorum panpa seyirciyle cogacaip bi elektrik kuruyorum” bakışına geri dönüyorlardı ikisi de. Yalnız basçı Vanja ablamız iyice forma girmiş, yeni saç imajı yapmış, taş ötesi bir şey olmuş haberiniz olsun. Warrior’ın yakınında olmadığı anlarda erkegleri korkudan titretti hırçınlı cadılı bakışıyla, ben hiç etkilenmedim tabi, müzik için oradaydım. Bi ara beni keser gibi oldu, karizmamı görünce başını çevirdi. Kesinlikle o yüzden yani eminim pohuahuahua neyse sıkıldım dur bi yahu. Grup harika 2014 albümleri “Melana Chasmata”dan art arda iki şarkıyla devam ederken bir anda Warrior sahneye Tomba’yı çağırdı. “Scarlet O’hara, noluyo leaan” diye kendi kendime geviş getirirken grup, güleç ve iyi insan Thomas Lindberg’in naraları eşliğinde Celtic Frost klasiği “Circle Of The Tyrants”ı çalmaya başladı. Festivalin ilk “30 kişiden fazlasının katıldığı” pogosu da böylece dönmüş oldu. Circle pit’in pogoya bağlayıp oradan sokak dövüşüne geçtiği o garip şeyden sonra İstanbul’da bazen rastladığımız o komik kavga pogolarıyla dalga geçmemeye karar verdim. Zira ikisi birbirinin akrabası, aynı. Triptykon’dan sadece bir şarkı daha çaldıktan sonra Warrior, “Bir zamanlar 80’lerde başka bir grubun üyesiydim” dedi ve Hellhammer’dan  Messiah’ın ilk notaları duyuldu. Buna tanık olup çıkışta Hellhammer demoları ve diskografisinin olduğu plakların tamamını almadan es geçmiş olmam, şu festivalden içimde kalan tek şeydir. Malım ben, kafama beyzbol sopasıyla vurun lütfen. Festival setlisti olduğu için normalden daha kısa çaldılar tabii ki ama yine de Warrior babanın “geçmişine” fazlasıyla yüklenmesi dikkati çekti. Bence Triptykon, hafif goth ve  endüstriyel soslu modern doom-metal sounduyla oldukça başarılı bir proje.

Bahar’la merch table’lardan Spazz, Larm plakları, Gorefest cd’leri bulmanın mutluluğu ile şeberip “winter bier, attention!” uyarılarıyla barmenlerin yüksek alkol oranı nedeniyle içmememiz için ellerinden geleni yaptığı kapkaranlık biralarımızı alıp yine en önlere doğru akıverdik. Bizden başka herkes normal bira içiyordu ama cümle alem mal gibi sarhoştu arkadaş. Lan hani bu kuzeyliler deli gibi içiyordu da bir şey olmuyordu? Demek Hollanda yeteri kadar kuzeyde değil dedim kendi kendime. Asıl Norveç’e gitsem görürdüm içmek neymiş. Gerçi bizim ufaklığı uyku eğitimi için götürdüğümüz çocuk psikoloğunun da dediği gibi “kafa olarak tam bir Norveçli” olduğum için kapışırdım onlarla da. Tanısalar severler olm beni bence. Neyse, daha gecenin yıldızı çıkmamış, At The Gates destanı henüz yazılmamıştı ama etraf mal gibi önüne bakarak yalpalayarak yürüyen, merdivenlerde oturan gençlerle doluydu. Yani sanırım gençler biraz fazla doluydu ☺. Merdivenlerin yanında bir eleman, oturduğu yerden sahneye bakarken, ufak ufak ağzından kusmuklar çıktığını gördüm, koşarak uzaklaştım. Elinde plaklarıyla tam önümüzden geçmek isteyen ama muhtemelen biz ve önümüzdekiler arasındaki boşluğu Enterprise’ın kaptan köşkü sanan sarı kafalı bir abiye “gel gel buradan geçebilirsin” dedim ve herif bana sardı. “Ar yu okay? Ayem okay? Ar yu okay? Hodagenstraaaat!” diye koptu, Bahar gayet karizmatör bir hareketle herifi yavaşça itti, adam nehire bırakılan kağıt gemi gibi kendi kendine salına salına gitti. Tecrübe tabi. Bana kalsa muhtemelen sarhoş demez dalardım herife, sonra sınır dışı mı istersin, karakolda dayak mı ist.. of pardon ya bir an karıştırdım ülkeleri. Ertesi gün aynı ayı “sert suratlı metalik” bakışlarıyla etrafı her süzüşünde beni bir gülme aldı. Aksi gibi paso karşıma da çıktı eleman, düşünmüştür bu herif niye bana bakıp yarılıyor gülmekten diye ☺ Neyse şaka bir yana, tayfanın geneli felaket nazikti yahu. Düşün, merch table’lar, bira kuyruğu, tuvaletler, her yer yedi metre saçı olan bir sürü ayı gibi adamla ve sırık ablalarla dolu ve ortalıkta “pardon”lar, “exkuse mua”lar havada uçuşuyor.

