RHYTHM 0 SÖYLEŞİSİ: “Sen sağlıklı bir Mert Yıldız’sın, ben sağlıksız bir Emre Karacaoğlu”

1177
0
Paylaş:
mert-yildiz-rhythm- paslanmaz kalem

Başlığa aldanmayın; aslında ikisi de sağlıksız, ikisi de ruh hastası. Bizi takip edenlerin bileceği üzere yazarlarımızdan Mert Yıldız’ın Rhythm 0 adıyla 3 EP yayımladığı akustik bir projesi var. KARA CEPHE’den geriye kalan zamanlarında 12 telli akustik gitarıyla tüm duygularını sözlere ve notalara döktüğü, normal insanların yapmayacağı tam bir deli işi bu. Diğer PK yazarları gibi Emre de böyle bir projeye kayıtsız kalmayıp Mert ile, sadece bizim gibi ruh hastası okuyucularımızın sonuna kadar okuyup anlayacağı nefis bir  Rhythm 0 söyleyişisine imza attı. Ama röportajı okumadan önce, Mert’in birkaç yakın arkadaşını “hadi be kanka, biz bu klibi çekebiliriz bence” diyerek gazlayıp Oscar’lık oyunculuk sergiledikleri video klibi izlerseniz Mert Yıldız ve Rhythm 0 ile ilgili fikir sahibi olabilirsiniz. (Editör’ün notu)

[youtube id=”a5EQOJ13fVw” width=”620″ height=”360″]

Emre Karacaoğlu: Başka müzisyenlerle kayıtlarda ve sahnede çalışıyor olsan da, Rhythm 0 tek kişilik bir proje. Bunu teyit edersin, değil mi? Ve böyle tek kişilik çalışmaların ne kadar bireysel, içe dönük beste ve güftelerden oluştuğunu da kendin de gözlemlemişsindir. Aynı şey Rhythm 0 için de geçerli, değil mi? Yani “Rhythm 0 = Mert Yıldız” demek doğru mu?

Mert Yıldız: Rhythm 0 tek kişilik bir proje. Bu bir tercih değil, zorunluluk aslında. Bundan üç ya da dört sene evvel Rhythm 0 bir grup olarak kuruldu ancak o dönem slowcore icra ediyorduk ve beraber çalıştığım müzisyenler müziğin yavaşlığına dayanamadıkları için bir bir koptular. Geçen sene kenarda birkaç akustik bestenin biriktiğini fark ettim ve bunları yayınlamak için yine Rhythm 0 ismini kullanmaya karar verdim. Böylelikle Rhythm 0 bir çeşit singer-songwriter olayına dönüştü. Bu aslında benim için önemli bir değişim çünkü çoğu zaman ben de diğer bir sürü müzisyen gibi grup arkadaşlarının arasına saklanmayı tercih eden biriydim, ilk kez tek başıma kendi hislerimi dışa vuruyorum.

Emre: Sorum aslında bununla alakalı. Ben dinlediğim tüm singer-songwriter müziklerinde (folk/neo-folk/vs.) büyük bir içtenlik görüyorum – hatta çoğu başka türde olmadığı kadar. Bundan dolayı sordum. En samimi işin mi yani, Mert? Bunu sormamın nedeni, sıradan bir grup/müzisyen röportajının ötesine geçebilmek için bir kapıyı aralamak. Tabii ki müzikten de bahsetmek istiyorum ama önümde bu kadar içten ve içe dönük bir müzik varken, bunun ardındaki saikleri de incelemek ve deşmek istiyorum. Müsaaden var mı?

Mert: Kesinlikle doğru bir tespit. Ancak dediğim gibi bu bir tercih değil, zorunluluktan ötürü böyle gelişti. Şu an durumdan gayet memnunum. Ve evet, Rhythm 0 kesinlikle en içten ve samimi işim.

Emre: Acaba kendin de içinde birikenleri dökmek için bir yer mi bekliyor ya da istiyordun Mert? Bir de Rhythm 0’da bir sürü grup ve müzisyenden esinler duyuyorum. Onlara olan sevgini de ifade etmek için bir alandı sanırım. Doğru mudur?

Mert Yıldız ve Emre Karacaoğlu

Mert Yıldız & Emre Karacaoğlu

Mert: Şöyle anlatayım: Aslında içinde bulunduğum grupların neredeyse tamamında yazdığım bestelerin hepsi büyük oranda kişiseldi. Tabii ki talihsizlik, bu grupların çoğunun çeşitli sebeplerden ötürü kayıt yayımlayamaması oldu. Ama ilk grubum Vassago’da da lirikler gayet kişiseldi, o zamanlar sembollerin arkasına gizleniyordum, o kadar. Sonraki projelerde de genelde ana besteci hep bendim. Sanırım onların uzun süreli olmama sebeplerinden biri, yazdığım kişisel liriklerin, başka bir solist tarafından dile getirilmesini beklememdi. Bence lirik yazma işi soliste bırakılmalı ki kendinden bir şeyler katabilsin. Ancak bunun bir de diğer yönü var. Biz rock ve metal müzikle büyüdük ve bu müzikte bizi çeken yan aslında “çete” mantalitesidir. Yani 1980’lerde Iron Maiden ile büyüyen birini düşün, 5 tane adamın beraber fotoğraflarını görüyorsun. Sahnede bir “ünite” var, bir “çete” var. Bu nedenle bu mantaliteye programlı olarak büyüdük.

Emre: O programlamayı geride bırakmış olabilirsin. Söylediğin şeyi tabii ki çok iyi anlıyorum. Ama karakterin ve müzikal zevkin daha çok bireyciliğe kıymet vermeye başlamış olabilir. Sanırım bir de eski gruplarının sonuçsuzluğu ve kimi arkadaşlarının disiplinsizliği seni hayal kırıklığına da uğrattı herhalde.

Mert: Kendi adıma asıl kırılma noktası bu mantalitenin bende neredeyse bilinçaltı bir olay haline gelmiş olduğunu görüp bundan kurtulmam oldu. Bir çetenin içinde dikkat çekmeden, insanlarla birebir yüzleşme tehlikesi yaşamadan eriyip gidebilirsin, daha da ötesinde, çetenin diğer elemanlarının varlığından güç alıp kendini yenilmez hissedebilirsin. Ancak tek başına, kendi sesin ve kendi sözlerin ile insanların karşısında durman demek, arkasına saklanabileceğin ya da arasında kaynayabileceğin hiçbir şeye sahip olmaman demek. Bu nedenle Rhythm 0 benim için ciddi bir kırılma noktası. Artık bir solistin arkasına sığınmadan kendi hislerimi tek başıma ifade ediyorum. Böylesi çok daha doğru geliyor.

