IRON MAIDEN – The Book Of Souls (2015, BMG)

Paylaş:
Yazarın notu7
7
Okuyucu Puanı: (3 Oy)9

UZATILMIŞ SLOW INTRO

Bir müzik yazarı için fanı olduğu grubun albüm eleştirisini yazmak zor mesele. Özellikle de bu albüm yeni yayınlanmış bir albüm ise.

Eski albümleri yazmak ayrıca zor. Çok az grup kariyeri boyunca belli bir çıtanın altına hiç düşmeden, garip yollara sapmadan, motivasyonunu kaybetmeden albümler yapabilmiştir ve genellikle de bu gruplar Killing Joke gibi, elemanları 50 farklı işle uğraşan gruplardır. Bu tip adamlar albüm yaptıkları zaman hakikaten bir misyon çerçevesinde çalışırlar veya hiç çalışmazlar, albümlerin arasına 6 senelik turnesiz, konsersiz boşluklar girer. Ama durum böyle değilse, hem de grup devasa bir ticari başarıya sahipse arada bir saçmalamalar olması kaçınılmazdır.

 killing-joke

“Metal tarihinin KEPAZE albümleri” dizisinde bu tip albümlere “biraz” abartılı bir dille değinmiştim. Aralarında fanı olduğum grupların, aslında seviyor bile olabileceğim albümleri de vardı. Misal, Metallica – “St. Anger” albümünü ilk dinlediğimde “ulan ne deneysel, ne riskli iş yapmışlar, aha bak şurası bildiğin Sludge, helal” diye düşünmüş ve duyduklarımdan hoşlanmıştım da. Sonraki dinleyişlerimde ise albümün aslında grup olma fonksiyonunu tamamen yitirmiş 3 adam ve gariban prodüktörlerinin zorlama çabasıyla ortaya çıktığını görmüştüm. Yani tam anlamıyla “falso” bir albümdür “St. Anger.” Ama bu durum, arada sırada açıp bangır bangır “Invisible Kid,” “Shoot Me Again” ya da “Sweet Amber” çalmama engel olmuyor.

Benzer şekilde, Maiden’ın ‘90’lı yılların tamamını öyle ya da böyle, kendi kalite standartlarının altında albümler ile harcamış olduğu da bir gerçek. Çok uzun bir zaman sadece ama sadece Maiden fanı olduğum ve albümdeki yönelimleri Maiden’a hiç mi hiç yakıştıramadığım için, “Fear Of The Dark”ın dönemin en “kötü” albümü olduğunu düşünmüştüm. Maiden’ın bütün bir ‘80’ler boyunca uzak durduğu banal hair metal klişelerine bulaşması, Bruce Dickinson’ın karakteristik özelliğinin dışında vokaller ve hatta AC/DC’sel eğilimler. Biz Maiden’ı bunlar için sevmedik ki yahu??? Amma ve lakin kendimi zorlayıp objektif bir biçimde değerlendirdiğim zaman “Fear Of The Dark”ın aslında söz konusu dönemin en “adam gibi” albümü olduğunu da görebilir hale geldim. Berbat prodüksiyonlu (hatta prodüksiyonsuz) ve Ian Curtis* seviyesindeki detone Blaze Bayley vokalleriyle “The X Factor”ın, sırf daha fazla klasik Maiden melodisi içerdiği için daha iyi bir albüm olduğunu nasıl iddia edebilirim yahu? Ama gelin görün ki yıllar yılı da bunu iddia ettim. Sonra olgunlaştım, aklım başıma geldi ve “lan ben daha çok seviyo olabilirim ama göz var izan var, Fear Of The Dark nere The X Factor nere” demeyi başardım.

[youtube id=”dW1_vv7-t0w” width=”620″ height=”360″]

Buna bilinçli fanlık deniyor. Bir de körü körüne fanlık var tabii. Körü körüne fanlık, sevdiğin grup kötü iş yaptığında bile, sanki senin bir tarafından bir şeyler eksilecekmişçesine bunu kabullenememektir. Beyin olarak bu insanların din uğruna insan öldürenlerden pek bir farkı yoktur. Belirli politik partileri, verdikleri berbat kararlara ya da amaçları uğruna gözden çıkarabildikleri şeylere rağmen savunmayı sürdürenlerden de farkı yoktur. Gruplara duydukları sevgileri narsistik bir çerçevededir. Yani kendilerini daha fazla sevebilmek adına, müzik gruplarını önlerine siper ederler. Daha büyük bir şeyin arkasına sığınıp, onunla bütünleşmek için içlerinde bastıramadıkları bir dürtü vardır.