[youtube id=”rX3zQKQ_0c8″ width=”620″ height=”360″]

At The Gates

Sonunda sıra Eindhoven’a kadar gelişimizin asıl sebebi olan, gönüllerin sultanı, yılın albümü “At War With Reality”nin sahibi At The Gates’e geldi. Tekrar sahne önünde Martin Larsson babanın karşısındaki yerimizi aldık ve konser son albümün introsu ve açılış şarkısı ile tam gaz başladı. Daha ikinci şarkıdan ardı ardına Slaughter Of The Soul ve Cold gelince bizim kayışlar koptu tabii. Konserin başında gayet durgun olan Martin babanın yüzünde seyircinin tepkisini görünce oluşan gülümseme görmeye değerdi. Thomas baba zaten acayip güler yüzlü ve babacan bir adam, tek başına hem seyirciyi hem grubu yönetiyor resmen. Klasiklerden Raped By The Light Of Christ, Under A Serpent Sun, Suicide Nation;  son albümde favorim olan “At War With Reality” ve “Heroes And Tombs” ardı ardına geldi. Özellikle Lindberg, kusursuz vokalleri, sadece bir iki el hareketiyle şarkıların etkisini arttıran, seyirciyi coşturan frontmanliği ile beni kendine hayran bıraktı. Bisten sonra kapanışı Blinded By Fear ile yaparlar diye düşünürken, bu şarkının ardından son albümün de kapanış şarkısı olan “The Night Eternal” ile kapattılar dosyayı. Önde kendimizden nasıl geçmişsek artık Martin baba penayı atmak yerine direk Bahar’a uzattı, keyifler ve duygular şelaleydi haliyle. İstanbul konseri daha tıklım tıklım ve aç bir seyirciyle dolu olacağından kayışların nasıl kopacağını şimdiden hayal edebiliyorum. Ek olarak ful sette eskilerden daha çok şarkı çalıyorlar, bizim izlediğimiz daha kısa bir festival setiydi. Mesela son albümdeki diğer favorim “Head Of The Hydra” çalınmadı bile. İstanbul’da çok büyük bir konsere hazır olun.

[youtube id=”JW-vi8FjZGo” width=”620″ height=”360″]

Primordial

Primordial olayım değil. Gelin görün ki film setinden kaçmışçasına başarılı post apokaliptik Mad Max ortamlı makyajlı vokalist ve son albümlerine aldıkları övgüleriyle Primordial sahneye çıktığında göz atmadan edemedik. Vokalistin son albümün açılış şarkısı da olan ilk şarkıda sesini bulmak için biraz fazla çırpınması gerçekten komikti. İlk iki dakika bu çırpınışa gitar soundundaki şişme ve kaos da eklenince daha fazla dayanamayıp çıktık. Böyle “janjanlı” grupların sahnesinin de tüm grubu kapsayacak şekilde janjanlı olması lazım açıkçası, burada vokalist kendini parçalarken vahşetli korkunçlu bakışlarla, diğer şiş yanaklı sarı pipiler oldukları yerde çakılı çalıyorlardı, biraz sıkıcı bir görüntü açıkçası.

