DUVARDAKİ SAMURAY GÖLGESİ

283
0
Paylaş:

Iron Maiden’ın Senjutsu şarkısında bahsettiği büyük duvar hayranları da ikiye böldü. Bir savaştır gidiyor. Karamsar taraf Maiden’ın kendini tekrar ettiğini söylerken, iyimser taraf Senjutsu’nun dinlendikçe açılan, derinleşen bir albüm olduğunu iddia ediyor. O zaman kişisel tercihlere, zevklere, renklere bağlı bu savaştaki tarafımızı seçelim…

Doğu Yücel

“Davulların gümbürtüsüyle uyar onları”

Senjutsu’nun hemen başında beklenmedik bir şey oluyor. Siz davullarla başlayıp gitarla devam eden enstrümantal girişin daha epey bir süreceğini düşünürken 48. saniyede Bruce Dickinson ufuktaki istilacıları gören nöbetçi edasıyla şarkıya dahil oluyor, sesindeki kaygıyı gizleyemez bir halde “Beat the warning the sound of the drums” diyor. Yani: “Davulların gümbürtüsüyle uyar onları.”

Bu uyarı sadece Senjutsu’nun yersiz, yurtsuz, zamansız hikayesinin ablukada kalmış halkına yönelik değil, aynı zamanda doğrudan size, dinleyiciye de yapılan bir ikaz. Nicko’nun dev taiko davullarının ritmiyle çaldığı davullar, Bruce’un melodik ama endişeli vokalleri, Adrian Smith’in modern rifleri ve Steve Harris’in volümlü basları bir araya geliyor ve sadece bir dakika içinde daha önce dinlemediğiniz tarzda bir Iron Maiden albümüne adım attığınızı adeta kafanıza vuruyor.

Da-vul-larrr çal-ın-sınnnn, hay-ran-larrr uyan-sıınnn....

Da-vul-larrr çal-ın-sınnnn, hay-ran-larrr uyan-sıınnn….

Bu bir ilk. İlk defa Maiden albümle birebir aynı ismi taşıyan şarkıyla, dahası ilk defa epik ve deneysel bir şarkıyla albümünü açıyor. Ne demek bu? Epik şarkılar, Iron Maiden’ın kazandığı saygıdeğer konumda belki de en baş unsur olsa da grup ortalama dinleyici için zorlayıcı olabilecek bu uzun parçaları hiçbir zaman en başa koymamıştır. Bunu kıran tek örnek X-Factor’daki Sign of the Cross örneğidir. Fakat Sign of the Cross tipik bir epikti, hatta formül olarak bir önceki albümün konserlerde patlayan büyük hit’i Fear of the Dark’taki şablonun tekrarlandığı bir şarkıydı. Şimdiki Senjutsu örneğinde meydan okuma seviyesi birkaç çıta daha yukarıda çünkü şarkı hem bir epik hem de yapı olarak daha önceki hiçbir Maiden parçasına benzemiyor.

Senjutsu karanlık bir albüm, sözleri ve sound’uyla X-Factor’ı çağrıştırıyor.

Senjutsu karanlık bir albüm, sözleri ve sound’uyla X-Factor’ı çağrıştırıyor.

 Aslında şarkı başka herhangi bir şeye de benzemiyor. Doom metal ağırlığında bir temposu var ama doom değil. Bir Uzak Doğu temasıdır gidiyor ama rifler yer yer Orta Doğu’ya kayıyor. Kodo / Taiko davullarından esinlenilmiş ve bunun heavy metal dünyasındaki en başarılı kullanımı olan Sepultura’nın Kamaitachi şarkısıdır ama yok, ona da benzemiyor. Şarkının deneysel ve yapıbozumcu tavrı üç gitaristlere alan açıyor, 2. dakikada başlayan Smith – Murray paslaşmalı solo bloku, tam ortasında şarkıyı ikiye ayırırcasına giren Gers solosu ve finaldeki atonal Smith gösterisiyle gitar işçiliğine her zamankinden de özenilmiş bir albümün müjdesini veriyor. “Belshazzar’ın ziyafeti” yalan çıktı ama solo ziyafeti gerçek!

Daha önce dinlemiş olsak da, bu ağır ve yoğun açılış şarkısından sonra dinleyince Stratego adeta üzerimize dört nala koşturan bir samuray etkisi bırakıyor. Bu bir single ama Maiden’ın basit hit denemelerinden biri değil. Nicko McBrain’in çalarken en çok zorlandığı, hatta tüm albümü baştan sona çalmayı çok istese de şakayla karışık “Stratego olmasa da olur” dediği parçadan sonra ilk single The Writing on the Wall geliyor ve şarkı sözleri “Duvardaki uyarıyı” tekrarlıyor. Malum uyarı Senjutsu halkından dünya insanlarına yayılmaya başlıyor. İyi ve kalıcı sanat eserlerinde zamanı yakalayan, hatta geleceği yakalayan bir önsezi olur, işte 2019’da kaydedilen Senjutsu’daki parçalar adeta Yeni Covid Dünyası’nı seziyor.

