IRON MAIDEN – Senjutsu (2021, Parlophone)

Paylaş:

Yazıya garip bir yerden giriyorum ama benimle kalın, konuyu bağlayacağım. 

Plağın yerini CD’ye bırakması ile internetin basılı yayının önüne geçmesinin sonuçları arasında bazı paralellikler var.

Önceden plak formatının süre sınırına zincirlenip müzikal fikirlerini albümlere sığdıramayan müzisyenler, CD’nin gelişi ile “ooo 80 dakika, doldur doldur bitmez” diyerek albüm oluşturma metotlarını tamamen değiştirdiler. Teklilerin b-yüzlerine atılacak şarkılar “fazladan mal göz çıkarmaz” denilerek albümlere alınmaya başlandı. Ya da gruplar “yahu şu şarkıyı 4 dakika yapacağımıza 9 dakika yapalım, kim karışacak” falan demeye başladılar. Ortaya “Use Your Illusion 1” ve “Use Your Illusion 2” gibi “albüm” denilen şeyin biçimini değiştiren, “albüm dediğin içi tıka basa dolu renkli bir maceradır” fikrini kafamıza yerleştiren egosantrik yolculuklar çıktı.

Aynı şekilde fikirlerini sayılı dergi sayfalarına tıkmak zorunda kalan yazarlar, internet sitelerinin uçsuz bucaksız çayırlarını karşılarında bulduklarında “sefam olsun, oh, oh” diyerek upuzun, epik yazılar yazmaya başladılar. “Bakort dergide olsa şu ayrıntıya değinemeyecektim, ona da gireyim” dediler, ortaya sonu olmayan, ansiklopedik, içinden bilgi fışkıran yazılar çıkardılar.

Akıllı telefonlar, tabletler, hızlı internet falan derken tabii ne CD kaldı ne de insanların şu an okumakta olduğunuz tarzda yazılara ayırabilecekleri dikkat süreleri. Selam, yazıyı buraya dek okuyan herkese teşekkürler! Sonuçta yazıların yerlerini videolar, 80 dakikalık albümlerin yerlerini de tekliler ve daha kısa, “kompakt” albümler almaya başladı.

Bu yazıya girişmeden önce “The Book Of Souls” için yine bu sitede yazdığım o devasa “kritiği” okudum. Ve “Senjutsu” ile ilgili yapacağım eleştirilerin çoğunun (ama hepsinin değil!) o yazı için de yapılabileceğini gördüm: Şişirilmiş, neticeye bir türlü varamayan, okuyucuyu bilgi tarlasında süründüren, obsesif ve bencil bir yazım şekli. 

Albüm kritiği kompozisyondur. Beste de kompozisyondur. Müzik yazarı kelime kullanır, müzisyen nota. Onun yaptığı sanat, benimki değil. Ama kötü kompozisyon kötü kompozisyondur, onu oluşturan minik partiküller ne kadar şahane olurlarsa olsunlar, neticeye bakarsın.

“Senjutsu”ya baktığımız zaman ne gördüğümüzü söyleyeyim: Yarısı şahane kompozisyonlar, diğer yarısı berbat kompozisyonlardan oluşan vasat bir kompozisyon. EVET, “albüm” bizzat kendisi de bir kompozisyondur. 50’lerin sonları ve 60’ların başlarında “uzun çalar” denilen şey, içine kafana göre şarkı doldurduğun bir diskti. Ee, onun üzerine “Sgt. Peppers” gelmedi mi, “The Who’s Sell Out” gelmedi mi, uzun çaları başlı başına bir sanat formuna dönüştüren albümler gelmedi mi? Albüm dediğin şey pazar filesi gibi domates soğan portakal ne bulursan atacağın bir medyum olmaktan çıkalı olmuş 60 sene. Tabii ki film gibi oturup baştan sona izleyeceksin, roman gibi oturup baştan sona okuyacaksın ve sende bıraktığı tada bakacaksın. Bu bakımdan “Senjutsu” nasıl bir albüm biliyor musunuz arkadaşlar? Terminatör düşünün, gövdenin üst tarafı böyle gıcır gıcır, kaslı, elde ponpalı tüfenk, güneş gözlüğü falan, belin altında ise kablolar, dalaklar sallanıyor, et met kalmamış, cıvatalar yerlerinden çıkmış, hidrolikler ömrünü tamamlamış, dötü yanmış falan. Böyle absürt, böyle garip, böyle tutarsız bir albüm “Senjutsu”.