Önceki projelerin yürümemesinin öncelikli sebebi tabii ki disiplinsizlik. Ancak artık buna da biraz farklı bakmaya başladım. Her müzisyen, içinde Pete Townshend gibi “besteyi bu şekilde yaptım, bu şekilde düzenledim, bu şekilde çalmalıyız” diyen birinin olduğu bir grupta çalışmak istemiyor. Eğer düzgün bir müzisyen isen tabii ki ortaya çıkan müzikte senden de bir şeyler olmasını istiyorsun. Benim içinde bulunduğum gruplarda (Kara Cephe hariç) bu durum hep bir çıkmaz yarattı ve belki de disiplinsizlik konusunu da bu olay ortaya çıkardı.

Emre: REM’den etkilendin mi? Sever misin? Bazı düzenlemelerinde onları duyar gibiyim. (REM – Texarkana)

Ben REM’i çok sevdiğim için benim özel sorum bu. Girişine bile bir bak parçanın. Hoş, tabii ki standart bir şarkı girişidir de… Belki özel olarak aklında mıydı diye merak ettim. (Rhythm 0 – I’ve Been with All the Bad Girls in Istanbul)

Mert: Çok ilginç! Bu şarkıyı ilk kez dinliyorum! Hahaha! Aslında bence bu şarkıya daha çok benziyor: (James Dean Bradfield – Say Hello to the Pope)

İlginç olan şu ki, REM ve James Dean Bradfield parçalarının girişi hemen hemen aynı.

Emre: Rhythm 0’nun üç EP’si var. Üçü de aşk acısı ve/veya aşk acısının ardından hissedilen duygularla alakalı, değil mi? Aşk senin için önemli bir mevzu diyebilir miyiz? Bir de sosyal içerikli şarkı yazma isteğini Kara Cephe’yle hallediyorsun galiba. Ne dersin?

Mert: Kara Cephe’de lirikleri Tanju Can yazıyor, orada onun hisleri ve düşünceleri var ve Rhythm 0’ya göre çok daha farklı temaları işliyor. Rhythm 0’da aslında tam olarak “aşk acısı” ekseninde şarkılar yazdığımı söyleyemem. Rhythm 0 şarkıları “kayıp” ile ilgili, kadınlardan ziyade. Tüm Rhythm 0 şarkıları “kayıp” ile ilgilidir. Ve buna bağlı olarak oluşan burukluk ve nostalji ile tabii.

Emre: Şarkılarda hep “sen” diye hitap edilen biri var. Bende daha çok bir kadın hissi uyandırdı.

Mert: Kadınları aslında kendi problemlerime alet ediyorum. Hepsi bu.

Emre:An Aimless Craving” baştan sona bir ilişki sonrası hakkında gibi geldi.

Mert: Kesinlikle doğru.

Emre:Guddo-Bai“de de hep kadınlarla olan ilişkiler var. Farklı karakterler üzerinden ve anlatıcı üzerinden.

Mert: Doğru tespitler.

Emre: Hatta “The Big Loss“ta da bu ilişki(ler) yeniden masaya yatırılıyor. Geçmişe dönüp değerlendiriliyorlar gibi. Bu arada anlatıcı da kendine yeniden bir “reality check” yapıyor sanki.

Mert:The Big Loss” şarkısında kadınlar ile ilgili bir şey yok aslında, belki liriklerde bu çok açık olmayabilir. “The Big Loss” parçası, “Rumble Fish” filmi ile ilgili, daha doğrusu o filmdeki Motorcycle Boy karakteri düşünülerek yazılmış bir şarkı.

Emre: Onu okumuştum başka bir röportajda. Anlıyorum. “I see you’re still fighting/Tooth to tooth, blade to blade/Should hurt when you gasp for air/Unfurl! Onwards to black days.” Buradaki “you” genel olarak karşındaki herhangi birisi, öyle olabilir mi?

Mert: Kesinlikle, oradaki “you” çoğul bir kullanım aslında. Bir süre dostlarından uzakta kalıp, bir şeyler keşfedip, daha sonra onların arasına döndüğünde ve onların hala aynı yerde kalmış olduğunu gördüğündeki kafa karışıklığını anlatıyor. O keşfettiği şeyi ise bir bıçak olarak sembolize ettim çünkü aslında hayattan kopmasını ve dolaylı yoldan zarar görmesine sebep oluyor, çünkü bir mücadelesi kalmıyor.

Emre: “An Aimless Craving”in son parçası “Rails” ne hakkında? Aşk acısından kaçıp çocukluğunun hatırasına sığınan bir adam anlatılıyor, değil mi? Kendi adıma söyleyeyim, bu benim sıklıkla yaptığım bir şeydir. Hatta özellikle canımın sıkkın olmasına gerek yoktur, anbean aklıma çocukluğum ve ona dair güzel hatıralar gelir ve kendimi iyi hissederim, dünyanın aslında o kadar kötü bir yer olmadığını hatırlarım. Sen de böyle misin? Bu şarkı da bunu mu anlatıyor? Ve eğer böyleyse, “çocukluk” kavramı nedir senin için?

Mert: Bütün yazdığım şarkılar çocukluğuma bağlanabilir. Eğer istersen bunu açabilirim, bu konuda çok uzun süre düşündüm ve bazı sonuçlara vardım.

Emre: Her şey çocukluğa bağlanabilir. Ama her şarkıda çocukluğundan bizzat bahsettiğini görmedim. Daha çok, dönüp dolaşıp yine kendi içinde bulduğun bir yer gibi geldi çocukluk. Tabii ki açmanı isterim. Duygularımız benzeş mi, onu da merak ediyorum çünkü. Sözleri doğru okumuş muyum, onu merak ediyorum. “Şairin niyeti/Okurun niyeti” kıyaslaması yapmak istiyorum.

Mert: Benimki biraz daha farklı bir travma olabilir. Muhtemelen tahmin edemeyeceğin bir şey çıkacak, hazır ol. Ben hafif anaerkil bir sülalede yetiştim. Annem ve babam ile aramda ciddi bir yaş farkı var, yani büyük annem / büyük babam olabilecek yaştalar ve ciddi bir jenerasyon farkı söz konusu. Ama bunun yanında iki teyze, bir anneanne, üç kız kuzen, iki abla ile büyüdüm ve hepsi yaşça benden epey büyüktü. Babam 75 yaşında, annem de 68.

mert-yildiz

Emre: Kadınlar arasında büyümüşsün.

