Popüler Kültüre Dair Gelişigüzel Sızlanmalarım ya da “Televizyonu Kurşunlamak İstiyorum”

3717
0
Paylaş:
populer kultur - paslanmaz kalem

Yazılarımı okuyanlar bilir: Çok fazla yergi ve eleştiri kaleme almam. Ama çok doldum, o yüzden, popüler kültür ve özellikle de kaynağı televizyon hakkında gelişigüzel bir şekilde sızım sızım sızlanmaya karar verdim.

Televizyon izlemeyi bırakalı neredeyse on sene oluyor. (Her şey hakkında mütevazı olabilirim ama “aptal kutusu”nu hayatımdan çıkarmam nedeniyle başkalarına tepeden bakıyor ya da çok entelmişim gibi gözüküyorsam, varsın, öyle olsun.) Genellikle yemek yerken annemin mutfağında maruz kaldığım programlar esnasında yerimden fırlayıp Elvis Presley gibi televizyonu kurşunlamak istiyorum. Presley’nin etrafındaki çalışanları ve dostlarının oluşturduğu Memphis Mafia’dan Sonny West’in anlattığına göre, Presley bir gün kızı Lisa Marie ile yemek yerken televizyondaki canlı yayında şarkıcı ve aktör Robert Goulet’in Amerikan marşı, “Star Spangled Banner”ı katletmesini izlemektedir. Söylemesi hâlihazırda zaten zor olan marşın bu sinir bozucu yorumuna güç bela dayanan Presley, Goulet’in sözleri de karıştırmasıyla aniden tabancasını çekip televizyona ateş eder. Kral, “Bu bok yetti artık,” dedikten sonra da yemeğini kaldığı yerden sürdürür. Kızının neden televizyonu “öldürdüğünü” sorması üzerine de şu yanıtı verir: “Tatlım, baba programı beğenmediği için televizyonu oturduğu yerden kapattı sadece.”

“Bu bok yetti artık”

Peki, bu bok gerçekten yetmedi mi artık? Televizyon programları ve popüler kültürün (ve reklamların) bende yarattığı tiksintiyle beraber gençliğime dair bir özelliğe daha elveda dediğimi fark ediyorum. Eskiden televizyonda bizzat gördüğüm, artık ise İnternet aracılığıyla haberdar olduğum beceriksizlik, bayağılık, çapsızlık ve/veya cehalet anlarına artık gülemiyorum, beni eğlendirmiyorlar. Bana ne oldu? Bu, yaşım dolayısıyla yaşadığım bir şey mi? Yoksa birçokların dile getirdiği gibi, toplum olarak fazlasıyla bunlara battığımız için artık orijinalliklerini yitirmelerinin bir etkisi mi?

Durumu şöyle açıklayabilirim: 2003 yılındaki Rock’n Coke festivalinin ikinci gününün sabahında, sürekli detone olan, kulak tırmalayıcı bir kadın sesine gözlerimi açmıştım çadırımda. Sahneye oldukça uzakta olmamıza rağmen, bizi uykumuzdan uyandıran ve -tam anlamıyla- bize kaçacak yer bırakmayan kadının, ellerinde kırmızı balonlarla çocuk taklidi yapan, ilk defa bir konserine denk geldiğim Nil Karaibrahimgil olduğunu görmüştüm. Ardından arkadaşlarıma, “Winston Churchill –bir daha görmesine gerek kalmadığı için– Kalküta’yı görmüş olmaktan mutluluk duyduğunu söylemişti bir keresinde. Ben de Nil Karaibrahimgil’i canlı dinlemiş olmaktan mutluyum,” deyip kendimi ve etrafımdakileri güldürebilmiştim. Oysaki artık bilgisayar programlarıyla düzeltilmiş dahi olsa sesinden duyduğum, aptalca kıyafet markası cingılları sinirlerimi bozmaktan başka bir şey yapmıyor. Küçükken Tansu Çiller’in “halüsinasyon” diyememesi bizi günlerce eğlendirirken, artık cehaletleriyle neredeyse gurur duyacak politikacıların patavatsızlıklarının ve kırdıkları potların videolarını paylaşan arkadaşlarımı Facebook listemden silsem mi diye kendi kendime tartışır oldum. Kötü sözleri olan şarkılar için Amerikalı besteci Johnny Mercer’ın, “Bir alfabe çorbası içsem, daha iyi sözler sıçarım,” esprisini patlatırdım. Ama artık gülme amaçlı açtığım kötü şarkıların bir dakikadan sonrasına tahammül bile edemiyorum.

