Sembol Kirliliği, Rüyalar, Dream Pop ve Shoegaze

Paylaş:

Müziğin bir dil veya bir iletişim aracı olduğuna dayanan estetik paradigmalardan uzaklaşmak istiyorum. Benim peşinde olduğum şeyi anlatmak için kullandığım metafor, bir ovada tek başına duran bir ağaçtır: Ağaç sadece orada duruyordur, o sizin için bir mesaj değildir ama siz onun sayesinde birçok şey düşünebilir, birçok şey hissedebilirsiniz. Ben de böyle bir ağaç gibi var olan bir müzik yapmaya çalışıyorum.

Bernhard Günter

Son beş-altı senedir rüyalarımı yazıyorum. Sabahleyin uyandığımda zamanım varsa ve rüyamı da hatırlıyorsam, başucumda tuttuğum not defterine rüyamı, gözlerimi açmadan, çalakalem not ediyor, geceleyin de ayrı bir defterde temize çekiyorum. Kişiliğimle, zihnimin çalışma şekilleriyle, gündelik hayatımda gözümden kaçan ayrıntılarla, geçmişimle ve yaratıcılıkla ilgili bana öğrettiği şeyler bir yana, rüyalarımı yazmamın bende yarattığı bariz bir farkındalığa dikkat çekmek istiyorum. Şöyle ki, rüyalarımı yazma alışkanlığı sayesinde, modern hayata ait gürültü, ses ve bilgi kirliliği, reklamlar, amaçsız ve boş iletişimlerin istilası altındaki varlığımızın sırtına binen, bu saydıklarım kadar sinsi ve bunaltıcı bir yükün daha farkına vardım: semboller. Tabii ki burada “sembol” sözcüğünü kullanırken manasını biraz esnettiğimi ve “ima” ve “gönderme/referans” gibi kavramları de içine kattığımı ekleyeyim.

Her şey başka bir şeyi çağrıştırır

Gündelik yaşamda zihnimizi mütemadiyen meşgul eden bir unsurdur sembol. Bakın: Her şey başka bir şeyin yerini tutar, başka bir şeyi çağrıştırır. Her sözün altında belki o anda aklımıza gelmeyen ama adeta beynimizi kemiren imalar vardır. Siyasal alandaki bir olay mutlaka tarihte başka bir olaya göndermedir, hatta belki de onun doğal sonucudur. Bir olaya gösterdiğimiz tepkimizde bile bazen kendimize itiraf edemediğimiz saikler vardır. Açıkçası, insanlık olarak etrafımıza o kadar çok anlam yüklemişizdir ki ister istemez varoluştaki her şeyde bir anlam arama zorunluluğuna benliklerimizi zincirlemiş durumdayız… Bunun beyhude bir çaba olduğunu içten içe hissettiğimiz rüyalarda bile. Neye dayandığı belli olmayan “Rüya Tabirleri” gibi safsata dolusu kitaplar peynir ekmek gibi satar mesela, değil mi? Peki ya bilim? O da rahat bırakmamıştır rüyaları. “Bilincin altında” bir yerlere yerleştirdiği rüya imgeleri üzerine teoriler üretmiş, psikanalizde onlardan faydalanmıştır. Ama tabii ki bilimin rüyaları ele almasına karşı değilim; böyle bir şeyi savunmak aptalca olurdu. Getirmek istediğim bakış açısı, rüyaların sembolsüz olabileceğiyle ve bunun sunduğu özgürlükle alakalı. Sembol/ima/referansların kırbaç darbeleriyle bütün gün dört nala koşturan zihnin, rüyaların getirdiği özgürlükle uçsuz bucaksız bir kırda özgürce dolaşmasının mutluluğundan bahsediyorum. Rüyalarımı yazarken fark ettiğim, yokluğundan bihaber olduğumuz bir özgürlük ve mutluluk bu. Bu gerçeğe uyandığım andan itibaren, Alman minimalist müzisyen Günter’den yazının başına iliştirdiğim özdeyiş çok daha etkileyici geldi. Siz de farkındasınızdır; günümüzdeki yerleşik anlayışlar, bir sanat eserinin kıymetini, barındırdığı referansların çokluğu ve genişliğine göre değerlendirmektedir. Referanslara karşı değilim ama kendi başına duran, sembollere sırtını dayamamış eserlerin de göz ardı edilmesine anlam veremiyorum. Hatta söylediğim gibi, bu tarz çalışmalara varoluşumuzda yer açmanın bir ihtiyaç olduğunu savunuyorum –elde edilince varlığının kıymeti anlaşılan bir ihtiyaç… Hayal gücünün saf yakıtı.