Şarkı sözlerinin farklı okunması gibi ilk duyuşta herkes farklı yorumladı Writing on the Wall’u. Amerikan southern rock, country, İngiliz folk, western, blues, ortaçağ müziği gibi birçok ifade uçuştu. Maiden’a benzemese de buram buram Maiden lezzeti (Adrian Smith’in Maiden’daki en uzun ölçülü solosunda bu lezzet tavan yapıyor) içeren bir parça TWoTW. Peki… İlk üç parçada “üçte üç” yapan son Maiden albümü -bence- Brave New World’dü, neler oluyor, yoksa Maiden’ın ikinci baharının en iyi albümü mü geliyor? … derken ‘Lost in a Lost World’ ile ilk kusurlu istasyona giriyoruz. Ama bir hayli de ilginç bir istasyon burası.

“Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir”

Saykedelik ve folkumsu bir akustik pasaj, araya giren sözsüz vokal nağmeleri… N’oluyor, bir Moody Blues şarkısına mı düştük? Onların da vardı ya Lost in a Lost World parçası? Ah hayır o değil bu. Pink Floyd mu? Jethro Tull? Hayır, bu Maiden, ama Wasting Love, Coming Home, Journeyman gibi de değil… Bu tam bir Di’Anno dönemi akustiği! Strange World, Prodigal Son gibi… Böyle bir şey dinlemeyeli çok oldu!

“All is not it seems to be on the outside” diyor şarkının başında Bruce. İşte geldi bir uyarı daha. Bu dünyada da bu albümde de; “Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil”… “Bazen görünen şey bir gösteriye benzer, yüzde görünen sadece bir yansımadır, hepimizin gidecek daha iyi bir yeri vardır…” dedikten sonra gelen karanlık mısra “Beni kafamdaki bu düşüncelerden kopart” ile şarkı Maiden’ın en karanlık albümü X-Factor’ın tarzında ritmik bir hüviyet kazanıyor ve Kuzey Amerika’nın ilk sahipleri Kızılderililerin hikayesine gidiyoruz, bufalo sürülerini izleyen, ateşle ısınan, yağmurda dans eden, ilkel ama spiritüel inanışlara sahip yerlilerle batan güneşte hayatın anlamını sorguluyoruz… Derken sert blok bitiyor ve sadece bu albümün değil, Maiden’ın kariyerinin zirve pasajlarından biri geliyor: Tıpkı Prophecy’nin outro’su gibi bir bölüm burası. En az onun kadar güzel ve üstelik Bruce’un vokalleri var bu defa. Hiç de susmuyor Bruce, bir dakika on beş saniye boyunca tüyleri diken diken eden bir nezaketle ve acıyla söylüyor. Satırlar arasında, hatta iki kıta arasında bile nefes molası almıyor, “eski yaralarımızı sarabilecek miyiz” diye başlıyor, “yakında hiçbirimiz kalmayacak” diyor, “gururlu bir üzüntü bu, bulutlar çekildi şimdi, biz yeniden buluşuncaya dek…” diye usulca bitiriyor.

YouTube’da şarkının altında en çok beğeni ve yorum alan comment’lerden biri “77 doğumluyum ve ağladım” diye yazmış (evet ben de 77’liyim ama hayır, ben yazmadım bunu), altında bahsi artırırcasına “72’liyim ve ağladım” gibi yorumlar… En başta boşuna reunion döneminin “en duygusal” albümü demedim Senjutsu için…

Ön ve arka kapaklardan hangisini tercih edersiniz? Ben arka kapağa koptum! Plak gelsin hele, bu taraf önde durur.

Ön ve arka kapaklardan hangisini tercih edersiniz? Ben arka kapağa koptum! Plak gelsin hele, bu taraf önde durur.

People vs. Steve Harris

Iron Maiden’ı erken gençliğimden beri Star Wars’a benzetmişimdir. Bu çocuksu benzetmeden büyüdükçe kurtulacağımı sanırdım ama tam tersi zamanla ikisi arasında daha fazla benzerlik bulmaya başladım: İkisinin de en çok anlattığı hikaye “İyiyle Kötünün Savaşı”na dayanıyor. İkisinin de yaratıcısı içine kapanık adamlar. Öyle Elon Musk gibi, ne bileyim Steve Jobs gibi eksantrik tipler de değil bunlar, baya “düz adam”lar ikisi de: George Lucas ve Steve Harris. Bir diğer benzerliği Star Wars hayranları ile Iron Maiden hayranları arasında da kurmak mümkün (Bu fikirde yalnız değilmişim, Senjutsu hakkındaki podcast’inde Chris Jericho da aynı benzerlikten dem vurdu). İki hayran kitlesi de sevdikleri “şey”e karşı öyle bir tutkuyla bağlı ki, bu tutku zamanla ikili ilişkilerde olduğu gibi “mülkiyet hissi”ni doğuruyor, o mülkiyet hissiyle eleştirilerin dozu inanılmaz bir seviyeye çıkıyor ve bir zamanların güzel, saf, romantik ilişkisi güncel terimle “toksik ilişki”ye dönüşüyor.