Bu tip insanları grupların forumlarında sıklıkla görebilirsiniz. Sevdikleri grup yeni albüm yayınladığında, hiçbir şarkı için “hmm lan bu o kadar da iyi olmamış” diyemezler. Diyenleri de tıpkı Ortadoğu çıkışlı kutsal kitaplarda bahsi geçtiği gibi linçe ya da taşlamaya maruz bırakırlar. Olayın ana fikri “lan dünyaya geldik ve korkuyoruz, bozma keyfimizi amk”dir. Yani bildiğiniz maymun kabilesinden farkı yoktur bunların.

Bunların müzik yazarı versiyonlarını ise çok nadir görebilirsiniz. Zira müzik yazarı olan bir adamın (fan bile olsa) belli şeyleri aşmış olması gerekir. Misal Kerrang!, Metal Hammer gibi dergiler büyük gruplara belirli bir notun altında kritik hiç vermezler. Maiden’ın 5 üzerinden 4 aldığını bile çok nadiren görebilirsiniz böyle dergilerde. Ama bunun sebebini anlamak için de o dergileri yürüten mekanizmaları incelemek gerekir. Bu dergilerin, bu gruplara gıkını çıkaramamasının spesifik sebepleri vardır. Yani Geoff Barton, Martin Popoff, Dom Lawson falan Maiden, Metallica fanı değil mi? Öyle. Peki sonradan yaptıkları belirli işlerin affedersiniz TARRAK GİBİ olduğunun farkında değiller mi? Farkındalar. Çünkü adam “Somewhere In Time”ın, “Master Of The Puppets”ın çıkışını görmüş canlı, nasıl bir tutsun sonradan gelen işleri o zamanki işlerle? Yer mi sonradan gelen çıta altı mamülleri? Yemez. Ama ses de edemez.

Bu nedenle açıkça diyebiliriz ki aynı anda hem narsistik fanboy, hem müzik yazarı olan adamlardan uzak durmak gerekir. Bunlar laf ebesidir, müzik yazarı değil. Enstrümanların sesini bile ayırt edememeleri muhtemeldir.

INTRO HAFİF GAZA GELİYOR

Yine de… Sevdiğin grup yeni albüm yayınlayacak… İster istemez bir heyecan var, heves var, gaz var. Bekliyorsun. Albüm çok kötü bile olsa ilk başta ufak birkaç kısmını beğenecek ve coşacaksın, volümü kökleyip albümü dinleyecek, diğer fan arkadaşlarınla oturup içecek, muhabbetini yapacak, hatta belki de sonra komalık olacaksın.

Ama bunun hemen üzerine bir de bu albümün kritiğini yazacaksan, hiç yazma daha iyi. Çünkü objektif olamayacaksın. Sen fansın güzel kardeşim, bırak fanı olmayan ama seven adam yazsın objektif objektif. Ya da bekle biraz, o üzerindeki galeyan, ilk görüşte aşk durumu geçsin, falsolar biraz su yüzüne çıksın… Sonra otur yaz.

Bu nedenle “The Book Of Souls” kritiği yazmak için uzun bir süre beklemem gerektiğini düşündüm. Albümü dinlediğim akşam Burak Gülgüler’e “10 üzerinden 9 buçuk” diyordum. Ertesi gün 9’a düştü. Sonraki hafta 8’e. Kimyasal gazın oda içinde çökmesine benzer biçimde albüm sonra 7’lere düştü ve oralarda sabit kaldı. Yani lafı uzatmayayım, “The Book Of Souls” 10 üzerinden 7’lik bir albüm. Bu albüme 10 üzerinden 7’den fazla puan verecek insan “Powerslave”e, “Seventh Son Of A Seventh Son”a kaç verecek merak ediyorum. Herhalde 15 falan.

Şimdi bu albüm neden 10 üzerinden 10 değil de 10 üzerinden 7, ona bir geçelim bakalım.

