Opeth’in “Pale Communion” Albümü ve Kişisel Bir Prog Rock Eleştirisi

Paylaş:
Prog-rock-paslanmaz kalem

“Emre, dünyada en sevdiğin albüm hangisi?” diye sorulduğunda, verdiğim cevap hâlâ değişmedi: Opeth’in “Still Life”ı. Hakkında mütevazı olamayacağım (ve sıkça da espri malzemesi olacak) kadar geniş olan müzikal zevk yelpazeme bakıyorum ve ben de bu albümün hâlâ zihnimin yüzeyinde şamandıra misali yüzmesine şaşırıyorum. Squarepusher gibi electronica icracılarından Erykah Badu gibi R&B şarkıcılarına, Gotan Project gibi tango nuevo gruplarından Nachtmystium gibi black metal topluluklarına kadar sayısız tür, müzisyen ve albümü keyifle dinliyorum. Ama yıllar geçse de “Still Life”ı ve Opeth’in “My Arms Your Hearse” ve “Blackwater Park” gibi diğer albümlerini aynı heyecanla müzik çalarımda döndürdüğümü görüyorum. O albümlerde, başka hiçbir grupta olmayan, nostaljik zafiyetlerimin ötesinde bir duygu yoğunluğu, anlam bütünlüğü, türler arasılık ve icra olduğunu düşünüyorum. Henüz sıkı bir prog rock dinleyicisi olmadığım ergenlik yıllarımda bile bu albümlerde çok hassas bir biçimde dengelenmiş bir harman, eski grupların hissiyatından ödünçler alıp bunu modern metal sounduyla ustalıkla karıştıran, teknik kabiliyeti üstün bir grup dinlediğimi biliyordum.

opeth-still life-paslanmaz kalem

Hâlâ en sevdiğim albüm

Bir de bunlar üzerine Mikael Åkerfeldt’in yarattığı konseptler ve kaleme aldığı edebi şarkı sözlerini koyduğumda, kendime rahatlıkla itiraf edebiliyordum: “Opeth benim favori grubum.” Lisedeki okul servisinde çabucak eve varıp “Still Life” dinlemeyi arzuladığımı, belediye otobüsünde, herkesin ortasında “Blackwater Park” dinlerken kollarımdaki tüylerimin diken diken oluşunu izlediğimi hatırlıyorum. Anlayacağınız, artık favori grubum olmasalar da Opeth’in kalbimdeki yeri büyük.

2011 yılına ait “Heritage”tan da büyük keyif aldığımı ifade etmeliyim. Evet, Åkerfeldt’in çok sevdiğim death vokalleri bu albümde artık yoktu ve metal soundundan da oldukça uzaklaşmışlardı. Åkerfeldt yıllardır haberini verdiği prog rock dönüşünü gerçekleştirmiş, albüme verdiği “Heritage”, yani “Miras” ismi ve kapaktaki simgesel resim ile ’60’lar ve ’70’lerin gruplarından devraldığı mirası sürdürdüğünü ima ediyordu. Ama ne olursa olsun, “The Devil’s Orchard”, “I Feel the Dark”, “Häxprocess” ve “The Lines in My Hand” gibi parçalar hâlâ buram buram Opeth’ti. Sert gitar riffleri ve akustik arpejler yine bildiğim aynı renklerdeki Opeth hissiyatını barındırıyordu. Biliyordum; Åkerfeldt’in şarkı sözlerindeki yaratıcılık 2005 seneli “Ghost Reveries”den sonra düşmeye başlamıştı ve bu albümde de hiçbir anlam bütünlüğü hedeflemeyen, sadece imgesel amaçlar edinmiş, sıradan prog rock müzisyenleri bayalığına dönüşmüştü. Ama olsun, Åkerfeldt’in besteleri bu kadar iltimasımı hak ediyordu.

“Heritage” ve simgesel kapak resmi

Resmi yayın tarihi 26 Ağustos 2014 olan son albümleri “Pale Communion”ı dinlediğimde ise hem Opeth’e, hem de kendime dair büyük bir gerçeğe varıyorum: İkimiz de çok değişmişiz. Açıkça ifade etmek gerekirse, ben eskisi kadar büyük bir prog rock hayranı değilmişim, Opeth de artık bütün metal müzik hissiyatından sıyrılıp büsbütün bir prog rock grubu olmuş. Duygusallığımı ve cüzi tedirginliğimi mazur görün; yaşadığım şey, çok sevdiğim eski bir dostla yeniden buluşunca, varlığına alıştığım o eski heyecanları duymamanın verdiği bir üzüntü. Albüm –çok seyrek anlar dışında– külliyatını her notası ve mısrasına kadar ezbere bildiğim Opeth’ten o kadar uzak ki, Åkerfeldt’in vokalleri olmasa Opeth’e ait olduğundan bile şüphe edebilirim. Opeth’e ait olduğundan emin olduğumda da Åkerfeldt’in üstatlarına saygı duruşlarında bulunmaktan o karanlık tınılı, orijinal Opeth müziğini yapamadığını gözlemliyorum. (Åkerfeldt eski prog rock müzisyenlerinin grup ve şarkı isimlerini kullanmayı kariyerinin başından beri severdi ama “Goblin” isimli bir parça yapıp doğrudan Goblin’i taklit etmesi bir ilktir örneğin.)