Kaos, münzevi hayaller ve sembolsüzlük (Man Ray – “La Fortune”)

Aslına bakarsak sürrealistler 20.yüzyılın başından beri bu gerçeğin farkındaydılar. Psikanaliz bilinçaltına bakıyor ve orada kişiyi özgürlüğe ulaştıracak, yani kişiliğini ikmal ettirecek bilgilere erişmeye çalışıyordu. Sürrealistlerin tavrı ise bu eğilimlerden bağımsız, estetik hedefli ve yaratıcıydı. Onlar rüyalar aracılığıyla ziyaret edilen bu diyardaki kaos, münzevi hayaller ve sembolsüzlükte ikamet ediyor, gerçek dünyaya sırtlarını dönüyorlardı. Sürrealistlere gelene kadar konvansiyonel sanatta izlek belliydi: “Sembolize eden” ve “sembolize edilen” mutlaka önceden yapılmış kabullere dayanıyordu ve böyle bir sanat eserini anlamaya çalışan kişi, hatları önceden çizilmiş bu çerçeve içinde düşünmek zorundaydı. Oysaki sürrealistler, her tekil rüyanın kendi sembol dünyasını yaratmasını taklit ederek, her eserde “sembolize eden” ve “sembolize edilen”i baştan tanımlıyorlardı. Sanatsal zarafetin bir nesne olmadığını, dolayısıyla nesnel bir tefekkür gerektirmemesi gerektiğini, aksine, sadece görülmesi/okunması/izlenmesi/dinlenmesi/deneyimlenmesi gerektiğini anlamışlardı. Onu aramamalıydık, o zaten gözümüzün önünde olmalıydı. Tabii ki Guillaume Apollinaire veya Arthur Rimbaud gibi sürrealizmin öncüsü olan şairleri ve şiir sanatını göz ardı edecek değilim. Ya da René Magritte veya Salvador Dali gibi dehaların resimde yaptıklarını da… Ama hiçbir sanat dalı sinema ve ondan da çok müzik kadar rüyalara yakın bir etki yaratamaz. Resim, sabit bir imge sunduğu için sadece rüyaları andırır. Edebiyatta ise okunan sözcükler iradenin bilinçli süzgecinden geçip idrak edilir ve ondan sonra hayal gücü ve duygularımıza ulaşırlar. Ama bir sinema filmi veya müzik parçasında, kendimizi illüzyona teslim etmiş bir haldeyizdir. Bu iki ortamdaki imgeler zihnin idrak duraklarına uğramadan etkilerini duygu merkezimizde doğrudan hissettirirler.

Sergey Paracanov – “Narın Rengi”

Sinemada Andrey Tarkovski, Ingmar Bergman, Federico Fellini, Michel Gondry, Theo Angelopoulos, Béla Tarr, David Lynch, Luis Buñuel, Sergey Paracanov (ve Paracanov’u doğrudan kopyalayan Tarsem Singh) gibi yönetmenler rüyaların önemini kavramış ve rüyamsı imgeleri filmlerinde kullanmaya yönelmişlerdi. Rüyalardaki nedensiz, kendiliğinden var olan olaylar ve durumlar bu yönetmenleri cezbediyordu. Süper egonun yani üst benliğimizin suskun olduğu bu âlemdeki en garip anlar, en renkli sahneler, en sapkın düşünceler ve en alışılmadık, tekinsiz duygular bu yönetmenlerin elinde kurgu malzemesine dönüşüyor, onlara sınırsız özgürlük sunuyordu. Müzikte ise tabii ki büyük bir kişisellik hâkim çünkü, sonuçta, hangi tür müziğin kişiyi rüyalara götürdüğü ya da ona eski rüyalarını hatırlattığı sübjektif deneyimle ilintilidir. Ama hâlihazırda doğrudan rüyalarla ilişkilendirilen, hatta ismini doğrudan rüyalardan alan “dream pop” (ve ardından gelen “shoegaze”) akımı karşımızda öylecesine duruyor. Göz ardı edecek miyiz?