VERSE

Beni yakından tanıyan herkes Adrian Smith’in büyük bir hayranı olduğumu da bilir. Müzisyenliği ve besteciliğinin yanında, Maiden’a getirdiği yenilikçi fikirlerin 1980’li yıllarda grubu şahlandırdığı da malum. Tabii ki onun da zaafları var. Misal, grup liderliği vasfına zerre kadar sahip değil, bunu da başarılı olamamış solo projelerinden anlayabilirsiniz. Ama bir grubun takım oyuncusuyken adeta ışıldayan bir müzisyendir kendisi.

adrian-smith

Bruce Dickinson ise iki ayaklı ego olmasının yanı sıra (ki bu kadar başarılı bir frontman olma sebebi de bu) inanılmaz bir kulağa ve yaratıcılığa sahip. Beslendiği kaynaklar çok çeşitli ve bunları gelişmiş zihninin süzgecinden geçirip ortaya fazlasıyla özgün işler koyabiliyor. Fakat o da tek başına değil, yanına Roy Z ya da Adrian Smith gibi bir “usta” aldığında ışıldıyor.

Steve Harris’in tekrar birleşme sonrası yapılan hiçbir albümde bu ikilinin tek başına beste yapmasına izin vermediği aşikar. Adam artık “Fear Of The Dark” dönemi nasıl bir “delikanlılığı kaybettik bu Bruce yüzünden” tribine girdiyse, “Brave New World”den itibaren hiçbir albümde bu ikilinin kafa kafaya verip beste yapmasına izin vermedi. Yaptıkları bestelere de “şuraya şöyle bir intro atalım”, “vokal melodisi daha basit olsun Bruce, fanlar anlamaz,” “madem grupta 3 gitarist var, şarkıda daha çok solo olsun” gibi müdahaleler ile geldi.

BRIDGE

[youtube id=”-F7A24f6gNc” width=”620″ height=”360″]

“The Book Of Souls”un çıkış parçası ‘Speed Of Light’ bir Smith/Dickinson bestesi. Yani ‘Back In The Village,’ ‘Two Minutes To Midnight’ ve ‘Flight Of Icarus’ gibi şaheserlere imza atan ikilinin, Steve Harris etkisi olmadan yazdıkları bir şarkı. Açık konuşayım, bu şarkıyı ilk dinlediğimde Maiden’ın “Powerslave” dönemi b-side’larını andırması ve ağır Deep Purple etkisi taşıması yüzünden feci şekilde beğenmiştim. Aradan belirli bir süre geçtikten sonra ise “10 üzerinden 7’lik” bir parça olduğu kanaatine vardım. Yani kötü değil, ama çok iyi de değil.

Bu parçaya bakarak albümü kolayca okumak mümkün. Vokaller güçlü, kara mizah barındıran lirikler keyifli, gitarlar akıllıca düzenlenmiş, enerji had safhada. Diğer yandan parçada prodüksiyon YOK. Bakın prodüksiyon zayıf demiyorum, prodüksiyon YOK diyorum. Kevin Shirley ve Steve Harris el ele vererek maalesef Maiden’ın bir önceki albümünü sound olarak mahvetmişlerdi (daha berbat bir sonucu British Lion albümünde ortaya koydular) bu albümde ise durum daha vahim. Grubun canlı sound’unu yakalamak prodüktörlük değil, teknisyenliktir. Bugün Tünel’de ya da Moda’da herhangi bir stüdyoya girin, ekstradan birkaç kuruş para verip prova kaydı alabiliyorsunuz. Adam ortaya bir mikrofon atıyor ve oda içini alıyor en azından. Sen her enstrümanı ayrı ayrı mikrofonlayıp adam akıllı kaydedersen bunun adı prodüktörlük değil, teknisyenlik oluyor. E kardeşim, sen zaten dünyanın en iyi stüdyosunda, en iyi ekipmanlar ile kayıt yapıyorsun. Adamlar zaten iyi müzisyenler. Hali hazırda grubun lideri takıntılı bir adamken, sen ne diye sırf “ekmek elden gitmesin” zihniyetiyle ona ayak uyduruyorsun be Kevin Shirley efendi?

Albümü dinlediğinizde darmadağınık, ham bir kayıtla karşılaşacaksınız. “The Book Of Souls” da tıpkı bir önceki albüm gibi olgunlaşmamış bir sebzeyi alıp, pişirmeden üzerine sos döküp “buyurun sizlere yemek” şeklinde sunmaya eşdeğer.