“Pale Communion”, aklıma gelirse ara sıra dinleyeceğim, kaliteli bir ’70’ler soslu prog rock albümü –ne yazık ki başka bir şey değil. Evet, Fredrik Åkesson’ın gitar soloları müthiş, Opeth grup olarak belki de her zamankinden daha fazla teknik kabiliyet sergiliyor ve albüm nefis gitar/vokal/klavye melodileri içeriyor… Ama bunlar azıyla, çoğuyla zaten eskiden de vardı. Evvelde, bunların ötesinde, müthiş sözler, güçlü gitar riffleri ve en önemlisi Opeth’i Opeth yapan zifiri karanlık bir atmosfer bulunuyordu.

Bu albüm, ne yazık ki, bir de hayatımın prog rocktan uzaklaşmaya başladığım bu safhasına denk geldi. Hâlâ prog rock dinliyorum, eskiden beri döndürdüğüm birçok albüm elimin altında ve yeni çıkanları da az çok takip ediyorum. Ama itiraf etmeliyim ki eski heyecan ve hayranlığımdan eser yok. “Pale Communion”da bile en beğendiğim şarkının, prog rocktan en uzak olan “Faith in Others” olduğunu ya da mesela Steven Wilson’ın daha az progressive öge içeren “Insurgentes” albümünü diğer işlerinden daha etkileyici bulduğumu gözlemliyorum.

Steven Wilson’ın “Insurgentes”ini Porcupine Tree’ye yeğler oldum

Bunun nedeni üzerine kafa yorduğumda da aslında birçok eleştirmen tarafından önceden dile getirilmiş sebeplere vardığımı eklemem gerekir. Bu sebepleri dile getirmeden önce bu makalenin başlığındaki “kişisel” sözcüğünün altını çizeyim. Amerikalı deneysel besteci ve müzik teorisyeni John Cage’in yaklaşımını benimsiyorum. Örneğin Cage, caz müziğinden hiç hoşlanmazdı ama kendisi için önemsiz olan bir müziğin başkaları için önemli olabileceğini söyler ve bütün türlere saygı duyduğunu dile getirirdi. Şu özlü sözünü çok severim: “Duygular –sevgi, neşe, kahramanlık, merak, sakinlik, korku, öfke, üzüntü, tiksinti– dinleyicidedir.”

Prog rock hissiyatından uzaklaştığımı fark etmem, sevgili dostum Ümit’in dile getirdiği bir sözü benim de benimsediğimi kendime itiraf etmemle başlıyor. Camel üzerine yaptığımız bir konuşmada Ümit, favori Camel albümünün “Rajaz” olduğunu söylemişti. Ben de “Mirage” gibi bir prog rock efsanenin yanında o albümün sönük kaldığını dile getirdiğimde, Ümit bana “Rajaz”ın Andrew Latimer’ın olgunluk dönemi albümü olduğunu söylüyor ve o albümdeki dokunuşlarında, “Mirage” ya da sonraki albümlerde olmayan bir rafinelik, elekten geçmişlik olduğuna dikkat çekiyordu. Latimer, “Rajaz”da çok daha az nota basıyor, grup üyelerine çok daha az solo atacak alan bırakıyor ve tüm albümü saran bir atmosfer, ritm (develerin yürüme ritmi) ve anlam bütünlüğü için çabaladığını ekliyordu. Bu konuşmamız üzerinden geçen zamanla Ümit’in söylediklerine yaklaştığımda, diğer prog rock albümlerinden uzaklaşmaya başladığımı fark ettim.

John Cage

Bu da beni prog rockla ilgili ilk eleştirime getiriyor. Bir keresinde Da Vinci, bir resmi yapmak için iki ressam gerektiğini söylemişti: Biri resmi yaparken ötekinin de fırçayı elinden alması gerekiyordu. Bu ifadedeki hakikatin, seslerle resim yapan müzisyenler için de doğruluk taşıdığına inanıyorum. Sessizliği keşfeden, yani “es” notasını kullanmayı bilip hem varoluşun, hem de hiçliğin izlerini bestelerine ve doğaçlamalarına işleyebilen müzisyenler artık benim daha çok ilgimi çekiyor. Teknik kabiliyetle birlikte gelen prog rocktaki diğer unsurlar da beni heyecanlandırmayı bırakın, artık içimi bayıyor: şarkıların merkezinde hâkimiyet kuran, bütün grubu etrafında döndüren virtüözitelikler, sonu gelmek bilmeyen peşi sıra sololar, anlamsız zaman değişimleri, hıza dayalı, göze sokulan teknik kabiliyet, öyküsel şarkı kurguları içinde gitar ya da klavye sololarına denk gelen şehvani zirve anları. Eskiden ilginç gelebiliyorlardı.