Maiden-verse ile Star Wars evreni çok sık birleşiyor. Bir fan illüstrasyonu görüyoruz: Sithjutsu!

Bir Star Wars hayranı olarak bu duruma uyandığım bir anımı anlatacağım, çok kısa: Biliyorsunuz, Star Wars prequel üçlemesi (Episode 1-2-3) hayranların büyük nefretiyle karşılaşmıştı. Öyle ki yıllar sonra George Lucas yeniden hayranların hışmına uğramamak için Lucas Film’i ve biricik bebeği Star Wars’u Disney’e satmakta çareyi buldu. George Lucas’a yöneltilen eleştirileri anlatan bir belgesel film var: People vs George Lucas (2010). İstanbul Film Festivali’nde bu filmi izlemek için fantastik edebiyat yazarı arkadaşlarım Yiğit Değer Bengi ve Barış Müstecaplıoğlu ile sinemaya gitmiştik. Salonda belgeselin İsviçreli yönetmeni de vardı. Ben o dönem prequel üçlemeyi eleştiren taraftaydım. Film de sözümona benim görüşlerimin sağlaması olacaktı ama filmi izlemeye başladım ve hayranların üslubuna inanamadım, biri “Çocukluğumun ırzına geçtin George Lucas” diyordu. İşin garibi bu tip eleştiriler salondan onaylayıcı ses efektleri alıyordu; “Benim de!”, “Evet ya”, şak şak şak.

 “Burada bir sorun var” demeye başladım. Film sonrasındaki soru-yanıt kısmı da film gibi geçti. Şeytan taşlayan hacılar gibi Lucas’ı taşlamaya gelmiştik sanki. Çocukluğumuzun en güzel hikayesini bize hediye eden adama taşlar fırlatıyorduk ve garip bir şekilde hiçbir sinema başarısı olmayan karşımızdaki bu İsviçreli genci övüyorduk. Salondaki insanların zihnini okuyamam ama o anda “Star Wars’un yapımcısı/yönetmeni o olsa kim bilir nasıl güzel bir şey olurdu…” diye düşünenler olduğundan eminim. Derken sanırım, Barış sormuştu, “Siz olsanız prequel filmleri nasıl çekerdiniz?” dedi. Adamın yanıtını unutamıyorum çünkü hayatımda daha saçma az şey duymuşumdur: “Her bölümü üç büyük yönetmene ayrı ayrı çektirir, en iyisini seçerdim,” dedi, sonra örnek de verdi, “Mesela Episode 1’i hem Fincher, hem Spielberg, hem Nolan çekecek, sonra bakılacak, hangisi en iyiyse o yayınlanacak.” Yiğit, ben, Barış birbirimize bakıyorduk şaşkınlıkla. Ama salondakiler hâlâ “aa evet çok iyi fikir” diye kafalarını sallıyorlardı.

The Writing on the Wall klibinde samuray Eddie’nin kılıcı bir noktada ışın kılıcına dönüşüyordu. Bruce son röportajlarından birinde Senjutsu turnesinde ışın kılıcı düellosu olabileceğini söyledi, şaka değilse merakla bekliyoruz!

Bu, benim birçok konuda aydınlandığım andı. Şimdi, Senjutsu’dan sonra Steve Harris’e yönelik son derece hoyrat, saldırgan ve orantısız yorumları görünce o filmdeki intikamcı fanatikler ve o rasyonelliğini yitirmiş yönetmen akıl aklıma geliyor. Çocukluğumuzun ve gençliğimizin en güzel şarkılarını bize hediye eden Steve Harris’e “Çocukluğumun ırzına geçtin” diyorlar şimdi de… Sebebi de ne? Tek başına yazdığı dört epik şarkının intro’ları ve outro’ları var diye. Bu arada bu şarkılardan bir tanesinin intro ve outro’su en huysuz eleştirmene göre bile Maiden’ın en güzel akustiklerinden ikisi (Lost in a Lost World), bir diğeri dolu dolu bir dakikayla geçiyor ve nefis bir otuz saniyeyle sonlanıyor (The Parchment), diğeri de 12 dakikalık süresine rağmen an itibarıyla single’lar dışında albümün en çok dinleneni Hell on Earth. İlginç değil mi? “Star Wars prequel’lerdeki politik konuşmalar bayıyor” diye o filmleri eleştiren ama gerçek hayatta karşılaştığı ilk diktatörlük emaresinde o filmlerdeki nefis politik taşlamaları sosyal medyalarına taşıyan Star Wars fanlarından bir farkı var mı bunun?