Bu konudaki fikirlerimi madde madde yazarsam daha anlaşılır olacağını düşünüyorum, hadi Bismillah: 1. Albümü iyi kulaklıklarla dinleyecek olursanız enstrümanların tümünde düzeltilmeden bırakılmış çalım hataları göreceksiniz. Sebep: “DOĞALLIK PANPA.” Bu durum bilhassa gitarlarda büyük problem yaratıyor. 3 gitar birbirinden farklı şeyler çalarken nispeten büyük problem değil ama ‘Tears Of A Clown’ gibi gitarların en az ikisinin aynı riffi çaldığı parçalarsa “katırt, kuturt, kırklee, bogart” gibi uyumsuz sesler duyuyorsunuz ve şarkının gücünü en az yarıya indiriyor.

[youtube id=”vMd3j8xbIjk” width=”620″ height=”360″]

2. “Kardeşim konserde çalamayacağımız şeyi kaydetmenin alemi ne?” zihniyetiyle vokallerde armoni falan kullanılmamış. Armonik back vokalden neyi mi kastediyorum? Hani o klasikleşmiş ‘Aces High,’ ‘Two Minutes To Midnight’ falan var ya, nakaratlarda Bruce’un sesi ordu gibi geliyor. Sebep? Üst üste 4-5 farklı Bruce vokali kaydedilmiş, her biri farklı notalardan gidiyor da ondan. Bu işin raconu budur, Maiden’ın klasik albümlerinin de klasikleşme sebeplerinden biridir. 80’lerde konserlerde o back vokalleri tekrarlayabiliyorlar mıydı? Hayır. Ama konser versiyonu ile nihai albüm versiyonu aynı olmak zorunda değildir, konsere insanlar zaten şarkılar beyinlerine kazınmış halde gelirler ve duydukları şey canlı çalınan versiyonun, beyinlerindeki versiyon ile bütünleşmiş halidir. Kaldı ki nakaratlara kendileri eşlik de ettikleri için… Kısacası bu albümü dinlerken garip bir biçimde sönük nakaratlar duyuyorsanız bunun sebebi “konserde 5 vokal kullanamayacaksak albümde de olmasın” zihniyetidir. Yazık.

3. Grup parçaların çoğunu stüdyoda yazıp kaydetmiş. E söylemelerine gerek yoktu, zaten dinlerken bunu rahatça görebiliyoruz: Parçalar henüz taslak aşamasında gibi tınlıyor, belirli bölümler gereğinden fazla tekrarlanmış ya da gereğinden fazla uzatılmış. Kısacası parçalar aslında daha “olmamış.” Ama işgüzar Kevin Shirley anlaşılan “abicim siz ne yaparsanız başyapıt benim için, yalarım abicim” mantalitesiyle yaklaşmış ki “The Red And The Black”in ikinci yarısını kaplayan enstrümantal bölüm hiçliğe doğru gidiyor ve bitmek bilmeyen anlamsız tekrarlar ile başyapıt olabilecekken bayık bir parçaya dönüşüyor.

4. Albümle ilgili gelen eleştirilerden en önemlisi “Maiden artık single yazamıyor” oldu. Aslına bakarsanız dostlar, Maiden single yazıyor da, single düzenlemeyi ve kaydetmeyi bilmiyor çünkü Maiden’ın başında Martin Birch değil de bir MADRABAZ var. İllegal olacağı için buraya yükleyemiyorum; 6 dakikalık ‘When The River Runs Deep’in sadece arkadaş çevreme gönderdiğim 4 dakikalık bir edit’ini hazırladım. Çok da kolay oldu, introyu attım, ortasındaki bitmek bilmeyen enstrümantal kısımları attım, sadece Adrian Smith’in solosunu bıraktım ve albüm versiyonunda doğrultusunu kaybetmiş dana gibi dolanan şarkının içinden mis gibi hit çıktı. Aynı işlem albümdeki parçaların çoğu için uygulanabilir amma ve lakin ben uğraşmadım. Benzer durum albümün finalindeki harikulade ‘Empire Of The Clouds’ın enstrümantal kısımları için de geçerli.

5. Grupta 3 gitarist varsa ne yaparsın? Her birine mümkün olduğunca farklı gitar bölümü yazarsın ki zengin bir sound oluşsun. Bunun harika bir örneği, metalciler tarafından tü kaka edilen Def Leppard – “Hysteria” albümüdür. Söz konusu albümde iki gitar hiçbir zaman aynı şeyi çalmaz ve kadroda iki gitarist olmasına karşın çoğu yerde aynı anda en az 3 farklı gitar partisyonu duyarız. Maiden’da ise çoğunlukla iki gitar farklı şey çalarken, üçüncü gitar diğerlerinden birine eşlik ediyor. Bahaneleri de “riffler böylelikle daha hevi oluyor.” Hayır, olmuyor, canlı kayıt yaptığınız için karman çorman oluyor o kadar. Peki gruba yön vermesi, fikirleriyle katkıda bulunması, gerektiği yerde “kanka sanki şuraya ekistra bir gitar melodisi koysak güzel olur, hazır boşta gitarist de var” demesi gereken Kevin Shirley o esnada ne yapıyor? Söyleyeyim. Elleri armut topluyor, haybeye prodüktör parası alıyor.