Konser mekanından Dynamo’daki after partiye akarız, içer coşarız derken “ya dur bi üst baş değişelim”, “hacı bi duş mu alsak”, “aa bu içliği çıkarsam mı acaba” diye diye otele döndük ve uykuya yenik düştük. Evet, sizlere “şununla bununla tanıştım, Türkiye’yi çok merak ediyomuş ehihi” gibi şeyler yazıp hikayeyi iyice uzatmak isterdim ama arkadaş, burunlar olmuş nar kırmızısı, alkol fayda etmiyor, hobbit köyü sakinleri gibi “Hadi Azazel rahatlık versin” diyerek yatışa geçtik.

[youtube id=”RiAiQ0hyfIw” width=”620″ height=”360″]

2. Gün

Miasmal – Exhumed

İkinci günün sabahı ucu ucuna Miasmal’a yetiştik. İlk üç şarkıyı kaçırdığımız için üzüldük çünkü adamlar her iki albümden de eşit ağırlıklı bir setle herkesi memnun ederek harika bir performans gösterdiler. Hemen ardından Exhumed’un peşine düşerek ana sahneye koştuk. Dünkü yerimiz aynen duruyordu. Hep anlatırlardı da inanmazdım, gerçekten burada insanlar eğer o grubun fanı değillerse öne yapışıp gece yarısına kadar kendilerini aynı yere kitlemiyorlar, gidiyorlar içki içiyorlar, standları gezip plak alıyorlar, kısacası eğleniyorlar. Grupta Matt Harvey baba dışında orjinale yakın tek eleman Slaughtercult dönemi basçısı olan Bud Burke idi, diğer iki eleman yeni tayfa. Bud, Matt’in vokallerinin altında duymaya alışık olduğumuz koyu brutali üstlenmişti fakat herifin mikrofonu konser boyunca o kadar kısıktı ki sesi neredeyse hiç duyulmadı. Sahne önünde ekipmanlarını kurarken kendi aralarındaki muhabbetten kulak misafiri olduğumuz kadarıyla bir önceki gece fena içip dağıtmışlardı ve bu performansa da yansıdı. İyilerdi ama harikalar yaratmadılar sahnede. Yine de Matt’in tüm soloları hatasız ve eksiksiz, sallamadan çalması mühimdi. Seyircinin özellikle Necrocracy ve All Guts No Glory’den çalınan şarkılara daha çok ilgi göstermesi, sert müziğin tüm eski formlarının yeni nesil tarafından kucaklandığının kanıtıydı adeta. Zira ikinci büyük moshpit de Exhumed’da döndü. Bud baba sağolsun, playlisti elimize verdi de pena kapamamanın üzüntüsü bir nebze azaldı.

[youtube id=”S79msphwRsY” width=”620″ height=”360″]