“Günah ve acının sınırında, yeniden lânetlenen bu dünyayı gezdim”

Benim Iron Maiden’a duyduğum bu bağlılığın arkasındaki motivasyonlardan biri, belki size gülünç veya ergence gelebilir ama Iron Maiden üyelerinin iyi insanlar olduğuna duyduğum inançtı. Düzgün adamlardı, aralarında bazıları eğitimliydi, eğitimsiz olanlar da kitap okuyorlardı, film izliyorlar, filmlerden şarkılar çıkarıyorlardı, hem karizmatik sahne adamlarıydı hem de diğer rock yıldızları gibi serseri değildiler, anlattıkları hikayeler insancıl mesajlar veriyordu, kısacası güzel insanlardı (diğerleri çirkin olduğundan değil tabii ki). Yaptıkları müzik ruhuma, yaralarıma iyi geliyor, sağlıksız öfkemi dindiriyor, güzel hayaller kurdurtuyordu. Bu kadar iyi işlevi olan bir müzik daha çok dinlense dünya daha iyi bir yer olabilirdi, diye düşünüyordum. Star Wars sevgimde de benzer bir motivasyon vardır. Lucas da zaten Star Wars’u yazmasının ana sebebi olarak “aydınlığı yaymak”ı gösterir. Harris’in de birincil amaçlarından biri budur, ne kadar karamsar şarkıları ardı ardına dizse de konser bittiğinde banttan Monty Python’dan Always Look on the Bright Side çalar…

Uzun şarkıları katanayla kesmeye çalışan hayranlar temsili

 Ama şimdi yazılan, sarf edilen bazı eleştirilere bakıyorum da gözlerime inanamıyorum. Müzik eleştirisinde sübjektif değerlerden kaçmak zor tabii ki. Ama yargılayıcı, aşağılayıcı ve okura/izleyiciye dikte edici ifadelerin eleştiri sanatında bir yeri olduğunu düşünmüyorum. Bir eser, sanatçının önceki eserlerinden, müzik piyasasının durumundan, o kişinin değişen hayat şartlarından, grubun yolculuğundan bağımsız değerlendirilemez. Sanatçı arenaya çıkıp bizi eğlendirmekle mükellef bir gladyatör değildir. Steve Harris 65 yaşında. Bruce 63, Nicko 69. Ve ben Senjutsu’nun “en yaşlarına göre” albüm olduğunu düşünüyorum. Stratego ve Days of Future Past dışında içlerindeki metalci gencin çıktığı bir parça, hatta “haydi tam burada haldır huldur sahnenin köşelerine koşuyoruz” koreografisine neden olabilecek bir agresif bölüm bile yok. Böyle bir tabloyla hiçbir reunion albümünde karşılaşmadık. Hep araya fanların baskısıyla, “konserlerde coşturmamız lazım” diyerek saf metal bölümler-şarkılar koyarlardı, bu defa neredeyse hiç yok. Yaşları gibi ağırbaşlı bir metal icra etmişler. Bu durum en çok Bruce’a yaramış, hızına yetişemekte zorlandığı veya artık çıkamadığı yüksek notalarda bölümler çok az. Senjutsu’nun saf metal fanlarının daha az sevmesinin ama metal’e bir yaştan sonra mesafe koyan ana akım dinleyicilerinin normalden daha fazla kulak kabartmasının altında bence bu ağırbaşlı tutum yatıyor.

Her sanatçı yaşlandıkça metotlarını değiştirir. Seinfeld’de senaryolarının tek harfine bile dokundurtmayan Larry David daha sonraki Curb Your Enthusiasm’da çok benzer hikayeleri bu defa neredeyse tamamen doğaçlamaya dayalı çekti. Nuri Bilge Ceylan kariyerinin ilk bölümünde işi oyunculuk olan insanlarla film çekmediğini, istediği doğallığa ve gerçekçiliğe ancak sıradan insanlarla çalışarak ulaşabileceğini iddia ederken Üç Maymun’la beraber sadece profesyonel oyuncularla çalışmaya başladı ve öyle devam etti. Bilgisayarla yazmaya inanan, hatta bu yüzden çalışma odasına NASA üssü gibi ekranlar kuran Terry Pratchett hayatının son dönemindeki kitaplarını kayıt cihazına okuyarak yazdı ve hikaye anlatıcılığının doğallığının en iyi bu şekilde yakalanabileceğini iddia etti (Tabii bu metot değişikliğinde hastalığının da payı vardı). Folk şarkıcısı, Bob Dylan elektrogitar kullanmaya başladı, eski şarkılarını bile tanınmaz halde çalar oldu, hippilerin lideri üstüne bir de “yeniden doğup” Hıristiyan temalar üzerine kurdu şarkılarını. Müzik dünyası zaten sürekli değişiyor, 90’ların sonunda Pro Tools ile başka bir kayıt çağına geçildi, eskiden analog makaralarla boğuşan müzisyenler yeni kayıt tekniklerine dümen kırdılar, plak, kaset, CD, mp3, streaming derken müzik dinlemede teknolojik değişimlerle birlikte şarkı yazımları değişti. Tüm bunlara şahit olan Steve Harris de X-Factor’dan itibaren iki yönde müziğini değiştirdi; şarkılarını intro-outro kalıbı üzerine kurdu ve hayal ettiği müziğin stüdyoda/sahnede canlı çalındığında nasılsa o şekilde, cilasız ve filtresiz dinleyiciye ulaşması gerektiğinde karar kıldı. Bu tavır bence en başta işledi, X-Factor günlük samimiyetinde kişisel bir albümdü, sonra işlemedi, Virtual 11 defolu bir kayıttı, AMOLAD’da taşlar yerine oturdu, Final Frontier civarında kabak tadı verdi, şimdi ise olgunluğa erişti.