“Nil Karaibrahimgil’i canlı dinlemiş olmaktan mutluyum”

Dürüstçe söyleyeyim ki hepimizde bir miktar bulunan, “vasat olan”a duyduğumuz marazi ilgiden içimde eser yok artık. O yüzden de zamanımın, sözcüklerimin, enerjimin, dikkatimin ve sabrımın en ufak bir birimini bile böyle şeylere harcamak istemiyorum. İlgilendiğim şeyler salt beğenimi kazanan çalışmalar, ufkumu genişleten insanlar ve içten, yenilikçi, çarpıcı ve merak uyandırıcı fikirler. Çoğunlukla sadece bunlardan bahsettiğim ve onu bunu pek eleştirmediğim için de herkese “kolay beğenen, her şeyi beğenen” gibi gözüktüğümün bilincindeyim. Ama şunu kavramamız lazım: Şikâyet edip eleştirdiğimiz popüler kültür ve siyasetin aleladelikleri artık –İnternet trollleri gibi– bizim ilgimizden besleniyor.

Murathan Mungan’ın dilimize pelesenk olmuş “Türkiye’de her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız,” sözü de aslında bunun doğal bir sonucu. Bir absürtlük, aleladelik karşısında sık sık kendimizi “Şaşırmadım,” derken ya da başkalarını “Bunlar artık şaşırtmıyor,” derken buluyoruz – ki bu da tepki eşiğimizin sürekli yükselmesine ve bizim daha da hissizleşmemize neden oluyor. Adeta hayatımızın her alanına nüfuz eden işitsel ve görsel gürültü gibi… Milan Kundera “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği”nde bu olguya müzik üzerinden şu şekilde değiniyordu:

Milan Kundera: “Eğer bu hayatta iyimser olmak istiyorsanız, kinik olmak zorundasınız”

Bir gün birlikte lokantada oturuyorlardı. Yemek yerlerken yakınlarındaki hoparlörden sonuna kadar açılmış gümbür gümbür bir müzik yayılıyordu çevreye. ‘Bir kısır döngü,’ dedi Sabina. ‘Müzik gitgide daha yüksek çalındığı için insanlar sağır oluyor. Ama insanlar sağır olduğu için müziğin daha da yüksek çalınması gerekiyor.’ ‘Müzik sevmez misin?’ diye sordu Franz. ‘Hayır,’ dedi Sabina, sonra şu sözleri ekledi: ‘Ama gene de farklı bir zaman diliminde…’ Müziğin karlarla kaplı, uçsuz bucaksız bir sessizlik vadisinde açan bir gül gibi olduğu John Sebastian Bach zamanını geçiriyordu aklından. Çocukluğunun ilk yıllarından beri, müzik maskesi altında gezinen gürültü peşini bırakmamıştı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuduğu yıllarda, öğrencilerden yaz tatillerinin tümünü gençlik kamplarında geçirmeleri istenirdi. Ortak mekânlarda yaşar ve hep birlikte bir çelik fabrikası inşaatında çalışırlardı. İnşaat alanındaki hoparlörden sabahın beşinden akşamın dokuzuna kadar gürül gürül bir müzik yayılırdı çevreye. Ağlamak gelirdi Sabina’nın içinden ama müzik neşeliydi ve o hiçbir yere, ne tuvaletlere ne de çarşafların altına saklanamazdı; her şey, her yer hoparlörlerin ses alanı içindeydi. Müzik, Sabina’nın üzerine salınıvermiş bir köpek sürüsüydü sanki. O zamanlar, böylesi bir müzik barbarlığının ancak komünist dünyada hüküm sürebileceğini düşünmüştü. Ülke dışına çıkınca, müziğin gürültüye dönüştürülmesinin gezegenimize özgü bir süreç olduğunu keşfetti; insanlık bununla tarihin mutlak çirkinlik evresine giriyordu. Gelecekteki mutlak çirkinlik, kendisini ilk olarak her yerde birden var olan işitsel bir çirkinlik olarak hissettirmişti: otomobiller, motosikletler, elektrikli gitarlar, matkaplar, hoparlörler, canavar düdükleri. Her yerde birden var olan görsel çirkinlik de çok geçmeden bunu izleyecekti.