Arada kaynayanlar ve Bölzer

Ana sahnedeki Thyrfing’in yerine “oldskuldur, eski Asphyx elemanının grubudur” diyerek gaza gelip Thanatos izlemeye gittik. Bakırköy’den Carnate’i hatırlattı bana Thanatos. On dakika sonra sıkılıp “oooo Holy Moses var bakalım Sabina teyze hala formda mı” diyerek Holy Moses’a doğru meylettik. Sabina acaip zayıflamış ve formda görünüyordu ama şarkı söylemeye başladığı anda bir ton kokain içmiş gibi sahnede hiperaktif bir şekilde yürümeye başladı. Garip bir şekilde seyirciye yan bakıyordu, sanki yaptığı şeyin tam içinde değilmiş gibiydi. Seyirciye “burada eski usül bir circle pit görmek istiyorum” dediği anda beni bi kahkaha aldı zira o bunu söylerken bas-davul ritim gidiyor, gitarist solo atıyordu. Orada circle pit’lik bir durum yoktu ☺ İki şarkı dayanabildik ve İsviçre’li Bölzer’i iyi bir yerden izleyebilmek için ufak sahneye yollandık. Bölzer, daha geçtiğimiz günlerde İstanbul’da çalmıştı ama biz grubu izleyemeden çıkmak zorunda kalmıştık, dolayısıyla heyecan tavandaydı. Dumanların içinde çıkarak iki kişi olmanın dezavantajını avantaja çevirdiler ve her iki ep’yi neredeyse ful çaldılar. Holy Moses’dan kaçanların da gelmesiyle ufacık salon (Orta Kemancı boyutunda) hıncahınç doldu. Festivalde değil de sanki Bölzer’e özel bir konserdeymişiz gibi tezahüratlar, gaza gelmeler yaşandı (şu an abartan modu açtım). Herhalde festivalden Morbus Chron’dan sonra sahip olduğundan daha fazla sayıda fanla ayrılan ikinci gruptu Bölzer.

Ensiferum

Bölzer’in yorgunluğunu Cruachan’ı izlemeyip yemek alanında oturarak, dinlenerek attık. Planda Blasphemy izleyerek Unleashed’e yatay geçiş yapmak vardı ama biz dinlenirken sahneye çıkıveren Ensiferum nefesimizi kesti arkadaş. Hayatımda tek bir folk metal albümünü bile oturup baştan sona dinlememiş olan ben, heriflerin sahne enerjisini görünce kilitlendim kaldım. Vokalistin “kan gövde vikink zafer kılınç”lı anonsları, basçının harika back vokalleri ile “İrlanda halk türkülerini street punk ritmiyle çalan Manowar yan projesi olarak” kafamda tınlayan grup meğer Finlandiya’danmış. O zaman anladım ki aslında yaptıkları şey Elegy’de Amorphis’in bıraktığı yerden devam etmek aslında. Seyircinin de kılınçlı vikink tekneli alemlere duyduğu ilgi gazı iyice arttırdı ve belki de bi daha hiç göremeyeceğimiz Blasphemy’i unutup baya sonuna kadar Ensiferum izledik. Hoplayanlar zıplayanlar derken ortamda bir bayram havası oluştu. Pişman değilim, çok eğlendim lan çünkü.

[youtube id=”TdZKiFhmsNA” width=”620″ height=”360″]

Unleashed

Sırada gençliğimi verdiğim gruplardan biri olan Unleashed vardı. Garip bir şekilde taptığım ilk üç albümlerinden sonra dinlemeyi bırakmıştım Unleashed’i. Normalde bunu Slayer’a falan yapan eski tayfadan adamlara kızarım, bu konserde kaçırdığım albümlerden hitleri dinlerken aynı mallığa imza attığımı hatırlayıp utandım ve dönünce bütün diskografiyi elden geçirmeye karar verdim. Zira grup dede statüsüne gelmiş olmasına bakmadan hayvanlar gibi çalıyor, söylüyordu. Seyirci her vikinkli kılınçlı grupta olduğu gibi bunda da kopup kendinden geçti. Johnny Hedlund babanın seyirciyle iletişimi harikaydı. Keçi (midir acaba bilemedim) boynuzundan bal şarabı içip seyirciye fırlatması, şarkıları söylerken lirikleri adeta yaşaması; o ana kadar çıkan en ruh dolu frontman oydu diyebiliriz. Taa ilk albümden, çok uzun zamandır çalmadıkları If They Had Eyes’ı çaldılar. Boş yere Ekim ayında Maximum Rock festivalinde kapanışta çaldıkları “Before The Creation Of Time”ı ve “I Am God” gibi dev hitleri de bekledim ama tınlamadı baba. Özellikle “I Am God” bugünkü retro ortamda konser salonlarını yıkacak kadar iyi bir hit, nasıl atlarlar aklım almıyor. Bana inat dördüncü albüm ve sonrasına eşit ağırlıklı dağılmış bir playlistle çalıp, seyirciye “Death Metal Victory”yi söyleterek perdeyi kapattılar. Bana da “keşke bi Where No Life Dwells turnesine çıksalar” rüyalarına yatmaktan başka çare kalmadı.