 Steve Harris doğal bir hikaye anlatıcısı. Şarkılarını sahneye çıkan tecrübeli bir ozan gibi anlatıyor, önce buyur ediyor, sonra anlatıyor, sonra da veda ediyor. Hikayelerini sert bir noktayla değil, hikayenin okurun zihninde sindirilmesi için üç noktayla bitiriyor. Senfonilerini üvertürle başlatıp üvertüre benzer dingin bir kemanla sonlandıran klasik müzik bestekarları gibi… Öbür türlüsünü yapabilir mi? Yapabilir, yapıyor da, solo grubu British Lion’ın parçaları yapı ve süre olarak eski Maiden gibi mesela. O zaman? Bu kıyas sorulduğunda “British Lion şarkıları o büyük, uzun bölümlere ihtiyaç duymuyor,” diyor. Demek ki Hell On Earth’ün 2+ dakikalık introsu “öylesine” uzun değil, bunu ne amaçla yaptığını anlamak yerine neden hemen “esnetti be!” diyoruz? Hell on Earth Dünya’ya ve insanlığa ağıt yakan bir parça, diğer yandan X-Factor şarkılarında olduğu gibi metaforların arkasından Harris’in kişisel çıkmazları ve varoluş kaygısı adeta bağırıyor. Senjutsu’da aceleyle şarkıya giren nöbetçi yerine “silahlanmış çocuklar” gibi ağır imgelerden söz eden, Dünya’nın cehenneme döndüğüne şahit olan ve ölüp yeniden hayata gelirse iyi bir dünyayla karşılaşabileceğini “ümit” eden bir anlatıcı karşımızda… 

Adından “zaman makinesi hikayesi” sanılan Time Machine’in aslında feleğin çemberinden geçmiş bir adamın ölüm döşeğinden geçmişine bakması olduğu gibi Hell on Earth de sadece büyük kıyameti değil, Steve’in ve aslında hepimizin yaklaşan küçük kıyametlerini de anlatıyor. Peki eskiden yazdığı epikler daha önemsiz hikayeleri mi anlatıyordu? Hayır ama tek bir şeyi anlatıyordu, Fear of the Dark “karanlık korkusu” hakkındaydı, Alexander the Great ansiklopedik bir tavırla Büyük İskender’i anlatıyordu, Trooper atlı bir süvariyi, Phantom of the Opera “operadaki hayalet”i anlatıyordu. Son çeyrek asırdır asıl görünen hikâyenin altına kişisel ve felsefi bir meseleyi de ekliyor Harris. 18 dakikayla en uzun Maiden parçası olan Dickinson imzalı ‘Empire of the Clouds’ da böyle bir parçaydı, şarkı aslında Dickinson’ın son yirmi yılını adadığı havacılık hayalini de anlatıyordu, ona da “gereksiz uzun” eleştirisi gelmişti. Belki de yeni dijital çağda neden artık şarkı sözlerini okumadığımız ve içselleştirmediğimiz üzerine düşünmeliyiz…

Siyah fonlu albüm kapağı biraz tartışma yarattı ama kitapçık ve farklı formatlarda yer alan diğer tasarımlardaki işçilikler müthiş.

Steve’in inatçı tavrını, bu formülden vazgeçmeyişini eleştirenlerde açıkçası bir dilemma da görüyorum, Steve’in inadı olmasa 70’lerin sonunda ölmekte olan heavy metal’i dirilten o grubu kurabilir miydi? O inatçı karakteri ve prog’dan beslenen metal yapmaktaki takıntısı Maiden’ın müziğini yarattı, şimdi de aynı inadı ve takıntısı bir tık uzun olan intro’ları doğuruyor. Bu, biraz bir kadına / erkeğe bir karakter özelliğinden dolayı âşık olup -mesela “outsider/aykırı oluşu diyelim- yıllar sonra “ya bu hala aykırı” demek gibi geliyor bana. Kadın / erkek aynı, sadece âşık olduğun özelliğinin başka bir sonucu çıktı.