Mert: Kesinlikle kadınların arasında ve epey ilgi görerek büyüdüm diyeyim.

Emre: Üzerindeki etkisini gözlemleyebiliyor musun bunun?

Mert: 11 yaşına kadarki zaman benim için çok iyiydi çünkü kendi yaşıtım olan iki erkek kuzenim (ki onlar da benim gibi şımartıldılar) ile büyüdüm. Daha sonra bu kuzenler, kardeşler vs… Bir bir evlendiler, başka şehirlere okumaya gittiler vs. ve 11 yaş civarında bir de baktım ki annem ve babam ile yalnız kalmışım. Bunu tabii ki o zaman anlayamadım ancak o zamandan sonra feci içe kapanık bir çocuk oldum çıktım. Ayrıca ilkokul bitti, ortaokul başladı, ortam değişimi, yeni arkadaşlar, yeni ortam vs. Yani bir anda dünya değişti ve kendimi anlatabileceğim kimse kalmadı.

Emre: Hatta belki de o kadar kadın arasında kendini anlatma ihtiyacı bile duymuyordun. Kadınların empatisi yüksektir, biliyorsun.

Mert: Dediğim gibi bunu o zaman anlamam mümkün değildi ancak annem ve babam ile de jenerasyon farkından ötürü hiçbir şey paylaşamadığım için ve beni şımartabilecek kimse kalmadığından epey yalnız kaldım ve sanırım bu “kayıp” hissi aslında bu dönem ile ilgili.

Emre: İlginç. Rhythm 0’nun kökleri burada ha?

Mert: Daha sonra yetişkin olduğumda ilişkilerde çoğu zaman kadının baskın olmasını istemiş olabilirim. Yani aslına bakarsan sevilmekten ziyade sahiplenilmek istemek gibi.

Bu nedenle bir ilişki yürümediğinde ya da karşı tarafın bir bencilliğini gördüğümde ya da bir zaafına rastladığımda bu beni normalden çok yaralamış olabilir çünkü ilişkileri aşırı idealize ediyorum.

Tabii ki bu, karşı taraf için de iyi bir durum olmasa gerek. Ancak dediğim gibi, bunu fark edebilmem için 24 sene geçmesi gerekti.

Emre: Ben de bir anneanne ve hala çocuğuyum. Halalarım, babaannem ve anneannemlerin evlerinde büyüdüm annem ve babam çalıştığı için. Hislerini anlar gibiyim. Kendi ilişkilerimde de benzer şeyler yaşadım. O yüzden mesela “Rails”in sözleri beni çok etkiledi: “It was a place I found/So far from long pale days/In no man’s land/Far from where I always had to be/And it was a place I built inside of me/So beautiful, so serene, only mine/Tailored from my childhood dreams/Covered in green and rusty/So near to sea that I can touch the sun/That melts my saddest tears away.” Benim yaptığım “sığınma” işlemi buna yakın bir şey. Zihnimde dönüp dolaştığım yer kötü bir şey olduğunda.

Mert: “Covered in green and rusty/So near to sea.” İzmit’teki fabrikalar. Şu an iş sebebiyle Tüpraş’a gidip geliyorum ve inanılmaz iyi hissettiriyor! Hahaha!

Emre: Bu da bir sonraki sorumla alakalı. Ama ona geçmeden önce şunun cevabını alayım. “Çocukluk” senin için de zihninde dolaşıp döndüğün bir yer mi oluyor?

Mert: Şöyle düşün, her aşık olduğumda dünya yeniden taze, yeni bir yer haline geliyor ve kendimi tekrar çocuk gibi hissediyorum. Muhtemelen çoğu insan için de bu böyledir. Ancak dediğim gibi, bunu kaybettiğim zaman tekrar çocukluğumdaki o ilk “kayıp” hissine dönüyorum, yani sülaledeki bütün kadınlar gitmiş ve ben tek kalmışım gibi.

Emre: Baudelaire’in lafını hatırlatayım bu arada burada: “Deha, çocukluğun istenildiği zaman yeniden keşfedilmesinden ve bu çocukluğun, insanın kendini ifade etmek için kullandığı yollarla ve istem dışı edinilen bütün deneyimlerine bir düzen getirebilen analitik akılla donatılmasından başka bir şey değildir.”

Mert: Ne laftır ama! Çözmüş ve tokat gibi yazmış böyle.

Emre: Rhythm 0 bu gibi.

Mert: Kesinlikle öyle, çocuk olmak isteyen birinin yetişkin olarak bocalaması.

Emre: Rhythm 0 orijinalliğini ve vuruculuğunu buradan yakalıyor bence. Mevzu aşk olmasına rağmen, özellikle “An Aimless Craving”de oldukça geniş mekân tasvirleri var. Mekân tavsirlerini soracaktım.

Mert: Gerçek mekânlar. Ama gerçek mekânların aşık bir çocuğun gözünden tasviri

Emre: Hep yaşadığın büyüdüğün yerler mi? Senin için anlamı ne bu mekânların? Sonuçta, sözlerde sadece duygularından bahsedip geçebilirdin.

Mert: Çocukken dünya gözünde büyülü bir yerdir, yani normal bir kırı, çayırı, ormanı olduğu haliyle görmezsin, ona gizemli anlamlar yüklersin. Dünya o dönemde senin hislerinin bir tetikleyicisi halini alıyor. Bunlardan bahsetmek zorundaydım.

Emre: Sen nasıl anlamlar yüklüyordun bu mekânlara? Nereler buralar? Oralarda neler yaşadın? Bu mekân tasviri tercihini çok yaratıcı buluyorum.

Mert: Dışarıdan bakıldığında muhtemelen özel bir şey yaşamadım. Şarkılarda ne bahsediliyorsa onları yaşadım. Yani bir ormanın ortasına gidip kız arkadaşımla öpüştüm, bir manastır yıkıntılarının ortasında beraber denizi izledim vs.

Emre: Ve bunu bilinen neo-folk gruplarınınkiler gibi mistik/ezoterik anlamlar yükleyerek yapmıyorsun. Çok daha sade ve sahici geliyorlar.

Mert: Bana saçma ve korkakça geliyor onların yaptıkları. Sembollerin arkasına sığınıyorlar.