[youtube id=”8Vb_EkdtxSM” width=”620″ height=”360″]

Morbid Angel

Ve sonunda sıra geldi festivalin gerçek Headliner’ı olan Morbid Angel’a. Death metal tarihinin akışını değiştiren 1993 tarihli “Covenant”ın 20. Yılı için çıktıkları turne kapsamında festivale katılan grup, albümü baştan sona şarkı sırasıyla çaldı. David Vincent’ın body building’cilerin poz verirken durdukları gibi durup, Motörhead’den Lemmy gibi yukarıya doğru bakarak şarkıları söylemesi ilginçti. Bir ara bacaklarını liseli kız gibi kırıp “Thank You” dediği anda gülmekten yarılmadıysak saygımızdandır. Diğer yandan da düşününce oldukça demonik bir saray soytarısı gülümsemesi takınarak sahneye çıktığını, buna karaktere bürünmek demek de mümkün. Bunun dışında herifin sahnede kullandığı “seyirciyle iletişim tonu” o kadar karizmatik ki, bir şekilde seyirciyi avucunun içine alıyor adam. Hani Opeth’in vokalisti, Mark Harmon stayla Elf gibi konuşur ya sahnede, aynı onun gibi. Tim Yeung iki kocaman Covenant görselinin tam ortasında kaldığında herifin dikkat çekmeyeceğini düşünmüştüm ama adam oradan öyle bir şov yaptı ki, herkesin ağzı bir karış açıkta kaldı. Adının baş harfi Serhat olan bazı arkadaşlar bu şovu “glam davulcusu gibi be” diyerek beğenmese de, tuşesinden bagetleri havalara atışına, seyirciyle göz temasından bagetle kılıçlar, ters haçlar yaparak coşmasına kadar efsane bir performanstı bence. Konserin yarısından çoğunda sadece Yeung’u seyrettim desem yeridir. Kapanışa da eski güzelliklerden Immortal Rites (ful koro söylendi şarkı) ve Fall From Grace’i koyup, ortalığı dağıtıp gittiler abiler. Ben artık MA çalarken ortalık pogodan yıkılır, bin beş yüz kişi birbirine girer diye beklerken, At The Gates ve Exhumed’daki pogonun aynısının dönmesi ama geri kalanların pür dikkat konseri dikkatle izliyor olması ilginçti. Ben de bu ikinci gruptaydım. Bahar sağ olsun, kendimize tüm salonu balkon gibi gören bir yer bulduk ve zevkten dört köşe izledim grubu. Festivalin en kalabalık kitlesi de Morbid Angel’daydı zaten. Hala kimin gazıyla neden yeniden toplandığını anlamadığım Xentrix’te küçük salonda Morbid’le aynı saatte çalarak festivalden eksilere geçerek ayrılan tek grup oldu. Yine de eski günlerin hatırına Shattered Existence ve For Whose Advantage’in Met rif araklarıyla dolu hitlerini ilk elden bir dinlemek isterdim açıkçası hehehe.

[youtube id=”ltrJwTw2wb8″ width=”620″ height=”360″]

Ve kapanış, In Solitude

Morbidler sahneden iner inmez salon boşalıverdi. O saatte ufak salonda dişe dokunur bir grup da olmadığından, insanların çoğu gecenin kapanışını MA ile yapmayı tercih etti diyebiliriz. İçeride kalan 100 – 150 kişi o gece hayatlarında görüp görebilecekleri en iyi sahne performanslarından birine şahit olacaktı.