Peki ya o tekrarlar ya da geçmişteki pasajların benzerleri?! Ah işte bir Star Wars benzerliği daha. Tekrarlar George Lucas’tan sorulur. Replik tekrarları, yan öykü tekrarları, espri tekrarları, hepsi vardır Lucas’ın eserlerinde. Sadece Star Wars’larda değil, Willow, THX-1138, American Graffitti, Indiana Jones gibi diğer eserlerinde de olan… Bir röportajında bunları “Tüm eserlerimi tek büyük bir senfoni olarak görüyorum, senfonilerde tekrar vardır” diyerek açıklar. Bir diğer röportajında ise “Şiir gibi düşünüyorum, benzer mısralar kafiye yapıyor” der. Ne güzel bir deyiştir: “Büyük dehalar benzer düşünür”.

Eski melodilerin (ama çok göz önüne çıkmamış, misal Edge of Darkness gibi) varyasyonlarını yeni şarkılara fırlatan Steve Harris temsili

Ha, diğer yandan, üretken ve çokça yaşamış biri için bundan kaçış da yoktur. Stephen King külliyatı benzer cümleler ve tıpatıp aynı karakterlerle doludur. Woody Allen, Polanski, Scorsese benzer şablonlar izler, Tarantino sadece başka filmlere değil, kendi filmlerine de “homage” yapıp durur. “Fan gibi savunuyorsun!” diyenleri duyar gibiyim, tam tersi, fan gibi düşünüp bu müzisyenlerin, yazarların, yönetmenlerin sonsuz bir kaynağa sahip oldukları illüzyonunda takılı kalmadım. Bu adamlar ne tanrı ne dahi. Doğal bir içgüdüyle, gençlik yıllarında hiçbirimizin cesaret edemeyeceği risklerle ve tarifsiz bir tutkuyla hayatlarını bir hayale adamış yetenekli insanlar, biraz da şans eseri doğru insanlara (menajerler, çizerler, prodüktörler, müzisyenler) denk gelmişler, hepsi bu. Siz ise gençken bu adamların sanatına hayranlık duymuşsunuz, şarkılarıyla, öyküleriyle bağ kurmuşsunuz, bu kadar.

Eğer şu an yaptıklarıyla bağ kuramıyorsanız o eski sevdadan vazgeçebilirsiniz, “Kill your idols” da bir seçenektir her zaman. Fakat bir seçeneğiniz daha var; 66 yaş ortalamalı bu zenginler grubunun hiç ihtiyaçları olmadığı halde, artık albümlerden eskisi gibi paraların kazanılmadığı günümüzde üç ay boyunca konforlu evlerinden ve ailelerinden uzakta stüdyoya kapanmalarının ardındaki motivasyonu, müzikal tercihlerini anlamaya çalışabilir, işçi sınıfı kökenlerindeki iş ahlakını kaybetmeyişlerini takdir edebilir ve tüm bu sürecin sonunda çıkarttıkları eserle hâlâ bağ kurabildiğinizi düşünüyorsanız bundan zevk çıkarmaya devam edebilirsiniz. Ben şahsen bunu tercih ediyorum, sadece Maiden’da değil, favori yazarlarım ve yönetmenlerimde de, mesela eski formundan çok uzak Stephen King’de de, Spielberg’de de, Shyamalan’da da durum aynı… Dünya’nın hali ortada, müzik piyasasının buhranı malum, albüm çıkarmanın bile çılgınlık olduğu, single’larla kariyerlerin yapıldığı, düğmelere basarak önceden kaydedilmiş parçaları remix’leyen DJ’lerin, devlet güdümlü klon fabrikası K-Pop’un Dünya’ya hükmettiği, rock ve metal müzikte -extreme tarzlar sizin kaleminiz değilse- yıl sonlarında “en iyi 10” çıkarmakta zorlandığınız kısır bir çağ… Kısacası Maiden en kötü gününde bile çölde vaha olmayı sürdürüyor ve neyse ki henüz en kötü gününde bile değil…

“Ay yeniden yükseldiğinde, Parth parşömenini okuyana dek…”

Gelelim şu Senjutsu tartışmasına. İddia şu: Rock tarihinin tarihle bağlantılı en iyi parçalarını yazan Steve Harris Çin Seddi’ni Japonya’daymış gibi yazmış. Senaryoları da şu: 2016’da Çin’de konser veren Steve Harris Çin Seddi’nden çok etkilenmiş, aslında şarkıyı Çin Seddi hakkında yazmış ama Covid’den sonra “Çin” lanetli kelime olunca bunu hemen Senjutsu diye değiştirmiş (Kusura bakmayın ama yazarken bile cringe yaşadım). 1980’den beri Japonya’da konserler veren, Genghis Khan şarkısından beri o bölge hakkındaki merakını şarkılarına yansıtan, Maiden Japan konser albümünü yapan Steve Harris Japonya ve Çin’i karıştırmış! (O belgeseldeki anti-Lucas Star Wars fanatikleri akla gelmiyor mu?)