Emre: Orasını bilemem ama bu sembolik şeylere karşı samimi bir hayranlık duyuyor olabilirler gerçekten.

Mert: “An Aimless Craving” kısa süren bir ilişki ile ilgili. Aslında bir nevi günlüğü o ilişkinin.

Emre: O yüzden daha otobiyografik sözler var. Mekân tasvirleri dokümanter bir duygu katıyor ve sahicilik getiriyor. Sevdim.

Mert: Yazılan şeyler tabii ki tamamen benim bakış açımdan. Kadınlar daha mantıklı düşünebiliyorlar. Mesela o hikâyede bahsi geçen kadın, ben o hisleri yaşarken, “Mert’in evi ve arabası yok, evlensek nasıl evleneceğiz?” diye düşünüyormuş.

Emre: Ve dolayısıyla yaşanan hayal kırıklığı hissi.

Mert: Aslında şunu belirtmem lazım: Rhythm 0 liriklerinde epey bir kara mizah unsuru da var. İlk bakışta görülmeyebilir ancak özellikle “Guddo-Bai”de çok var.

Emre: O kadar güzel cevaplar veriyorsun ki farkında olmadan beni sonraki sorularıma bağlıyorsun, Mert. “Guddo-Bai”de fazlasıyla kara mizah var. Takeshi Kitano sevdiğini biliyorum. Onunki gibi bir deadpan mizah var. Onun görsellikle yaptığını sözlerle yapmışsın.

Mert: Aslında en komik söz “Beach By The Monastery“de. En az sevdiğim şarkı o ancak en iyi mısra orada: “I paid for the entrance. Then I paid with my life!” Yazarken bile gülüyorum.

Emre: Hatta belki de özellikle “Guddo-Bai”de daha majör tonlar ve yine o kara mizah sözlerde bariz bir kinaye var. “An Aimless Craving”i bu şekilde okuyabileceğimi pek düşünmemiştim. Bayağı karanlık gelmişti başından sonuna. “Guddo-Bai”de kinaye bariz ama.

Mert: “An Aimless Craving”de çok komik kısımlar var ama muhtemelen öyle gelmiyordur çünkü çok kişisel. Mesela “I paid for the entrance,” kısmı… Bir plaja girmek için yanlış hatırlamıyorsam 80 TL ödemiştim, onunla ilgili. Eğer bu saçma kara mizah kısımlarını katmazsam o lirikleri yazamazdım. Hahaha!

Emre: Bu da beni bir sonraki soruma getiriyor: Şarkılarda kendine acıyan bir adam anlatılmıyor mu? Mesela “For a Short While”dan şu sözler bunu ele veriyor bence: “Through the fears, all these years, I walked alone/I look like shit, I always did and they still fucked me/It’s just by luck that I found, should’ve played the stupid/My honesty is just a disease.”

Mert: Kesinlikle doğru.

Emre: Neden bu kadar kendine acıma? Baskın duygu bu değil mi? Müziklerinde de, bana tanıttığın Mert Yıldız’la da?

Mert: Ama “kendine acımak” aslında kendini güvenli bir kabuğun içine saklamaya eş değer. Kendine acıyan ve kendini değersiz gören birinin yaralanma şansı azdır.

Emre: Tabii ki. Kastettiğim anlam bir “eziklik” ya da “yenilmişlik” değil. Sen zayıf bir insan değilsin. Şarkılardaki anlatıcı da benim tabirimle “zayıf” bir insan olmaz.

Mert: Kesinlikle. Hayatımda cidden değerli gördüğüm ve saygı duyduğum insan sayısı az.

Emre: Belki milyonlar bu anlatıcıyı “zayıf” olarak tanımlardı ama sen ve benim gibi insanlar böyle bir kişiye “zayıf” demez. Kastettiğim anlam daha çok “self-pity.” Sürekli self-pity duyan bir adam ama kendi içinde güçlü, üretken ve yaratıcı. Ve bunun da kesinlikle bilincinde. Hatta böyle hüzünlü, “kayıp” üzerine yazılmış şarkılarda böyle kara mizah yapabilmesinin nedeni de bu. Doğru mudur?

Mert: Kesinlikle doğru. Çoğu insana hiç saygı duymuyorum. O kadar aptallar ki kendilerini dünyanın merkezi olarak görüyorlar ve ömürleri boyunca kendileriyle ilgili eksikleri hiç fark etmedikleri için embesil olarak yaşayıp, çevrelerine zarar verip sonra da geberip gidiyorlar. Temelde böyle insanlar arasında yaşarken kendimi üstün bile görmem gerek ama kriterim bu topraklar değil. Ben kendimi dünyanın bir parçası olarak görüyorum, içinde bulunduğum toplumun değil. Kendimi değerlendirirken baz aldığım kriterleri de toplumun değer yargıları oluşturmuyor.

Emre: Sevgili dostum, ben sıkı bir Carlos Castenada okuyucusuyum. Duymuşsundur: Meksika şamanlarının sonuncusu Don Juan ile geçirdiği eğitim süreci hakkındadır kitapları. Don Juan Castaneda’ya bir “savaşçı” olmanın eğitimini verir. Geçen aylarda kitaplardan birinde Don Juan’ın şu sözünü okudum. Fikrini merak ediyordum. Don Juan, Carlos Castaneda’ya şöyle diyor: “Kendine acıma konusunu düşün yine. Bu senin için kullanışlıydı çünkü kendini önemli görüyor ya da daha iyi şartları, daha iyi davranılmayı hak ettiğini düşünüyordun. Veya kendine acıma duygunu uyandıracak olaylara ve gelişmelere neden olan kararların için sorumluluk almak istemiyordun. Ya da her gün yaklaştığın ölümünün senin eylemlerine tanıklık etmesine ve sana nasihat vermesine müsaade etmiyordun.” Ölüm mevzusu konumuzla alakalı değil ama Don Juan’ın öğretisinde olan bir şey.

Mert: Aslında çok önemli o. Ömrümüzün uzunluğu büyük problem. Ne yeterince kısa, ne yeterince uzun.

Emre: Bir savaşçı her zaman bir gün öleceğinin farkındadır. O yüzden de dünyadaki zamanının en kıymetli şey olduğunu bilir. O yüzden de bir savaşçı başka insanlara ve onların düşüncelerine asla kıymet vermez. Onun için tek kıymetli olan şey varoluşu ve dünyasıdır. Bunu hatırlarsan, kendine acıma olmaz zaten der, Don Juan.