Intro’nun ardından sahneye oldukaç enerjik bir şekilde koşarak çıkan grubun vokalisti Pelle ve basçısı Gottfrid’i (ki bu iki zıpır abi kardeş bu arada) ilk başta sarhoş sandım. Pelle sanki yere düşecekmiş gibi elindeki mikrofonla beraber sallanıp duruyor, Gottfrid hoplaya zıplaya bir davulun üzerine tırmanıyor bir kardeşine çarpar gibi üzerine üzerine gidip geri kaçıyordu. Bahar “yok yok onların olayı bu” diyince yüzümde oluşan “Malness grubunun vokalisti” ifadesini nasıl anlatsam bilmiyorum. Angus Young’un oğlu ile Jim Morrison’ın torunu beraber grup kurmuş sahneyi yıkıyorlardı adeta. Son albümün açılış şarkısı “Death Knows Where”de oldu bütün bunlar. Pelle’in anonsları, hareketleri ciddi ciddi Jim Morrison’ı andırıyor. Müziği duyanın koşup gelmesiyle kalabalık yavaşça 500 kişiye doğru çıktı. Araya bir iki tane ilk iki albümden şarkı sıkıştırıp ağırlığı muhteşem son albümleri “Sister”a verdi. Özellikle albümle aynı adı taşıyan şarkıda seyirci katılımı iyiydi. Festivalin Morbus Chron ve Bölzer’den sonra en fazla yeni fan kazanan üçüncü grubu onlar oldu. Zaten adım adım yükseliyor In Solitude. Geçen sene aynı festivalde küçük sahnede çalmışlar, bu sene festivalin ana sahne kapanışını yapıyorlardı. Müzikal anlamda eski ile yeninin en iyi kombinasyonu bence şu an grup ve bir eski devin retro versiyonu olmaktansa, kendilerine ait kimliklerini sunabiliyorlar müziklerinde.

[youtube id=”DbGtAavdZ-E” width=”620″ height=”360″]

Sonuç

  • Tek bir konser bile gecikmeli başlamadı, gereksiz yere uzamadı. Teknisyenler, ışıkçılar, organizatörler, seyirci, gruplar arasında tek bir gerginlik, bağırma, çağırma olmadı.

  • Bütün gruplarda bir festivalde kısa bir playlistle çalmalarına rağmen şarkı sıralamasının etkileyiciliğine ve düzenine verdikleri önem dikkati çekti.

  • Herkes dev kelleydi, sarhoştu, tek bir kavga çıkmadı.

  • Hiçbir grubun frontmani başka gruplara, kültürlere, insanlara sahneden sataşmadı, bok atmadı, kimse diğerinin üzerinden prim yaparak ayakta durmaya çalışmadı.

  • VIP salonu, VIP biletle en önden izleme, içeri girenin bir daha çıkamaması gibi dangalaklıkların hiçbiri yoktu.

  • Yiyecek içecek fiyatları buraya göre acayip ucuzdu. 2 euro’ya çift sosisli hotdog, 2.40 euro’ya normal bira içiyorsunuz. Burada dandik normal biranın satıldığı fiyata da 10,8 derece alkollü “kış birası” dedikleri özel biradan içiyorsunuz.

  • Tek bir grubun bile konsere çıkışı iptal olmadı, festival tam kadroydu. Halbuse bizim buraya gelirken ne çok yaralanan, sakatlanan, uçan kaçan oluyor yahu ☺

  • Amerikalıların ve İsveçlilerin soğuk sahne duruşu ile Hollanda ve Almanların nispeten samimi sahne duruşu kapıştı. Hepsinin ayrı tadı olduğu kanaatine varıldı.

Teşekkürler;

Bahar Kırıker. Sayende dünya gözüyle festival gördüm, ellerine sağlık ☺

Betha (Bulgaristan Metal Hammer yazarı). Sayesinde Miasmal’ın erken saatte olduğunu öğrenip yetiştik.

 

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.