Kanıt ne peki? Kevin Shirley’nin paylaştığı şarkı listesinde şarkının ilk adının “Great Wall” oluşu… Zamansız, mekansız, kahramansız bir anlatıya sahip Senjutsu parçasında “Great Wall” ifadesinin geçmesi ve kuzeyden saldıran “nomad”lerden bahsedilmesi. Teori için sarf edilen çaba ise muhtemelen bir dakikalık Wikipedia okuması. Keşke bu siteyi biraz daha karıştırıp Moğolların Japonya’ya şarkıdaki gibi kuzeyden saldırdığını, Japonların da savunma olarak dev kaya duvarları ördüklerini okusalardı. Link’i bırakayım: https://en.wikipedia.org/wiki/Mongol_invasions_of_Japan

Japonya-Hakata’da Moğol istilasına karşı kurulan dev taş duvar, o dönem Japonya adalarında kurulan onlarca duvardan bir tanesi

 Bu arada daha ilk Kerrang! röportajında Bruce bu konuya açıklık getirmişti: “Sözlere baktığımda birinin Game of Thrones’u bingewatch’la izlediğini düşündüm, sonra Steve’e sordum, bu Çin Seddi mi diye, hayır, Çin Seddi değil dedi, bu sadece bir duvar.” Kevin Shirley’e o şarkı listesini sorduklarında ise Kevin’ın yanıtı şu: “Şarkılara en başta taslak ad konduğunu biliyorsunuz değil mi?” Ama ikna olmuyorlar, Steve’in karıştırdığını iddia etmek zevkinden mahrum kalmamak için inada devam. (Ama asıl inatçı olan yine Steve?)

“Bu sadece bir duvar, nesini anlamıyorsunuz?” Steve Harris Çin Seddi’nden bildiriyor.

Bana kalırsa Steve bu şarkıda ve albümün genelinde şarkı sözü yazarı olarak farklı bir eğilimde. Ansiklopediye veya filme bakarak yazan öğreten adam Steve gitmiş, hafızasında kalan resimlere ve bilgilere başvuran daha hayalperest daha serbest düşünen bir şair gelmiş. Bruce “Darkest Hour”da Dunkirk olayından ve Churchill’den bahsederken, “Days of Future Past”te Constantine filminden yola çıkarken, yani son derece net ve anlaşılırken Steve muğlak ve fonetik kelime seçimleri için gerçeğin tutarlılığından feragat eden özgür anlatımı tercih ediyor.

Albümdeki favorim The Parchment da böyle mesela. Nedir bu parşömen, diye kafayı kırıyor tarih meraklısı Maiden fanları… Sözlere baktığımızda daha ikinci mısrada Part İmparatorluğu’ndan kalma bir parşömenden bahsedildiğini görüyoruz, bakın siz şu Çin Seddi’nin Japonya’da olduğunu sanan Steve Harris’e (!), neler de biliyormuş! Üstelik bu ülke hakkında bir film falan da yok, hay allah. (kıh kıh :) ) Nedir bu Part İmparatorluğu? Milattan Önce 3. yüzyılda çoğunlukla Mezopotamya’da hakimiyet gösteren, yaklaşık 500 yıl varlık gösteren bir krallık. Şarkının devamında kendisinden daha büyük bir imparatorlukla mücadele eden bir liderden söz ediliyor… Bu ipuçlarından yola çıkarak tarihçi Maiden fanları birkaç tarihi karakter üzerinde odaklanmış durumda, onlardan Pontus kralı Mithridates VI öne çıkıyor, diğer adıyla Mithridates the Great, Büyük Mithridates. Pontus ise biliyorsunuz Doğu Karadeniz’de Milattan Önce 281 ile MS 62 arasında hakimiyet göstermiş bir krallık. Kastedilen parşömenin Epistula Mithridatis adıyla anılan Mihtridates’in Kral Arsaces’e gönderdiği mektup olduğunu düşünenler var. Mithridatis de Roma İmparatorluğu’na yıllarca bela olmuş bir “prodigal son”. Böyle bir okumayla sözlere bakıldığında taşlar yerine oturuyor ama emin olmak güç. Steve Harris bu şarkıda birkaç tarihi figürü bir araya getirmiş de olabilir. Wikipedia tarihçileri saldırmaya devam etsin, Harris tarih kitaplarından nefis hikayeler çıkarmayı, onları epik masallara dönüştürmeyi ve tuhaf bir şekilde Milattan Önceki hikayeleri Milenyum insanlarının kalbine dokunduracak şekilde sanatına yansıtmayı biliyor.

“Fierce as wolf with a leopard skin” mısrası leopar derisi kalkanı ve kurt başlığıyla tanınan Pontus kralı Mithridates the Great için yazılmış olabilir mi?