Mert: Kesinlikle, ama bendeki kendine acıma duygusu zaten diğer insanlar tarafından kurban pozisyonuna konulmam ile ilgili değil diyebilirim, daha ziyade kendimi suçlamam ile ilgili. Yani “Niye böyle zaaflarım var?” gibi.

Emre: Bu durumda, yaşadığın ve Rhythm 0’ya yansıttığın kendine acıma duygusu çevrenden bağımsız mı? Ama nasıl böyle olabilir ki? “Zaaf” kavramına varıyorsan kendi kendine, bu bir karşılaştırma yaptığın içindir. Öyle değil mi?

Mert: Sanırım çoğu insan için bu kesinlikle böyle ancak benim için böyle değil, bundan emin olabilirsin. Bendeki daha ziyade “self-guilt”. Yani kendini suçlamak… Katoliklerdeki gibi. Bu da yine yetişme tarzı ile ilgili. Yani aileden gelen bir şey, benim ailemde herkes kendini suçlar, başkasını suçlamazlar. Babam hariç, o biraz daha farklı bir kültürden geliyor.

Emre: Ama senin üzerinde babandan çok diğerlerinin mi etkisi oldu?

Mert: Babamın hemen hemen hiç etkisi olmadı, hâlâ da yok. Baba tarafımı hemen hemen hiç tanımıyorum. Anne tarafım göçmen ve onların arasında büyüdüm, diğer tarafın düşünce yapısını bilmiyorum bile. Ve anne tarafım tamamen kendini suçlayan ve kendini sevmeyen insanlardan oluşur. Biraz da böyle yetiştirildik, yani: “Yeterince iyi değilsin, neden bunu yapamıyorsun, bak yine hata yaptın, daha iyi olmalısın” vs. Eğer bu yapıda biriysen, yani sürekli hatayı kendinde arayan biriysen, herhangi bir ilişki içinde bu durum, seni karşı tarafın istismarına açık bir hale getiriyor. Farkında olmadan sömürülüyorsun. Ve karşı tarafın kültürel yapısına bağlı olarak (zira içinde bulunduğumuz toplumda baskın, Tayyip Erdoğan gibi “ben yaptım, oldu”cular seviliyor, beğeniliyor ve saygı görüyor) saygı görmemeye başlıyorsun çünkü karşındaki insan bunu “güçsüzlük” olarak tanımlıyor. Hâlbuki mağara adamları değiliz, vahşi bir doğada ayakta kalma zorunluluğumuz yok ama maalesef bazı çıkmazlar söz konusu ve tabiri caizse “olmuyor.” Bunun bizim toplumumuz ile ilgili olduğunu düşünüyorum, yani Orta Doğu toplumuyla ve temelinde de bana göre dini sebepler var.

Emre: Bu söylediklerinin bilincindeyim. Zaten milyonlarca kişi için “zayıf”lık derken kastım buydu. Ama bu durumda bir özeleştiri yapman gerekmiyor mu? Bana sorarsan Rhythm 0’daki anlatıcı bu özeleştiriyi daha dürüstçe yapıyor. “Zaaf” kavramını başkalarının değerleri üzerinden tanımlamış oluyorsun. Bu kaçınılmaz bir şey, benim de kendi hayatımda yaptığım bir şey. Bak şimdi, “Frostbit Heart” şarkısında üç karakter var: Wolfgang, Dimitris ve Rasputin. Onlar üç farklı insan. Anlatıcının etrafındaki üç kişi. Onların hayata ve kadınlara bakış açılarını duyuyoruz. Anlatıcı dürüstçe bu karşılaştırmayı yapıyor. Ve kendince bazı sonuçlara varıyor. O sonuçlar hakkında da bir iki kelam edeceğim. Ama ilk önce o özeleştiriyi yapmanı istiyorum, Mert Yıldız olarak. Yaşadığın self-pity ve self-guilt duygularının ne kadar başkalarından bağımsız olduğunu söylesen de bu kavramsal olarak imkânsız. Yanlış anladığım ya da görmediğim bir şey mi var? Japon yazar Osamu Dazai’yi hatırla. Aslında bütün problemi etrafındakilerle yaşadığı uyumsuzluk.

Mert: Kesinlikle “etrafındakilerle” olayı doğru. Ancak başkalarının seni tanımladığı nokta üzerinden self-pity duygusunun oluşması doğru değil. Daha ziyade, “Hâlâ neden akıllanmadım?” gibi bir düşünceye ulaşma üzerinden self-pity gelişiyor. Yani bu tip insanlar ile uyumlu olmadığımı bilmeme rağmen hala bu tip şeylere bir şans vermem ya da hayale kapılmam sonucunda gelen bir başarısızlık var. Kesinlikle kendi (katı) değer yargılarım çerçevesinde kendime kızıyorum ve emin olabilirsin, diğer insanlarınkiler kadar esnek da değilim.

Emre: Şu anda daha iyi anladım. Kendine kızıyorsun. Ama peki, içinden bir ses de bunun senin gücün/orijinalliğin/yaratıcılık kaynağın olduğunu söylemiyor mu? Yani hem cezan, hem ödülün gibi.

Mert: Söylüyor. Ama bu olmadan yaşamayı tercih ederdim. Hatta diğer insanlar gibi olabilmeyi tercih ederdim. Böylelikte bu yükten kurtulmuş olur, kafama hiçbir şeyi takmadan yaşardım. Güzel olurdu.

Emre: “Tercih” doğru bir sözcük değil. Tercihe bağlı bir şey değil sonuçta. “İsterdin,” diyelim. “Frostbit Heart”taki üç karakter içlerindeki boşlukları doldurmaya çalışıyorlar. Ve ellerindeki şeylerle dolduramıyorlar, şarkının sözlerinde anlatıldığına göre. Şarkının anlatıcısı da dolduramıyor. Ama o bunu kabullenmiş gibi sanki. Kabullenmiş… Ama hakkında şarkı yazmadan da duramıyor gibi.

Mert: Tercihe bağlı değil maalesef. Yani böyle bir seçenek olduğunu düşündüğüm zamanlar oldu, müziği vs. bırakıp standart biri olmayı denedim, yine olmadı, bu sefer beraber iş yaptığım insanlar tarafından istismar edildim. Aslında herkes tarafından istismar edildim. Ev arkadaşları, yakın arkadaşlar, kız arkadaşlar, iş ortakları, komşular vs. Ama bununla ilgili kimseyi suçlamıyorum. Başkaları çakal diye kendi değer yargılarımdan vazgeçecek ya da onlara onların değer yargılarıyla yaklaşacak değilim. Bu da zaten kaçınılmaz olarak soyutlamayı getiriyor beraberinde.