İngiliz müzisyen ve yazar David Toop’un bir anekdotu da bu saydığım müzikal özelliklerle birlikte dışa vuran başka bir prog rock geleneğine vurgu yapıyor: kendini çok ciddiye alma. (Bu tabii ki bir genelleme ve her genelleme gibi de gerçeği on ikiden vurmasa da rock müziğin bu türündeki -Genesis, Emerson, Lake & Palmer ve tabii ki Yes gibi- en büyük grupların ve Pain of Salvation gibi prog metal gruplarınn müzisyenlerinde rastlanması, beni düşündürmüyor değil.) 1975 yılında Toop, yakın dostu olan dijital medya sanatçısı ve araştırmacı Jeffery Shaw’dan Rick Wakeman’ın “Myths and Legends of King Arthur” albümünün Wembley’de buz üstünde sahnelendiği gösteriye bir davetiye alır. Shaw, bu gösteride kullanılan şişme kalelerden sorumludur. Toop, “extravaganza” (İngilizcede “abartılı kıyafetler ve dekorlarla düzenlenen müzikal gösteri”) sözcüğüyle tanımladığı gösteriyi dehşet içinde izler: Kızaklı paten giyen prensesler ve kayarken yalpalayan, elinde karton kılıçlar taşıyan şövalyeler, pistin merkezinde duran ve üst üste klavyelerde dakikalar boyu sololar atan pelerinli Rick Wakeman’ın etrafında dönmektedir.

Pelerin, klavyeler ve Rick Wakeman

Emerson, Lake & Palmer ve benzeri grupların konserlerinde sahneye çıkışlarına bakın. Televizyon programlarında ya da büyük açılışlarda sıkça yinelenen Richard Strauss’un “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ünün ya da Sibelius’un “Finlandia”sının derin etkilerinin hissedildiği bir uvertür ve gözleri kör eden beyaz ışıklar ve patlamalarla sahneye çıkan gruplardan bahsediyorum. Gruplara bu anlarında eşlik eden yaylılar ve fanfarlar izleyiciye adeta hayatın anlamını bahşediyor ya da İsa’nın göklerden müjdelerle gelişine eşlik ediyor gibiler.

Beni prog rocktan soğutan bu niteliklerin hepsinin Opeth’te olmadığını, hatta Opeth’in kariyerlerinin başından beri –özellikle sahnede– mütevazılığı, gösterişsizliği tercih ettiğini çok iyi biliyorum. Ama bu son albümle müzikal açıdan topyekûn bu yöne kaydıklarını, şarkılarda anlam bütünlüğünden taviz vererek artık klişeleşmiş teknik numaralara kaydıklarını görüyorum. “Eternal Rains Will Come”ın sonunda ya da “River”ın ikinci kısmındaki gibi amaçsız zaman değişimleri ya da Åkerfeldt’in saygı duruşunda bulunmak amacıyla orijinallikten uzaklaştığı “Goblin” ve yine “River” bana pek bir şey ifade etmiyor ne yazık ki. (Sonuçta Goblin dinlemek istersem Goblin, Crosby, Stills & Nash dinlemek istersem de Crosby, Stills & Nash açarım, değil mi?) Oysa ki Opeth eskiden de değişik, alışılmadık trafikleri olan şarkılar yapıyordu. Ama mesela bir “Face of Melinda”nın sonunda giren sert gitarlarda şarkının bütünlüğüne hizmet eden riffler çalıyorlardı.

Her dönem yenilikçi ve kelimenin sözlük anlamıyla gerçek bir “progressive” müzisyen

Lütfen yanlış anlaşılmasın: Opeth’e asla kızgın değilim. Åkerfeldt’in çok sıkı bir müzik dinleyicisi ve her zaman arzuladığı şeyi yapacak kadar yetenekli ve görgülü bir müzisyen olduğunu bilecek kadar da uzun zamandır dinleyicisi ve takipçisiyim. Kendisi de yakın zamanda verdiği bir röportajda bunu dile getirmiş zaten: “İnsanların şu eleştirisi beni rahatsız etmiyor: ‘Bu müzik bana göre değil.’ Bunda sorun yok. Ama insanlar bizim ne yapmamız gerektiğine dair kararlar verdiklerinde iş değişiyor.”

Åkerfeldt’e yürekten katılıyorum ve istediği müziği yaptığı için de onun adına mutluluk duyuyorum. Ancak eğer Opeth’le yeni yönelimleri artık hep böyle olacaksa, sanırım bu eski dostumu daha az ziyaret edeceğim. Onun yerine, bana sorarsanız, gerçek bir progressive müzisyen olan David Bowie dinleyeyim.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.