İddialara girmişken bir diğerine değinelim: “Iron Maiden şarkılarını uzatarak progresif yaptığını sanıyor. Bu prog değil!” Hah bir de buradan yak. Grubun böyle bir iddiası var mı? Yok. Steve Harris, Prog dergisinin röportajında neden bu dergiye röportaj verdiğini anlamadığını söylemişti. Iron Maiden en basit tarifiyle: progresiften beslenen bir heavy metal grubu. Bir üyenin bile intro ve outro’larla, uzun şarkılar yaptıkları için progresif rock yaptıklarını söyleyebileceğini sanmıyorum. Yani “Bu prog değil!” eleştirisinin bir anlamı yok. Janick’in bir röportajında dediği gibi “Iron Maiden müziği” yapıyorlar. Şarkıları uzatan şey prog yapma çabası değil, sinematik anlayış. Bu albümde -mesela Hell on Earth’te- gitar melodilerinin vokal melodisini henüz Bruce mikrofona önce bir tur çalması ya da gitarın Bruce’un vokaline eşlik etmesi -mesela Stratego’da- de böyle bir anlayışın ürünü. Benim çok hoşuma gitti, bir başkasına göre berbat. Yorum farkı. Bu arada son zamanlarda YouTube’da parlayan müzik analisti ve gitarist Licks of the Beast kanalının Nico’su bu şarkı uzunluğu meselesine ve benzeri konulara şu videosunda değinmiş, her dediğine katılmasam da öneririm:

Senjutsu’nun heavy metal hızına sahip parçası Stratego’nun görseli parmak ısıttırıyor.

“Neye sahip olduğumuzu onu kaybedene kadar bilemeyiz.”

Son tahlilde, reunion albümleri arasında bir kıyaslama yapalım ve bu outro’yla bitirelim yazımızı. Ben reunion albümlerinin artıları ve eksileriyle hemen hemen aynı seviyede olduklarını düşünüyorum. İlginçtir bu artılar eksiler tuhaf bir şekilde birbirlerini takip ediyor: Brave New World her açıdan iyi bir albümken kapağı gibi çok mavi, risksiz, garantici bir albümdü, Dance of Death tam tersi risk alan tavrıyla, beklenmedik şarkılarıyla mest ederken kapak tasarımından feci bir gol yemişti, A Matter of Life and Death klasikler mertebesindeki dört dörtlük kapağına ve müzikalitesine rağmen “neden bu kadar savaş, nerede o eski tema çeşitliliği, kişisel nüanslar” dedirtiyordu, Final Frontier hem temasal çeşitliliği yeniden getiriyor hem de risk alıyordu ama bu defa da vurucu şarkı eksikliği hissediliyordu, The Book of Souls daha çok vurucu şarkı içerirken Dickinson’ın gırtlağındaki golf topu büyüklüğündeki kanser hücresi yüzünden eski güzel vokal performansından yoksundu. Senjutsu’da ise düşüşteki vokal performansının yeniden yükseldiğine ve risk alan bestelere tanıklık ediyoruz ama dejavu yaratan eski fikirlerin gruptan yeni bir Somewhere in Time bekleyen hayranların alkışını kestiği de açık. Ama akıcı ve dinlenebilitesi çok yüksek bir albüm olduğu da başka bir gerçek. Albümün dinlenme rakamları da bunu gösteriyor, daha çıkalı bir ay bile olmadı, 6 senedir piyasada olan The Book of Souls şarkılarının dinlenme sayılarına yaklaşan şarkıları var.

Maiden ilham vermeye devam ediyor!

Senjutsu’nun başka eksileri ve artıları da vardır, herkese göre de değişecektir bunlar, bazısının artıları başkasının eksileri de olabilir. Sonuçta, ben, sen, o, kim ne derse, ne yazsa boş. Senjutsu’ya asıl notunu en büyük ve sözü en geçerli olan “Zaman” verecek. Ama ben zamandan yana şanslı olacağını düşünüyorum Senjutsu’nun. Bir de 2023 başında başlayacağı tahmin edilen albüm turnesinde gerçekten albümün tamamını çalarlarsa bu şarkıların seyircili yorumlarının en huysuz eleştirmeni bile tavlayabileceğini düşünüyorum. Ve tabii, Lost in a Lost World’de dendiği gibi “Neye sahip olduğumuzu onu kaybedene kadar bilemeyiz.” Duvarın iyimser tarafında duruşumda kuşkusuz bunun bilincinde oluşum da yatıyordur. Golden Years 80 sonunda bitti, 90’lar Duraklama Dönemi, Karanlık Dönem’le geçti, 2000’e girerken başlayan Reunion Dönemi de 2019’da kaydedilen Senjutsu’yla, tam olarak yirmi yılı devirirken bitti gibi bir his içindeyim. Iron Maiden belki de görkemli kariyerinin son düzlüğünde, Jübile Yılları’nda…

Yani sahip olduğumuzu kaybetmek üzereyiz. Nicko’nun davulları ve Bruce’un sesiyle verilen o ilk uyarı belki bunun da alarm sesiydi. Şahsen heavy metal devlerinin son döneme geçişlerini dev davullarla kutlamaya hazırım.  Kalan müzik hayatlarının da ruhumuzu yükselten tılsımlı Maiden melodileri gibi kendiliğinden akacağına eminim, 45 yılda öyle sağlam, öyle zengin bir müzik kültürü oluşturdular ki bundan sonra ne kendi inatları ne hayranların tepkileri ne de kıyamet bu güzel melodiyi bozamaz. Up the irons!

 

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.