Özelde Evrensellik ve “An”da Zamansızlık: James Joyce’un “Dublinliler”i

6526
0
Paylaş:
james joyce-Dublinliler - paslanmaz kalem

Kitap, her şeyden önce, daha ismiyle bile kimler hakkında olduğunu ve hangi şehirden bahsedeceğini ifşa ediyor: “Dublinliler.” Yazarı olan İrlandalı James Augustine Aloysius Joyce bize doğduğu ve kimliğinin şekillendiği şehri ve onun insanlarını anlatacak. Büyük ihtimalle, 15 adet farklı öyküde, şehrin sakinlerinin hayatlarına açılan pencerelerde İrlandalıların 20.yüzyıl başındaki hayatlarından kesitlere tanık olacağız. Geçmişte kalmış bu dönem ve insanlarına bakıp, daha sonra da Joyce’a ait bu şehir portresini zihnimizde bir rafa kaldıracağız –çünkü, sonuçta, bu Natüralistik ve tarihsel bir çalışma. Hatta Joyce’un yayıncısı Richard Grant’e yazdığı mektubundan şu cümle bile bu kitabın hedefini net olarak ifade ediyor: “İrlandalıların benim güzelce parlatılmış aynamda kendilerine bakmalarını engelleyerek İrlanda’da medeniyetin gelişimini yavaşlatacağınızı cidden düşünüyorum.”

Oysaki “Dublinliler” bu evrensellikten uzak görüntüsüne ve kitap ilerledikçe artan “İrlandalılığına” nazaran ve üzerinden bir asır geçmiş olmasına rağmen hâlâ taze ve son derecede evrensel. Öyle gözüküyor ki Joyce, şaheseri “Ulysses”in ardından söylediği “Ben her zaman Dublin hakkında yazarım çünkü eğer Dublin’in kalbine inebilirsem, dünyanın bütün şehirlerinin kalbine inebilirim. Özel olanda, evrensel gizlidir,” sözündeki bilince, ele aldığı bütün mevzularda ve ortaya koyduğu bütün eserlerinde sahipti. Öyle ki “Dublinliler”in üzerindeki İrlanda kültürüne ait detayları hafifçe kazıdığımız zaman, altında insanlığın ortak bilincine ve düşünce sistemine ait en temel fikirleri ve sosyolojik esasları buluyoruz. Şunu söyleyebiliriz: Joyce öykülerinde ne kadar İrlandalılaşıyor, döneminin şartlarına dair detaylara titizleniyorsa, öyküleri o kadar evrenselleşiyor ve zamansızlaşıyordu.

Joyce, “Dublinliler”de, insanlığın yaşam deneyiminin türevini almak ister gibidir –adeta “türev”in matematiksel anlamında olduğu gibi. Anların, kişilerin o anlardaki düşüncelerinin ve mekânların tasvirlerindeki nesnelliği ile zamanı saniyelerden bile küçük birimlerine indirgeyerek, okuyucunun da kendi hayatında bizzat yaşadığı paydaya, o en küçük zaman birimine varmaya çalışır. “Ulysses”ten önce, yirmi yaşında yazdığı ve “St. Stephens” isimli dergide yayımlanan bir makalesinde, konu hakkındaki fikrini şöyle açıklamıştır. Makalede “şiir” ifadesiyle aynı zamanda “yaratıcı yazarlığı” kastetmektedir: “Şiir, hafızanın kızları tarafından çarpıtılan tarihe ehemmiyet vermez; daha çok, sezgilerin ortaya çıktığı, bir kalp atışından daha kısa olan süreye kıymet verir ve onu altı bin yıla denk tutar… Deneyimin meyvesi değil, deneyimin kendisi amaçtır. Bu dramatik, yoğun hayatta bize belirli bir miktarda kalp atışı verilmiştir. Bir noktadan bir noktaya hızla hareket edip, en çok sayıda yaşamsal gücün en saf enerjileriyle buluştuğu odaklarda nasıl mevcut bulunacağız? Mücevher kadar değerli olan bu ateşle yanmak, bu esrikliği korumak… İşte hayattaki başarı budur.” Bu özdeyiş, Joyce’un edebiyatının temel yapıtaşını ifşa eder niteliktedir: Yazar, “an”ı en küçük birimlerinde inceleyerek zamanların ötesinde, zamansız eserler ortaya koyma prensibiyle çalışmaktadır.