Dream pop 80’lerin ortasında ortaya çıkmış, daha çok avangart müziklere fırsat tanıyan 4AD isimli İngiliz müzik firması gruplarının öncülüğündeki, alternative rockın bir alt türüydü. İsminin de çağrıştırdığı gibi, dream pop janrı ambient müziğin atmosferiyle pop müziğin melodi hassasiyetini birleştiriyor, böylelikle de ambientın monotonluğuyla pop müziğin sığlığını kenara sıyırıp bu iki âlemin ideal bir bileşkesini üretiyordu. Janrın üzerinde, Velvet Underground’un Lou Reed’inin bütün telleri aynı notaya akort edilmiş gitarından (kendi tabiriyle “ostrich guitar,” yani “devekuşu gitarı”) çıkan drone yüklü “Venus in Furs” ya da grubun “Sunday Morning” ve Nico’nun düz, renksiz vokaliyle duyduğumuz “All Tomorrow’s Parties” gibi parçalar müzikal anlamda etkili olmuşken, John Lennon’ın 1974 seneli “Walls and Bridges” isimli solo albümünde yer alan “#9 Dream” değişik özelliklerinden dolayı temel dream pop şarkısı olacaktı. Lennon’ın reverb efekti yüklü vokali, yaylıların yarattığı Phil Spector-vari “Wall of Sound” (“Ses Duvarı) tarzı prodüksiyon ve hatta şarkının melodisi ile hiçbir dilde bir anlamı olmayan “Ah, bowakawa poussé, poussé!” sözlü nakaratının da John Lennon’a bir rüyasında gelmesi parçaya bu unvanı getiriyordu.

shoegaze - paslanmaz kalem

“Shoegazing”

Tabii ki 80’lerde “dream pop” ismini alacak olan türün müzisyenleri bu parçalardaki estetik özellikleri alıp daha da ileri götüreceklerdi. (Örneğin 80’lerin sonuna doğru dream popun genel soundunun üzerine bol efektli ve sert gitarlar eklemleyen ve dream poptaki “ses duvarını” bu şekilde ortaya çıkaran gruplar belirmeye başladı. Bu gruplara sahnede sürekli ayaklarına bakarak çaldıkları için “shoegazing” (“ayakkabılarına bakan”) grupları ve bu yeni alt türe de “shoegaze” dendi.) Ama şu soruları sormamak imkânsız: Bu şarkılarda öncülüğü yapılan ve dream popun karakteristik özelliği olan yoğun reverb efektli vokallerin rüyalarla ne alakası var? Biz rüyalarımızda sesleri ekolu ya da delay efektli mi duyarız? Ya da rüyalarımızdaki insanların sesleri kulağımıza kısık, monoton vokaller olarak mı gelir? O zaman “dream pop” ismini nereden almış olabilir? Bu ismi duymamış olsak bile bu şarkıları dinlerken neden bir rüyadaymışız hissine kapılırız?

Sıkı bir Cocteau Twins hayranıyım ve onların dream popun nihai temsilcileri olarak zirvede tek başlarına durduklarını düşünüyorum. Shoegaze için de alt türün öncüsü My Bloody Valentine’ı göstermem gerekiyor. Bu iki grubun müziklerini incelediğimizde, reverb ve delay efektleri kullanımı, geri planda duyulan yüklü klavyeler gibi estetik ögelerin yanında müziği kavramsal olarak destekleyen bazı özelliklerin türe bu “rüya” etiketini getirdiğini görebiliriz.

Elizabeth Fraser

Her şeyden önce, dream pop, müziğin tabiatında sahip olduğu, yazının başında dile getirdiğim daimi “illüzyon sunma” özelliğinden faydalanır. İllüzyonun etkisi altına giren dinleyici, avangart veya deneysel filmlerde yaşanan “anladım/anlamadım” ikileminin ötesinde, sadece “deneyim etmeye” dayalı bir dinleme edimine yönelir. Efektlerden dolayı vokallerdeki dizeler tam olarak seçilememekte ama tamamen anlaşılmaz da değillerdir. Dizeler bir yerlerden okunduğu ya da bir şekilde seçilebildikleri zaman da sunduğu imgelerin garipliği, yabancılığı ve tahmin edilemezliği ile yukarıda bahsettiğimiz rüyamsı hisleri andırır. Alışık olduğumuz referans çerçevelerinde hiçbir anlam ifade etmeyen (ki zaten müzisyenlerinin de röportajlarda sıkça dile getirdiği gibi böyle bir hedefleri yoktur), günlük Kartezyen yaşantılarımızın etki-tepki sıralamalarına uymayan, kendine ait motivasyonları, kurguları, zamanları ve dolayısıyla evrenleri olan şarkılardır. Cocteau Twins’in vokalisti Elizabeth Fraser yazdığı sözlerde bir anlam bütünlüğünden çok görsel ve en önemlisi işitsel bir zenginlik peşinde olduğunu sıkça söylemiştir. Yoksa “Cherry-coloured Funk” (yani “Kiraz Tatlı Korku”) parçasında örnekleyebileceğimiz sözlerde referans/anlam/sembol arayışı nafile bir çabadır:

Bills and aches and blues and poor little everything else
But still more unstable eyes of glass
Not get passed off through my bird lips
As good news

Still being cried and laughed at from behind
Don’t fall behind this
From this much I’ve missed

 

Faturalar ve ağrılar ve hüzünler ve geriye kalan ufak tefek her şey

Ama hâlâ daha dengesiz camdan gözler

Kuş dudaklarım arasından iyi haber olarak kabul görmezler

Hâlâ hakkımda ağlanmakta ve arkamdan gülünmekte

Bunun gerisinde kalma

Bundan çok şey kaçırdım

Vaughan Oliver – Tanıdık olanın yabancılaştırılması

Müzikle birlikte sözlerin sübjektif bir estetik zarafeti olduğunu görüyoruz –adeta rüyalardaki gibi. Yalnız “zarafet” sözcüğüyle kastettiğim anlam her zaman olumlu duygularla alakalı değil. Çünkü hepimizin bildiği gibi rüyalarımızda neşe, mutluluk ve sevgi gibi hoş olanların yanında saf korkudan endişeye kadar geniş bir gamda duygular deneyimleriz. Hatta rüyaların çoğunda Sigmund Freud’un “tekinsiz” ifadesini gerçekleyen “tanıdık ama yabancı” hislerinden doğan bir tedirginlik duygusu vardır. Rüyadaki basit bir korku anında tanıdık nesneler arasında ansızın beliren bir yabancı unsur vardır; örneğin evimizin içinde bir anda beliren bir hayalet gibi. Ama evimizin içindeki eşyaların kendiliğinden hareket etmesi veya evin bir anda bambaşka bir yere dönüşmesi evimizi bildiğimiz anlamda “evimiz” olmaktan çıkaracak, onu hem “tanıdık” hem de “yabancı” kılacaktır. Bireyin böyle bir sahne karşısında yaşadığı tekinsizlik duygusuna da dream pop ve shoe gazede sıkça rastlanır. Bilindik enstrümanların ve vokalin efektlerle bozulmuş halleri ve gündelik dilin alışılmadık bir biçimde kullanılması dinleyicide bu rüyamsı tekinsizlik hissini tetikler. Cocteau Twins’in “Head Over Heels” albümündeki “When Mama Was Moth” (“Anne Güveyken”) bunun şık bir örneği. Bunun yanında, 4AD’ye bağlı grupların albüm kapaklarını yapan İngiliz grafik tasarımcı Vaughan Oliver sayesinde türün aynı çizgide görsel bir kimliği bile ortaya çıktı. Oliver’ın yaptığı kapak tasarımları, aynen kapağın altındaki müzikler gibi, çoğu monokrom tekniğe dayalı, puslu ve aynı “tanıdık/yabancı” ikilemini hatırlatan eserlerdi. Genel olarak bakıldığında, dream pop tanıdık bir şeyi hem işitsel hem de görsel olarak yabancılaştırarak rüyalardan bir özellik daha ödünç alıyordu. Bir rüyanın kurgusu içinde yaşadığımız başka bir his de zamansızlıktır. Bir düşünün: İçinde bulunduğunuz rüya ne zaman başlamıştır? Başladığı anı hatırlamak mümkün müdür? Bulunduğunuz andan geriye doğru ne kadarlık bir süre geçmiştir? My Bloody Valentine “Isn’t Anything” albümlerinde neredeyse her şarkılarında rüyaların bu zaman algısı kaybını taklit etmişlerdir ama bunun en istisnai örneği “No More Sorry” parçaları kesinlikle. Dinlerken sormadan edemiyoruz: Bu şarkı ne zaman başladı? Ben şu anda neresindeyim? Geri planda sürekli taranan gitarlar benzersiz bir devamlılık hissi uyandırarak şarkının sekansları arasındaki hiyerarşiyi saniye saniye siliyor. Beklenmedik bir şekilde gelen sonla birlikte bu güzel rüyayı mutlaka yeniden deneyimlemek istiyoruz ve elimiz ister istemez “Play” tuşuna uzanıyor yeniden.