Şarkıları yazmamın sebebi kabullenmek istemem zaten. Yazarak sistemimden atıyorum bir nevi.

Emre: Üç senedir tanışıyoruz seninle. Sen arada bir tersini iddia etsen de benzeş ruhlar olduğumuzu düşündüğüm için senin ifadelerini okurken kendimden çok şey buluyorum. Rhythm 0’da da bunu gözlemledim. O yüzden böyle psikoloji yüklü bir röportaj oldu. Bir de sözlerinin genel doğası da buna çok elverişli tabii ki.

Mert: Sen sağlıklı bir Mert Yıldız’sın. Ben sağlıksız bir Emre Karacaoğlu’yum. Hahaha!

Emre: Buna yakın bir şey söyleyecektim. İç dünyalarımızın çok yakın olduğundan eminim ama dışavurum farklı oluyor. Bunun neyle alakası var? Bunu da anlamaya çalıştım bu röportajda. Sen de bir savaşçısın. Bunun tersini düşündüremez kimse bana. Hayao Miyazaki’den iki alıntı yapacağım senin için: “Nefretle kararmış gözlerle bakmamalısınız. Kötünün içindeki iyiyi, iyinin içindeki kötüyü de görmelisiniz. Hiçbir tarafa kendinizi teslim etmemeli ve ikisi arasındaki dengeyi korumaya yemin etmelisiniz.” Diğeri de şu: “Şahsen çok kötümser bir insanım. Ama mesela çalışanlarımızdan birisinin bir çocuğu doğduğunda, onun için iyi bir gelecek dilemekten başka bir şey yapamam. Çünkü çocuğa, ‘Bu dünyaya gelmemeliydin,’ diyemem. Ama dünyanın kötü bir yönde ilerlediğinin de farkındayım. Ve işte bu çelişkili düşüncelerle nasıl bir film yapmam gerektiğine karar veririm.” Ben Miyazaki gibi yaklaşıyorum her şeye. Senin söylemlerinse sık sık tersi oluyor. “Kötü”yü ben de görüyorum. Gözümün önünde zaten. Kafası azıcık çalışan herkes görüyor. Ama sen söylemlerinde buna odaklanıyorsun. Oysaki davranışların, emeğin ve yaratıların tersini yapıyor. Dünyanın kötülüğünden dolayı vazgeçmiş bir insan her şeyden istifa eder. Senin bununla alakan yok. Şarkı yazan birisi o sınıfa girmez mesela.

Mert: J.G. Ballard’dan: “Ben insanın suratını kendi kusmuğuna soktuktan sonra onu aynaya bakmaya zorlamak istedim.”

Emre: Çok severim. Onun bilim kurgu öyküleri hep böyledir. Hepsi. Her yaratıcı fikir, garip bir gelecek tasviri içeren öyküsünde o insanlık eleştirisi hep vardır. Ama bu da bir inanç, umut sonucu değil mi? Yani o öyküleri yazıyor olmak.

Mert: Kesinlikle, aslında yayınlamadığım bir EP var (aslında kaydetmekten vazgeçtiğim), o tam olarak bu eksende olacaktı. Bir şarkısının konser kaydı var: Rhythm 0 – “Leprosy Blossoms”. Bu “kişisel” şarkıları sistemimden attıktan sonra (ki attım sayılır) aslında daha çok bu tip şeylere odaklanmayı planlıyorum.

Emre: Bunu izlemiştim, evet. Sözlere özellikle dikkat edemedim. Yaklaşımın ne tam olarak bu parçada? Önceki Rhythm 0’lardan farkı ne?

Mert: Bu arada fikrine kesinlikle katılıyorum. Ballard inanılmaz karamsar yazar ama dibinde bir yerde bu yazdıkları ile insanları uyandırabileceğinin umudu vardır.

Önceki Rhythm 0’lar benimle ilgili, bu parça ve bunun beraberindeki diğer parçalar ise ben ve diğer insanlar ve gözlemlerim ile ilgili.

Emre: “Cüzzam Çiçek Açışları” – Sembolik olarak bu konuştuğumuz şeyleri anlatıyor, öyle mi?

Mert: Mesela bu şarkı da “An Aimless Craving”deki ilişki ile ilgili ama bu kez kendime kuş bakışı bakıyorum.

Emre: Yeri geldiğinde kendi dışına çıkabiliyorsun yani, öyle mi? Peki o bakışta ne buluyorsun?

Mert: “An Aimless Craving”de ben “iyi adam” rolündeyim, bunda ise ben de “kötü adam”ım.

Emre: Onu soruyorum. Yine “self-pity”yle bakıyor olamazsın. Hoş, dışarıdan bakıyorsan “self” olmaz zaten.

Mert: Hayır kesinlikle self-pity yok.

Emre: Ne var?

Mert: Seks düşkünü biri var.

Emre: Yeteri kadar seks yapmadığını mı düşünüyor yani?

Mert: Çok derinine girmeyeyim, tabii ki ben de bu toplumun bir parçasıyım ve diğer erkekler gibi yetiştim, her ne kadar bunu yendiğimi düşünsem de zaman içinde. Aslında bu şarkı da benim bir nevi kendi öz eleştirim: “Karma is a bitch,” gibi bir şey yani. Benzer muameleyi ben de başka kadınlara yapmıştım mesela. Daha bunları kaydetmeye hazır değilim.

Emre: Bu şarkıyı ilk dinlediğimde de beğenmiştim. Özellikle “An Aimless Craving”in aksine oldukça melodik bir zenginliği var. Müzikal açıdan daha renkli.

Mert: Ben de beğeniyorum ancak öncelikle diğerlerini aradan çıkarmam gerekiyordu

Emre: Son bir sorum daha var. O da alıntılarla ilgili: “That Evening Sun” ve “Rails”de yer alan İngilizce ses alıntıları nereden? Peki ya “Despair”in sonundaki Türkçe diyalog? Ben tanıyamadım.