Dublin’e ve Dublinlilere dair ayrıntılar ne kadar başka bir kültüre ve zamana ait olursa olsun, bunları aktarırkenki özeni, okuyucuyu metnin ötesine, doğrudan sahnenin oluşturduğu resmin içine çeker. Bu da yazarın bizzat kendi deneyimlediği “epifani” anının okuyucuya yaşatılmasının ilk adımıdır. Etrafımızdaki nesnelerin –doğru bakıldığında– zaman zaman ortaya çıkan “ışıkları,” basit görüntülerinin ötesinde taşıdıkları anlamları vardır. Nesnelerin bu anlamlarının yazara ve oradan da okuyucuya ulaşması “epifani” anının gerçekleşmesidir. “Dublinliler”de Joyce’un ana temalarından biri, günlük gerçekliklerin yaşamın asıl önemli konuları üzerinde –mesela insan ilişkilerinde– yarattığı baskıdır. Böylelikle bu baskının sembolü olarak önemsiz nesneler, karakterlerin hayatlarında önemli birer sembol haline gelir ve rutin, dünyevi şeylerin yarattığı ruhsal bozuklukları resmederler. Örneğin, “Acı Bir Olay”da, Joyce bizi Bay Duffy’nin basit döşenmiş evindeki eşyalar arasında gezdirir. Burada, Bay Duffy’nin değer yargılarını açığa çıkardıklarından, sıradan nesnelerin hayati önemi vardır. Başta mobilyaları ve örtüleri olmak üzere karakterin neredeyse her şeyi siyah-beyaz ve intizamlıdır: Bay Duffy’nin ilişkileri gibi. Bayan Sinico ile yaşadığı arada kalmış ilişkiye katlanamaması ya da yakınlıkla birlikte gelen düzensizliği, karmaşıklığı sevmemesi, “siyah-beyaz”ın aksine “gri”liğe dayanamamasındandır. Bay Duffy’nin hali, yalnızlığın getirdiği anlamsız detaycılığa dair mikrokozmik bir tefsirdir. Eşyaların tasviriyle yaşadığımız epifani, bize Bay Duffy’nin evinin düzgün olduğunu ama bu düzgünlüğün de aşkın ihtimalini öldürdüğünü göstermektedir.

Veya başka bir sahnede, mesela “İki Kafadar”da, Lenehan’ın sadece sıradan bir yemek değil, “bezelye” yediğini ve “zencefil birası” içtiğini görürüz. Nesneler İrlanda dışındaki modern okuyucu için ne kadar yabancı olursa olsun, Joyce’un detayları aktarmadaki nesnelliği burada bizi sayfa üzerindeki karakterle aynı sofraya oturtur ve yemeğine eşlik ettirir. Yazarın kalemindeki incelik kanlı canlı bir resim yaratırken ortaya çıkan otantiklik hissi okuyucunun dikkatini odaklar.

Kaleminde ortaya çıkan özelde evrensellik ve noktada zamansızlık hisleriyle birlikte Joyce’un Natüralist bir hassasiyetle yazdığı bütün öyküler, ele aldıkları tema itibariyle de evrenselliğe ve zamansızlığa ulaşır. İlginçtir ki “Dublinliler” üzerine yapılan incelemelerde Dublin’e ve “İrlandalılığa” sıkça vurgu yapılırken, Joyce’un insanlığın ortak bilincine yönelik işaretleri çoğu zaman es geçilir. “Dublinliler,” özünde basit bir formüle, hatta insanlığın temel düşünce akımlarında ortaya çıkmış sistematiklere, mesela Freud’un “id-ego-süperego” çerçevesine uyar: “Arzu-baskı-tepki.” “Dublinliler”deki bütün karakterler öykülerde bu safhalardan geçer: “Eveline”deki genç kadın, denizciyle birlikte kaçıp, yaşadığı bayağı hayattan kurtulmak ister ama İrlanda’nın muhafazakâr kültürünün kişiliğinde yarattığı baskıyla buna cesaret edemez ve denizcinin ardından sadece bakarak olduğu yerde kalır. Ya da “Kısasa Kısas”ta Farrington, yaşayamadığı, gerçekleştiremediği arzuların hıncını kendi ailesinden çıkarır. Her öyküde farklı biçimlerde ve İrlandalılığın farklı özelliklerine işaret ederek ortaya çıkan “arzu-baskı-tepki” çerçevesi, öykülere evrensellik hissini getiren bir başka özelliktir.

gpubresim eskiOlağan bir bakışla “ters yöne gitmek” gibi gözüken “özel olandan evrensellik” ilkesi, Joyce’un daha kariyerinin başında vakıf olduğu bir gerçekti. William Blake’in bir kum tanesinde tüm evreni ya da sonsuzluğu bir saatte gözlemlemesi gibi, o da en küçük birimlerde, tekili, çoğulu, tümü görüyordu. Üstünkörü bakışın ötesine geçip, basit, bireysel ve münferit izlenimi uyandıran bir olayda, bir milletin ortak özelliklerini, tarihini ve tıkanıklıklarını ifşa ediyordu.

O, yaşadığı şehri ne kadar iyi aktarırsa ve oranın insanlarının yaşadıkları “an”lardaki hallerini ne kadar kanlı canlı tasvir ederse, ortaya koyduğu eserlerinin ölümsüz olacağını biliyordu. Joyce içine koyduğu sayısız muamma ve şifre ile romanı “Ulysses”te ölümsüzlüğü garantilediğini sanıyordu. Oysa o daha bunu ilk öykü kitabıyla çoktan başarmıştı.

 

Not: Bu yazı ilk olarak Sarnıç Öykü dergisinin Temmuz-Ağustos 2014 sayısında yayımlanmıştır.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.