IMG00049

Ünlüleri ben de severim

Popüler kültürün aleladeliği ve çirkinliği hazmedilmeden, olduğu gibi vücuttan dışarı atılan bir şey olsa, yine bu kadar sızlanmayacağım ama ne yazık ki iç sesimizi ve muhakememizi de kirletiyor. Yüzleri televizyonlara, bilgisayar ekranlarına ve gazete sayfalarına dönük, iç sesleri buralardan gelen dış seslerin kontrolüne geçmiş, dünyaya ve hayata dair merakları ölmüş insanlar görüyorum. Heidegger “Varlık ve Zaman”da haklıydı: “Onlar”ın umumiliği ve boş konuşması içinde benlik (“Dasein”) kendiliğini asla duyamıyordu.

Pedofili?

Zero 7’ın albümlerinde vokal yaptığı 2000’li yılların başından beri hayranı olduğum Sia’nın geçen seneki “1000 Forms of Fear” albümüne ait nefes kesici, ilk single “Chandelier” ve videosu yayımlandığında bu gerçekle bir kez daha karşılaştım. Sia’nın bizzat deneyimlediği yabancılaşma duygusu ve alkolizm problemine istinaden kaleme aldığı parçanın klibindeki 11 yaşındaki dansçı Maddie Ziegler’ı gören çoğunluğun ilk tepkisi, “Bu pedofili!” idi. Yakın dostlarımdan bile bu tepkiyi görünce videoyu yanlarında bir kez daha açıp neyin onlarda cinselliği çağrıştırdığını sordum. Dans figürleri üzerine konuştukça, “Aslında hiçbir şey, belki sadece ten rengindeki kıyafet,” diye itiraf ettiklerini gördüm. Çünkü sonuçta kareograf Ryan Heffington’ın kendi oynadığı bir videoda anlattığı gibi dans hareketlerinde cinsellikle alakalı hiçbir şey bulunmamaktaydı. Kalabalığın gürültüsünün ve kemikleşmiş söylemlerinden kalan tortuların içseslerimizi nasıl kirletebileceğini gördüm yine: Belki de iyi niyetle ve korumacı bir amaçla hareket ediyor olsak da gözlerimiz bir sanat eserini olduğu gibi göremiyor ve muhakemelerimiz kalabalığın gürültüsüne yenik düşüyordu.

Sia tabii ki bu eleştirilerden haberdar ve bunların beklentisi içindeydi –ki bir sonraki single olan “Elastic Heart”ta mevzuyu biraz daha kaşıdığını gördük. Maddie Ziegler aynı kıyafetleriyle bu sefer de bir kafesin içinde yarı çıplak aktör Shia LaBeouf ile dans ediyordu. Sia bu video için o kadar çok eleştiri topladı ki en sonunda Twitter’dan bir açıklama yapmak zorunda kaldı: “Bu video için bir miktar ‘pedofili!!!’ nidası bekliyordum. Tek söyleyebileceğim şu: Sia’nın birbiriyle çatışan bu iki kendilik halini canlandırabilecek en iyi oyuncular Maddie ve Shia’ydı. ‘Elastic Heart’ ile galeyana getirdiğim herkesten özür diliyorum. Amacım kimsenin canını sıkmak değil, sadece duygusal bir içerik ortaya koymaktı.”

“Bu sanatçı 12 milyonun üzerinde parça satışı sağladı, ‘Hunger Games’in soundtrackinde yeni bir single’ı var ve meşhur olmayı İSTEMİYOR”

İşin manidar tarafı, Sia da popüler kültürün bu gürültüsünden rahatsız olmuş ve artık medyada ve sahnede yüzünü göstermeyeceğini açıklamıştı. Billboard dergisi için 2013’ün Ekim ayında kaleme aldığı bir makalede, (birçok ünlü sanatçıya bestelerini verdiği için) ünlülerin nasıl hayatlara sahip olduğunu anlatıyor ve asla ünlü olmak istemediğini dile getiriyordu. Sia’nın klibinde oynayan LaBeouf de “Nymphomaniac” filminin Berlin’deki basın konferansında aynı şeyi kafasına bir kese kâğıdı geçirerek yapacaktı. Sonradan gördük ki bu da zaten Los Angeles’taki bir galeride icra edeceği “#IAMSORRY” isimli bir performansın hazırlığıymış. Ortalama iki-üç gün kapısında sıra beklenen bu altı günlük etkinlikte, katılımcılar bir “Transformers” oyuncağı,  bir “Indiana Jones” kamçısı, bir şişe Jack Daneiel’s, bir kerpeten, bir ukulele, içinde LaBeouf’e yönelik eleştirel twitler bulunan bir kâse ve Amerikalı yazar Daniel Clowes’un “The Death-Ray” isimli çizgi romanı (LaBeouf Clowes’dan intihal yapmıştı) arasından bir tanesini seçip smokinli ve kafasında kese kâğıtlı LaBeouf’ün karşısına çıkıyordunuz. LaBeouf’le yalnız kaldığınız odada ne yaptığınız size kalmış. (Bir kadının yaptığı gibi, LaBeouf’e tecavüz etmeye kalkışmadığınız sürece tabii ki.)