Mert: “That Evening Sun”ınki en sevdiğim: “The Dark Eye” diye bir bilgisayar oyunundan. Ancak oyun, Edgar Allen Poe’nun bazı öykülerinin canlandırması şeklinde, o alıntı da “Berenice” öyküsünün canlandırmasından. Aslında çok kilit bir alıntı o. Bütün sır o alıntıda; o alıntıyı çözersen bütün “An Aimless Craving”i çözersin.

Emre: Ne diyor tam olarak? Çok iyi duyamıyorum.

Mert: Şarkıya bakarsak, şarkının ilk 2 kıtası ve nakaratı böyle “kusursuz” bir aşkı resmediyor. Sonra şu alıntı giriyor: “Berenice, it occured to me that maybe we should get married.” Şarkının sonraki ktası ise önceki kısmın tam tersi, rekonstrüksiyonu, yani hayal edilen her şeyin boşa çıkması, hayal kırıklığı ve geride kalan bir burukluk hissi. Kız sonra diyor ki, “It will pass, you know, it always does.” Yani kızın yaklaşımındaki yüzeysellik. Sonra bir iç ses olarak tekrar sample giriyor: “Even in the days of her beauty, I never loved her.” Kilit nokta burası: O kızı hiçbir zaman sevmedim. Kafandaki kurtuluş sembolünü seviyorsun, o kızı sevmiyorsun.

Emre: Ve bu da sana insan ilişkileri hakkında ne söylüyor?

Mert: Sadece o kadar mutsuzum ki bir çıkış yolu arıyorum ya da çocukluk günlerine geri dönüş için bir kapı arıyorum. Camus’nün dediği gibi: “Daha sonra insanlar geldi. Tutunmak için bir şeyler aradılar ama hiçbir şey yoktu.” Halbuki aşk, “üreme”nin bahanesidir. Bunun dışına çıkan aşk sanırım başarısız olmaya mahkum. Hele ki ben kendi çocukluk travmamı ortadan kaldırmak için “aşk”ı kullanıyorken, tamamen kaçınılmaz. Bütün “An Aimless Craving”in çözümlemesi bu iki sampleda yani.

Emre: Ben bütün insanlık ve ilişkileri hakkında bu kadar karamsar değilim. Böyle şarkılar, kitaplar, filmler vs. olması da beni destekliyor diye düşünüyorum. Yaşadığın o duyguların senin ve herkesin kaderi olduğuna inanmıyorum.

Mert: Ben de.

Emre: Ama gerçekleri ve istatistiksel olguları görmeyecek kadar da aptal ya da kör değilim.

Mert: “An Aimless Craving” o nedenle “aşk” ile değil, “kayıp” ile ilgili zaten. Çocukluğun kaybı… Ve aslında ismi de çok manidar değil mi? “Hedefsiz bir kıvranış.”

Emre: Eğer çerçevenin içinden bakıyorsan, (ki o EP’de öyle baktığını söyledin zaten) evet “hedefsiz” görülebilir. Hatta başka türlü gözükmez zaten. Ama bir gün bir bildungsroman (büyüme romanı) yazarsan, buna farklı bakacağından eminim. Öyle bir roman ya da öyle bir şarkı…

Mert: Olabilir.

Emre: Kimliğini kanıtlayan bir insan olduğunu düşünüyorum. Ve okuduklarım ve anlatılanlara göre bu ölene kadar süren bir yolculukmuş.

Mert: Bana göre insanlar öncelikle korkularını yenmeliler, bu sayede “şey”lere farklı anlamlar yüklemekten kurtulabilirler.

Emre: Kesinlikle.

Mert: Yani aşk aşktır, bir kurtuluş değildir ve olmamalıdır. Kadın da kadındır, fazlası olmak zorunda değildir. İşin komiği, bu “ihtiyaç” ortadan kalktığında hiçbir biçimde “aşk”a ihtiyacım olmadığını fark etmem!

Emre: Yine Meksika şamanı Don Juan’dan bir alıntı yapacağım, az önce söylediğin şeyle alakalı olarak: “Don Juan’ın öğretileri bir ‘bilgi adamı’ olma üzerine kuruludur. Bu yolda bireyin karşılaşacağı dört engel olduğunu söyler: korku, açıklık, güç ve yaşlılık.

Mert: Açıklık?

Emre: Aynen. İlk okuduğumda ben de aynı soruyu sormuştum. Ama sırayla gidelim.

Mert: Çok merak ettim.

Emre: Önce korku: Öğrenmeye başladığımızda, öğrendiklerimizin aklımızdaki resimlere uymadığını fark eder ve bir çatışma duygusu yaşarız. Bu da bizi korkutur. Bu yüzden ilk engelimiz korkudur. Eğer korkunun bizi ele geçirmesine müsaade edersek, öğrenmekten kaçarız. Don Juan’a göre korkuyu yenmemizin yolu, korkuyu deneyimlememize izin vermek ve yine de yola devam etmek. Adım adım korkunun üzerine gideriz ve “zihin açıklığı/berraklığı” elde ederiz. Bu açıklık bize korkuya karşı yürüme isteği getirir.

Ama “açıklık”ın kendisi bizim ikinci engelimizdir. Evet, korkuyu defeder ama bir yandan bizi kör eder. Çünkü açıklıkla birlikte kendimizden fazla emin oluruz ve her şeyi çabucak ve sürekli yaparız. Bu da daha öğrenecek çok şeyimiz olduğunu bize unutturur. Böylelikle de, Don Juan’a göre, “ukala bir savaşçı” ya da bir “palyaço” oluruz. “Açıklık”a yenilmemenin ilacı da şüphe ve dikkattir. Bunun ardından da gücü elde ederiz.

Mert: Kesinlikle. Afalladım.

Emre: Bu safhaya takıldığını söyler misin? Böyle bir özeleştiri yapar mıydın?

Mert: Hahaha! İşin komiği ben zaten bir “açıklık” yakalama peşindeyim! Daha doğrusu “An Aimless Craving”in bütün amacı o açıklığa ulaşabilmekti.

Emre: “Korku” safhasını çoktan geçmiş bir insan olduğunu söylerdim senin. Rhythm 0’daki şarkıları yapan anlatıcı bence “korku”yu çoktan geçmiştir.

Mert: Ve tam olarak “açıklık”a takılmış durumdayım.

Emre: “Açıklık”ı geçip geçmediğini de ancak kendin bilebilirsin.

Mert: Evet gayet “acı” bir “açıklık” safhasında… Yani yeni tecrübelere kapalı vs.

Emre: Kesinlikle!