Bu sorunun kaynağı Maiden’ın kafa olarak hala CD devrinde kalması olabilir mi? Bir bakıma. Evet, albümdeki şarkıların bir kısmı daha tutarlı bir albüm yaratabilmek adına çatır çatır atılabilirdi. Evet, Steve Harris’in “nasıl olsa CD’de yer var amk, hatta gerekirse 2 CD yaparım keyfimin kahyası mısınız?” diyerek akla mantığa hiçbir şekilde sığmayan uzatılmış besteleri kırpılıp 4’er dakikalık insan gibi bestelere çevrilebilirdi. Ama keşke bütün problemler bunlardan ibaret olsaydı. Zira o zaman “Senjutsu”yu değil “The Book Of Souls”u konuşuyor olurduk. “Senjutsu” maalesef çok sevdiğiniz yaşlı bir akrabanızı yıllar sonra bayramda görmenize ve her şey yolundayken bir anda onun yemek masasında osuruğunu kaçırmasıyla utanmanıza eşdeğer bir tecrübe gibi.

Maiden’ın reunion öncesi ve sonrası döneminden bahsetmeyeceğim. Kevin Shirley’in kötü prodüksiyon mantığı, Steve Harris’in baya consumer-grade kulaklıkla mix yapmasına falan da girmeyeceğim, bunlar zaten bildiğiniz ıstıraplar. “Senjutsu”da görüyoruz ki grubun (en az) 3 üyesinde hala hayat var. Grubun kalbi ise maalesef çoktan durmuş.

Albümü ilk olarak Sennheiser HD600 kulaklıklarla, odanın ışıklarını kapayarak baştan sona tecrübe ettim. Zira ilk tecrübe önemlidir. Notlar aldım. Sonra iyi kolonlardan, kötü kolonlardan, kötü kulaklıklardan hem bütün olarak, hem de parça parça tekrar dinledim. İlk tecrübemdeki notlarım değişmedi. Parça parça buyurun size “Senjutsu”:

  1. Senjutsu (Smith/Harris): “Senjutsu” çok farklı bir deneme olduğunu söyleyebileceğim, sert ve epik isim parçası ile başlıyor. Bruce’un katmanlı vokalleri sert ve karamsar riffler üzerinde kafanızda rahatlıkla canlandırabileceğiniz bir savaş alanını resmediyor. Aklınıza “Paschendale”i getirin. Tek fark “Paschendale” farklı duygular arasında durmadan gidip gelirken aranjman harikası diyebileceğim “Senjutsu” 8 dakika boyunca tansiyonu stabil tutuyor ve rahatlama noktası sunmuyor. Yani burada “Er Ryan’ı Kurtarmak” yok, “Paths Of Glory” var. “Senjutsu” bunaltıcı ve klostrofobik bir parça. Böyle istenmiş, böyle yapılmış. Müthiş bir açılış. Ve…
  2. Stratego (Gers/Harris): …ilk parçada yüklenen gerilim burada serbest bırakılıyor. Aslen bu tam olarak Maiden’ın “The Final Frontier” albümünün başında test ettiği taktiğin kusursuzlaştırılmış hali. “Stratego” reunion-sonrası bir Maiden hiti. Enfes nakarat, kısa ve hedefe odaklı bir kompozisyon. 5 dakikadan kısa sürede bizlere bir melodi ziyafeti yaşatıyor…
  3. The Writing On The Wall (Smith/Dickinson): …derken o da ne? Mod yine değişiyor! Bu kez ıssızlığın ortasındayız. Tepemizde yakıcı güneş. Yankılı akustik gitar tınıları. Ardından giren ve Arizona çöllerini akla getiren riff. Evet, şimdi bambaşka bir kanaldayız, Bruce’un zehirli lirikleriyle buram buram ‘70’ler kokan harika bir Hard Rock parçası bu. Maiden için çok farklı ama çok da güzel. Ve daha 3. parçada anlıyoruz ki “Senjutsu” bizleri renkli bir yolculuğa götürüp geri getirecek ve yaşadığımız unutulmaz bir tecrübe olacak. Derken akustik gitarlar giriyor ve…
  4. Lost In A Lost World (Harris): …bu kez karşımızda bayağı Moody Blues hissi veren bir müzik var. Evet evet, bildiğiniz Moody Blues. Yine Maiden için alışılmadık bir kanal. Sonra bir anda tüm enstrümanlar giriyor ve… Eee… Pardon, burası “The X Factor” mü? Biz “Senjutsu”ya gelmiştik, yanlış mı oldu? E peki tamam, geçmişi de ziyaret etmiş olalım. Ama, ama bu nakarat niye böyle kötü? Peki ya bu bitmek bilmeyen enstrümantal bölüm? Bu melodilerin TÜMÜNÜ daha önce farklı bestelerde duymamış mıydık? E duymuştuk. Peki niye tekrar duyuyoruz? Ayrıca neden bu enstrümantal bölümü dinliyoruz? Öyküye ne katıyor? Bir şeyler katıyorsa da benim zihnimde hiçbir şey canlanmıyor. Amaç ne? Kafamda deli sorular… Hani yukarıda demiştim ya, yaşlı akrabanızı uzun zaman sonra görüyorsunuz, oturuyorsunuz konuşuyorsunuz 1 saat, özlemişsiniz, muhabbet şahane, sonra yemeğe geçiyorsunuz ve masaya otururken akrabanız birden ZART diye osuruyor. Çünkü yaşlı. Vücudu tutmuyor. İşte “Lost In A Lost World” o osurma anı arkadaşlar. Yüzüm kızarıyor ve duymamış gibi başka yöne dönüyorum. Her şey normalmiş gibi davranıyorum. Sonuçta kırk yılın hatırı var…
  5.  Days Of Future Past (Smith/Dickinson): Albümün en kısa ve hızlı parçası bir Smith/Dickinson ortaklığı ürünü. Biliyorsunuz Steve bu ikisine güvenmediği, Maiden’ı müzikal olarak yoldan çıkaracaklarına inandığı için reunion sonrası yaptıkları bestelere uzun müddet müdahale etmişti, vokal melodilerine falan el atmıştı. “The Book Of Souls”ta serbest bıraktı. “Accident Of Birth” albümünden fırlamışa benzeyen bu parça “Road To Hell” ile aynı kumaştan kesilmiş diyebilirim. Ama tabii farklı prodüksiyon, farklı grup, farklı sonuç. Albümü ilk dinlemenizi takip eden günlerde aklınızdan çıkmadığını fark edeceğiniz bir nakaratı var. İçinde hayat var, geleceğe dair umut var. Umudu geri kazandık, devam ediyoruz derken…
  6. The Time Machine (Gers/Harris): …o da ne? E bu “The Book Of Souls” parçasının introsu? Aynı zamanda “The Talisman” parçasının introsu? Aynı zamanda “The Legacy” parçasının introsu? Bir dakika, yine yanlış albüme mi geldik, neler oluyor? Haa, neyse ki çabuk bitti, meğerse ardından gelen şarkı başkaymış. “The Time Machine” aslında tam anlamıyla Steve’in yıllardır yazmaya çalışıp yazamadığı ‘70’ler Prog Rock şarkısı. Biraz Yes, biraz Jethro Tull, biraz Genesis de at ortaya. Farklı vokal melodileri, farklı bir nakarat. Hmmm, o 3. dakikada giren “The Edge Of Darkness” melodisi değil mi? Neyse, en azından burada bölümler zilyon kez tekrarlanmıyor ve şarkı akıp gidiyor, her şey bir amaç uğruna, problem yok, devam. Introyu bir kenara koyarsak Gers bence kariyerinin en iyi parçalarından birini yaratmış. Ayrıca albüme yine farklı bir yön katmış.