DefLeppard_HysteriaVIntage_RossHalfin

6. Bonus olarak mikse de değinelim. Arkadaşlar albümde prodüksiyon yok demiştim ya. Sadece prodüksiyon değil, miks de yok. Vokallere yer yer konulan delay efekti eyvallah. Bas gitarın tek kaldığı introlarda davul mikrofon kanalları silinmediğinden trampetin titreşimi geliyor ulan, yuh! Ayrıca 3 tane gitarist var, her gitar aynı frekans aralıklarına konumlanmış. E soldan Dave Murray, sağdan Janick Gers geliyor, Adrian Smith’i de ortadan veriyor Kevin Shirley ama duyulabiliyor ya da ayırt edilebiliyor mu? Tabii ki hayır. Çamur gibi, hali hazırda ahenksiz çalınmış üç gitar balçık gibi yapışıyor birbirine. Benzer bir kepazelik, Dance Of Death’in youtube’a düşen vokal kanallarında da vardı. Arkadaşlar, hani bu adamlar 6 kişi birden girip canlı kaydediyorlar ya. Mikrofonu (zira hayvan gibi hassastır) diğer enstrüman seslerinden izole edebilmek adına vokalleri ayrı bir kabinde kaydediyorlar. Peki davul sesleri cidden izole edilebiliyor mu? Ben konuşmayayım, video konuşsun, Bruce’un vokalleri ile birlikte gelen Nicko’nun davulları konuşsun:

[youtube id=”VT8AWzoF-uc” width=”620″ height=”360″]

REZALET!!! Dünya üzerinde hiçbir insan, böyle kötü kaydedilmiş bir vokali mikse oturtamaz. Vokalden davul geliyor yahu, davul, davul! Vokali diğer enstrümanların üzerinde bir frekansa oturtman lazım, eee, o yalıtılmamış davul sesleri de vokalle beraber gitarın, basın üstüne gelecek bu sefer? “ÇISAR ÇISAR” diye iğrenç ziller duyacaksın İzmit – Jojo Stüdyoda kaydedilmiş gibi. Ee, o da olmayacağı için çözüm, Bruce’un sesini mikste ortada bir yerde bırakmak. Bunun getirisi de nakaratı vurmayan şarkılar tabii.

Kısacası Maiden’ın şu an yaptığı kayıtlar, 90’larda Steve Harris’in AHIRINDA yapılan kayıtlardan da kötü. Ama işin acı tarafı şu ki, bu kayıtlar dünyanın en pahalı stüdyolarında, deli gibi meblağlar karşılığında yapılıyor.

ÇORUS

Bunları açıkladıktan sonra bana yazacak çok da şey kalmıyor aslında. Dinlediğimiz şey, albüm değil, pahalı bir stüdyoda, pahalı mikrofonlarla kaydedilmiş, pahalı bir deck üzerinde mikslenmiş ve yine çok pahalı bir stüdyoda mastering’i yapılmış (cilalanmış diyeyim) bir PROVA DEMOSU.

Neden? Çünkü “konserde ne çalıyorsak o.” O zaman ‘80’ler boyunca insan kandırdınız zira üst üste tonlarca gitar, synth ve vokal katmanı vardı o kayıtlarda. Ama ne ironiktir ki insanlar tam olarak da o büyük prodüksiyonlu albümleri klasik sayıyor, bunları değil. Eğer prodüksiyon denilen şeyin bir anlamı olmasaydı, prodüktörlük diye bir meslek de olmazdı. İşin tekniğinden habersiz dinleyici (ki kimse teknik bilmek zorunda da değil) dinliyor ve diyor ki “Maiden eskisi gibi değil.” Aslında Maiden eski Maiden da, başında Martin Birch gibi gerçek bir prodüktör yok, problem bu.

Şimdi diyeceksiniz ki “be adam, albüme demediğini bırakmadın, Kevin Shirley’nin ağzının ortasına ettin, peki bu albüm 10 üzerinden 7’yi nasıl hak etti?” Onu da açıklayayım.