Mert: Zaten “The Stagnant” bununla ilgili. Lirikleri oku. (Ben yazmadım, eski gitarist yazdı, ancak tam olarak beni tanımlıyor.)

Emre: Özeleştiri yapıyor kendi hakkında, değil mi?

Mert: Kesinlikle. “Açıklık”a ulaştığın zaman güvende oluyorsun ancak duraksamış (“stagnating”) bir hale giriyorsun. İlerleme ya da gerileme yok.

Emre: Belki de o da bu mücadelenin doğal bir ilerleyişi. Bak Don Juan onu da söylüyor: Sakin ol, bu da bir safha, bunu da yaşaman gerekiyor, senden önce bu yoldan geçenler de bunu yaşadı, mücadeleye devam. Soru sorman doğal. Anlamaman doğal. Tıkanmış hissetmen doğal.

Mert: Evet kesinlikle. Bu verdiğin alıntılar inanılmaz zihin açıcı oldu. Ama daha “güç” safhasına gelmeme vakit var.

Emre: Son kalan iki safha daha tahmin edilebilir ve günlük hayatımızda sürekli gördüğümüz şeyler. Don Juan’a göre “güç” insanın en büyük düşmanı. “Güç”e sahip bir insan yenilmezdir ama kolayca, kendisi de fark etmeden acımasız, duygusuz ve bencil bir hale gelir. “Güç”ün kölesi olur ve yine öğrenme biter. Don Juan, bir insanın “güç” safhasını atlatabilmesi için “güç”ün aslında hiçbir zaman ona ait olmadığını fark etmesi gerektiğini söyler.

“Güç” safhasına takılan ve “güç”ün kölesi olan insanlar… “Büyük” sanatçılar, politikacılar, yöneticiler vs. Kendileri olamayan, yeri geldiğinde güç için özkimliklerinin tersinde hareket etmek zorunda olan insanlar… Öğrenme süreçleri dolmuş, “bilgi adamı” olma yolunda sınıfta kalmış kişiler. Çünkü Don Juan’a göre bu süreç ölene kadar devam ediyor.

Mert: Bu da bizi “yaşlılık”a getiriyor sanırım.

Emre: Aynen. Dördüncü engel olan “yaşlılık” geldiğinde, birey “korku,” “açıklık” ve “güç”ü yenmiş olsa dahi, üzerine bir rehavet geliyor. Eğer bu rehavete teslim olursak, gerçekten yaşlanır ve zayıflarız. Dinlenme isteğimiz açıklığımızı, gücümüzü ve bilgimizi elimizden alır.

Mert: Bu arada: “An Aimless Craving”in diğer iki şarkısındaki sampleları söylemeyi unuttum. “Despair”in sonundaki sample, Ömer Kavur’un yönettiği, senaryosunu Orhan Pamuk’un yazdığı “Gizli Yüz”den alıntı -ki en sevdiğim yerli filmdir. “Rails”in sonundaki sample ise “Merry Christmas, Mr. Lawrence” filminin final sahnesinden alıntı. Takeshi Kitano’nun karakteri yan rolde, filmin asıl başrolünde Ryuichi Sakamoto ve David Bowie var. Filmin finaline iliştirilmiş bir sahne bu, ama bütün hepsini toparlıyor gibi. Şarkıya nasıl oturuyor diyecek olursan, insan en kötü anında bile geçmişe dönüp, yüzünü gülümsetebilecek bir şey bulabiliyor. Bu nedenle bayağı vurucu bir sahnedir bu benim için. “Gizli Yüz” sampleı da “Despair” parçasına oturuyor çünkü o film de bir kadının peşinden dağ tepe gezerken, sonunda aradığı şeyin kendisi olduğunu fark eden bir genç ile ilgili. Bu da yine “aimless craving”e bağlıyor. Yani bu nedenle aslında kendi içinde bir sonuca bağlanabilen bir EP, “An Aimless Craving.” Hedefsiz bir arayış var ama arayış kendinde son buluyor. “Guddo-Bai” de “açıklık” safhası işte bir nevi.

Emre: Modern Mecnun.

Mert: Gibi, evet.

Emre: Tanrı’nın yerine kendini buluyor… Seküler dünyamıza uygun bir keşif.

Mert: Aynen öyle, işin zor kısmı da o zaten. Sonraki “Guddo-Bai” çok daha karanlık liriklere sahip o yüzden. Çok daha depresif. “For A Short While”daki gibi lirikler çıkıyor işte, hepsi de self-pity içeriyor. Bu yüzden de kara mizah yönü daha baskın. İlk şarkı mesela, “I’ve Been with All the Bad Girls in Istanbul”, onu kara mizah olmadan nasıl yazabilirsin?

“For A Short While” parçasını yazarken, kaydederken ve mikslerken resmen işkence çektim ve bitirene dek resmen feci durumdaydım. Bir an önce bitmesi için dua edebilsem edecektim ama inancım yok.

Emre: Neden işkence çektin?

Mert: “An Aimless Craving”de böyle olmadı çünkü zaten biten bir şeyin analiziydi. “For A Short While” gibi bir parçada ise aslında içinde bastırdığın bir şeyler açığa çıkıyor, yani hâlihazırda yüzleşmen gerekiyor. O şarkı “An Aimless Craving”in devamı gibi görünüyor ama değil. O şarkı yine “kayıp” meselesi ile ilgili ve bir çeşit kabulleniş içeriyor. Yani kaybı kabullenip, başını önüne eğip, “Olsun, en azından kısa bir süre için de olsa her şey iyiydi,” demek ile ilgili. Kendini avutmaya çalışıyorsun ama tabii ki avutamıyorsun. Böylelikle hayat meselesine zaten yenilmeyi kabul ederek başlıyorsun, yani yenilgiyi kabul ettiğin bir maça çıkmak gibi bir şey. “Guddo-Bai’”nin kapağındaki yaşlı adam “açıklık” safhasında kalarak ölmüş birisi. Bunun ötesine geçememiş.

Emre: Her şeyi berrak bir şekilde gördüğünü mü düşünüyor sence o adam?

Mert: Kesinlikle benim o dönemki halimi sembolize ediyor. Yani, “Göreceğimi gördüm, eldeki malzeme bu, bu saatten sonra yeni bir şey yok, öleceğim güne dek böyle bekleyeceğim.” O adam da, kim bilir, 50 senedir falan deniz kıyısında yere düşeceği zamanı bekliyordur. Ki o da bir kara mizah, EP’nin ismi bile “Hoşça kal!”

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.