Marcel Proust

Dream pop ve shoegazede zaman algımızı bozan bir başka özellik ise ambient türünden ödünç alınmış bulunuyor. Monoton vokaller ve başka bir dünyaya aitmiş gibi duran sözler bir şey anlatmaktan çok bir ruh hali yaratma amacı güttüğü için her mısradaki tekil mesaj bir öncekini silmekte, onu önemsiz bırakmaktadır. Önemli olan (ve az sonra önemsiz kılınacak olan) şimdiki andır ve bu andaki birkaç nota ve sözcüğe sıkıştırılan melodik/sözel imgedir. Şarkının bitmesiyle birlikte bu imge yağmurunun ardından geriye elimizde hislerden başka bir şey kalmamıştır. Bir rüyadan uyandığımızda rüyadaki detayların parmaklarımız arasından anbean dökülüp yitip gitmeleri gibi. Slowdive “Spanish Air”de bunu hissettirebilmiş. Rüyaların bu özelliğine “Kayıp Zamanın İzinde”de Marcel Proust da değinmişti: “Sonra birden uyuyakalır, bizim için gençliğe dönüşün, geçmiş yılların ve kayıp duyguların canlanmasının, bedenden sıyrılışın, ruhların göçünün, ruh çağırmanın, çılgınlığın düşlerinin, tabiatın en ilkel âlemlerine gerileyişin (rüyada sık sık hayvan gördüğümüz söylenir, ama orada bizim de çoğunlukla hayvan olduğumuz, nesnelere bilginin ışığını yansıtan akıldan yoksun olduğumuz unutulur; aksine hayatın görüntüsü şüphelidir ve her an unutuş tarafından yok edilir, her gerçeklik kendisinden sonra gelen tarafından silinir, sihirli fenerlerde cam değiştiğinde değişen görüntüler gibi), bilmediğimizi zannettiğimiz, oysa hemen her gece bize açılan bütün bu sırların, ayrıca yok oluşun ve dirilişin büyük sırrının açıklandığı o ağır uykuya gömülürdüm.”

“Hayat bir rüya değildir de nedir?” – Lewis Carroll

Dream pop etiketine sahip müziklerin rüyaları edebiyat ya da sinema gibi diğer sanat kollarından daha iyi simüle edebilmesinin nedenini de “stilizasyon” kavramında buluyorum. Müzik aletlerinden çıkan seslerin bir kamera aracılığıyla çekilen görüntüler ya da bir kalemin yazabileceği sözcüklerden çok daha iyi bir “soyutlaştırma” yaptığı kanısındayım… Ki rüyalar her bireyin varoluştaki en mahrem ve en kişisel alanlarıdır. Bir eser aracılığıyla bu öznel diyara ulaşmak istediğimizde elimizdeki malzemeler arasında en soyut olanları müzikal seslerdir. Dream pop müzisyeni yarattığı atmosferle somut zaman ve mekânın ötesindeki bir yere gitme çabası içinde bir sinema yönetmeni ya da bir yazardan çok daha şanslı kesinlikle. Müziğinde ne kadar stilizasyona, yani tanıdık sesleri (ve sözlerde de günlük dili) öznel ve dilediği bir biçimde değiştirmeye yönelirse, biz dinleyicileri bu rüyamsı hisse daha yakınlaştırmış olmakta.

Rüyalarla birlikte dream pop ve shoegazein gündelik hayatta referans yüküyle boğulan zihinlerimiz için birer özgürlük anı sunduklarını iddia ediyorum. Bu anlarda, uyanık zamanlarımızda pek bulunmayan bir yaratıcılık, benzersizlik ve içgörü imkânı var kesinlikle. Rüyalarımızla uyanık zamanlarımızda kurduğumuz hayalleri karşılaştırdığımızda, “gündüz düşlerinin” ne kadar sıkıcı, sıradan ve doğrudan basit dürtülerimizle bağlantılı olduklarını fark ediyoruz. Oysa artık ihtiyacımız olan şeyin bu içinde boğulduğumuz günlük duygu ve arzu kirliliği değil de hayal gücümüzü özgür bırakacak farkındalıklar olduğu şüphesiz gözümüz önünde duruyor.

“Gerçeklikle yapılan savaşta tek silah hayal gücüdür.”

Lewis Carroll, “Alice Harikalar Diyarında”

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.