Aslında cevap basit: Çalan grup Maiden!

Evet, parçaların çoğu zayıf düzenlemelere sahip. Ama o riffleri çalan, o melodileri döktüren Maiden. Evet, parçalar demo seviyesinde bir hamlıkta. Ama o hamlığın içinde bile çok güzel şeyler var çünkü işin başında Steve Harris, Adrian Smith, Bruce Dickinson gibi dünyanın sayılı Rock müzisyenlerinden üçü var.

ENSTRÜMANTAL BÖLÜM

Açılıştaki “If Eternity Should Fail” en iyi parça. Zira bu parça Bruce’un potansiyel bir solo albüm için yazdığı ve demo halini Roy Z ile kaydettiği bir eser. Maiden parçanın demo halini olduğu gibi çalmış. Bu nedenle son derece oturmuş, bitmiş bir parça dinliyorsunuz.

“The Book Of Souls,” artık kusma raddesine getiren akustik bir Gers introsuyla başlasa da çok çok başarılı bir düzenlemeyle uçuşa geçiyor, albümün en iyilerinden.

“Death Or Glory” tam anlamıyla “Powerslave” dönemini anımsatan bir marş. Tabii ki dinlediğimiz şey hit potansiyeli taşıyan bir parçanın ham demo hali. Buna rağmen hafif bir hayal gücü kullanımı ile bu şarkının nasıl bir klasik olabileceğini hissedebiliyorsunuz.

“Tears Of A Clown” Steve Harris’in en iyi liriklerinden biri, düzgün kaydedilseymiş gelmiş geçmiş en büyük Maiden hitlerinden biri olabilirdi. Buradaki versiyon ‘70’ler Wishbone Ash’inin sert bir hard rock şarkısı coverlaması gibi olmuş.

“The Man Of Sorrows” inanılmaz güzellikte Dave Murray gitarları içeriyor ve “The Prophecy”nin genç bir akrabası gibi.

“Empire Of The Clouds,” ortasındaki doğrultusuz enstrümantal bölümü hariç tutarsak, bir başyapıt. İnanılmaz bir hikaye anlatıcılığı ile Bruce, vasat seviyede takılı kalabilecek bu albümü sonraki boyuta taşıyor. Evet, parçanın söz konusu bölümü bir düzenleme kusuru olabilir ancak duygu yoğunluğu tek kelimeyle eşsiz.

Kalan parçalar: “The Great Unknown,” “When The River Runs Deep,” “The Red And The Black,” “Shadows Of The Valley,” iyi fikirler içeren (bilhassa ikincisi) ancak düzenlenmeden çiğ bırakılmış, pişmemiş parçalar. Çoğunlukla bayık ama arada bir kısa süreli olmak kaydıyla keyif veren SEKİS gibiler diyeyim.

SLOW OUTRO

Peki Maiden’ın neye ihtiyacı var? Maalesef hiçbir şeye ihtiyacı yok. Grup şu an kariyerinin zirvesinde. Elemanların her biri milyoner. Bunu tıpkı Rolling Stones gibi egoları için yapıyorlar ve kendi borularını istedikleri gibi öttürebilme lüksüne sahipler. Comfort Zone’larından dışarı çıkıp, kendilerini zorlayıp, büyük prodüksiyonlu bir albüm yaparlar mı? Zannetmiyorum, hele ki başlarında Kevin Shirley gibi “salla başı, al maaşı” tarzı bir adam varken. Bu nedenle eldeki ile yetinmekten başka çaremiz yok gibi görünüyor. Bruce ciddi bir ölüm tehlikesi atlattı ve her biri artık bu tehlikeye yakın durumdalar. Elimizdekiyle yetinip, gözlerimizi kapayıp zevk almaya bakmak zorundayız. Hem nasıl olsa Bruce yakında bir solo albüm yapacak ve bundan daha iyi olacak, mhehe.

Maiden, Priest, Metallica, şu, bu. Bu adamlar türlerinin son örneği. Ve bu isimler emekli olduğunda, bir daha asla bu kadar büyük gruplar olmayacak. Bir daha asla böyle konserler izleyemeyeceğiz. Bu nedenle çok da beklentiye girmeden eldekiyle yetinmek en doğrusu diye düşünüyorum.

Haaa… Her yeni albüm yaptıklarında kör gözlerle “ON NÜMERO ALBÜM ON ON ON” diye saçmalamak da anlamsız. Öyle bir şey yok çünkü.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.