Aktörlerden bahsetmişken, birazcık da bu mevzu hakkında sızlanayım. Eğer zekâ sahibi uzaylılar bir gün gezegenimize gelseler ve günlük hayatımızı işgal eden şeyleri incelemek için “gazete” denen haber ve bilgi kaynağını ellerine alsalardı, oyuncuların (ve TV yıldızlarının) varoluşumuzdaki en önemli varlıklar olduklarına kanaat getirirlerdi. Lütfen bir saniye durun ve düşünün: Popüler kültürün çoğu neredeyse eğlence sektöründeki bu insanların hayatlarının en anlamsız ve en abes detaylarıyla doludur. Yıldızlar da bundan rahatsızlarmış gizi gözükseler de aslında yeryüzünün “ilgi”ye en aç insanları oldukları için aslında hoşnutturlar. Çocukluğumuzda hepimizin seyrettiği Walt Disney’in “Pinocchio”sundaki “Hi Diddle Dee Dee“yi hep beraber hatırlayalım:

Hi-diddle-dee-dee

Bir aktör hayatı benimki

İpek bir silindir şapka ve gümüş bir değnek

Elmas zincirli bir altın saat

Hi-diddle-dee-day

Bir aktörün hayatı güzeldir

Ünlü olmak harikadır

Bir aktör hayatı benimki

Hi-diddle-dee-dum

Bir aktörün hayatı eğlencelidir

Hi-diddle-dee-dee

Bir aktör hayatı benimki

Cilalı bir bıyık ve bir kürk

Bir at arabası ve bir erkek keçi

Hi-diddle-dee-dum

Bir aktörün hayatı eğlencelidir

Saçın pompadur şeklindedir

Dört kişilik faytonda gezersin

Durup bir şeker dükkânı satın alırsın

Bir aktör hayatı benimki

Hi-diddle-dee-dee

İkiden sonra uyanırsın

Elinde puroyla gezersin

Özel arabanla dünyayı turlarsın

Akşam yemeğin tavuk ve havyardır

Bir aktör hayatı benimki

Son bir kez daha kısaca sızlanıp konuyu kapatıyorum: Peki mesela neden oyuncular hep başka oyuncularla evlenirler? Çünkü narsistlerin aynalara ihtiyaçları vardır. Onların iltifat ve alkışa ihtiyacı olan çocuksu ruhlarından anlayacak yegâne kişiler yine onlar gibi olanlardır. Amerikalı televizyon yapımcısı Don Ohlmeyer eğlence sektöründeki kişiler hakkında bu özeleştiriyi bizzat yapmıştır: “Bakın, eğlence sektöründekiler böyledir –hepsi çocuk gibidirler. Bu alanda tanıdığım kişiler arasında –ben dahil– kimsenin duygusal yaşı on beşin üstünde değil. Bizler normal insanlar değiliz.”

Carlos Castaneda

Gelişigüzel sızlanmalarımın ardından neyi savunduğumu hatırlatmak için Amerikalı antropolog Carlos Castaneda’nın ustası Don Juan’ı çağıracağım. Don Juan iç sesi dünyanın tüm sesleriyle kirlenmiş bir bireyin bir “savaşçı” olabilmesi için bu sesi kesinlikle susturması gerektiğini tembihliyordu. Bizim bu adımı atabilmemiz için ise en kirli, en gürültülü dış ses olan televizyonu susturmamız gerekiyor öncelikle: “Sıradan bir insan için dünya bir gizem değildir ve yaşlandığında da uğruna yaşaması gereken bir şey olmadığını düşünür. Ama bu kişi aslında dünyayı tüketmemiştir, başka insanların yaptıklarını tüketmiştir. Ama ahmakça kafa karışıklığı içinde dünyanın ona sunabileceği gizemi kalmadığına inanır… Bir savaşçı ise bu kafa karışıklığından haberdardır ve her şeyi düzgün şekilde ele almayı öğrenir. Başka insanların yaptıkları hiçbir şart altında onun için dünyadan daha önemli olamaz. Savaşçı böylece dünyayı sonsuz bir gizem, insanların yaptıklarını ise sonsuz bir akılsızlık olarak görür.”

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.