  7. Darkest Hour (Smith/Dickinson): E kısa ve hızlı parça dinledik. Epik ve savaşlı şarkı dinledik. Proggy şarkı da dinledik. Ne eksik? Ballad. Dalga sesleri üzerine yumuşak gitar tınıları. Davul ve vokal girdiğinde anlıyoruz ki bu “Gates Of Urizen”, “Tears Of The Dragon”, “Change Of Heart” falan gibi bir Bruce balladı olacak. Ama hiçbir şey bizi o devasa nakarata hazırlamıyor. Şöyle diyeyim, eğer Steve izin vermiş olsaydı da Adrian ve Bruce ‘80’lerde böyle balladlar yazabilmiş olsalardı, şu an bu şarkı o dönemin unutulmaz Metal hitlerinden biri olarak anılıyor olurdu. 35 senelik bir gecikme var ama olsun. Gözyaşları sel. Sololar muhteşem. Şarkı resmen kusursuz. Evet, bayram buluşmasında yüz kızartıcı bir osuruk vakası yaşadık ama şimdi her şey tekrar normale döndü.
  8. Death Of The Celts (Harris): Bir akustik bas introsu. Evet tabii ki “The Clansman”in benzeri. Vokalle beraber şarkı şahlanıyor ama eğer benim gibi Maiden yiyen, içen, hayal eden, soluyan ve kanayan biriyseniz şunu sormadan edemiyorsunuz: “Ne gerek var dayı, zaten aynısını birebir yapmıştın?” O an dayı dönüp diyor ki “dur oğlum bekle bak sürpriz gelecek.” Beklemeye başlıyorum. “The Clansman” gibi dümdüz enstrümantal bölümler beklerken aaa o da ne? “Losfer Words” giriyor. Yani Thin Lizzy’nin “Black Rose” parçasının enstrümantal kısımları. Ya da benzerleri. Her neyse işte. Herhalde bu kısım ile Steve savaş sahnesi canlandırmak istemiş. Ama benim kafamda “Powerslave”in kapağı canlanıyor. Çünkü “Losfer Words” “Powerslave”de. Kafamda yine deli sorular. Maalesef şarkı 8. dakikada yine başa, yani o bayık “Virtual XI” yapısına geri dönüyor ve önceden tahmin edilebilir bir biçimde sonlanıyor. Oha bu arada 10 dakika bu? Yahu dayı, bu muydu sürpriz dediğin? Ayrıca bu şarkı niye 6 dakika değil? Salak değiliz aynı şeyi böyle uzatmadan da anlatabilirdin.
  9. The Parchment (Harris): Yine lakır lukur Steve akustik bas tonları. Bu kez farklı bir intro. Biliyorsunuz introsuz Steve bestesi artık olmuyor… Ama bu melodi… Bu melodi Beckett’ın “Life’s Shadow” parçasında yok muydu? Hani Steve’in hem “Hallowed Be Thy Name”in liriklerini, hem de “The Nomad”in ortasındaki kısmı arakladığı ve dava açılınca milyon pound bayıldığı parça? Herhalde parçanın haklarını komple satın aldı ki bu bölümü de almış buraya koymuş. Neyse bu kez “Stargazer” hissiyatlı ağır, phyrgian modunu dayamış. Yine bir hikaye anlatıyor. Vokaller bitince bir de bakıyoruz tanıdık, önceden defalarca kullanılmış melodiler arka arkaya gelmeye başlıyor. 8.40 civarında “When The Wild Wind Blows” sularına öyle bir giriliyor ki yine “ben neredeyim” hissi ile mücadele ediyorsunuz. Diğer iki Steve şarkısında olduğu gibi aşırı tekrarlar var, bitmiyor. Hani zaten progresif değil ama epik de değil, sanki 5 dakikalık bir şarkıyı almışlar da orasından burasından çekiştire çeşiktire … 12 dakikaya uzatmışlar gibi. Evet arkadaşlar 12 dakika. Öncekiyle toplayınca etti size 22 dakika. Albümün kıç tarafı şimdiden çekmeye başladı. Parçayı tek başına belki oturur dinlersiniz de… TİTANİK BATIYOR OĞLUM BÜTÜN YÜKÜ GEMİNİN KIÇINA YIĞMIŞSINIZ! Neyse geliyoruz finale…
  10. Hell On Earth (Harris): Tam 2 dakika süren donuk, vokalsiz bir clean intro. Muhtemelen bu noktada Steve’in hayalinde bir sürü şey canlanıyor, böyle sinematik. Savaş alanları, sis mis. Yönetmen Stivin Şipilberg. Bizim de kafamızda canlansın istiyor ama melodiler o kadar klişe ki sadece eski albümlerin kapakları canlanıyor. Neyse davullar girdi. Vokal hala yok. Şarkı dıgıdık dıgıdık diye gidiyor. 3 buçuk dakika olunca Bruce giriyor. Yine “When The Wild Wind Blows”un “dünyada barış ve kardeşlik olsun lan ARTIK ÇOCUKLAR ÖLMESİN YETER ÜHÜHEAAA” hissiyatlı, ANLAYIŞLI ve OLGUN melodileri. Abi bir şarkı insanda ancak bu kadar karmaşık hisler yaratabilir. Hem böyle dokunaklı falan, ağlayasım geliyor. Hem de beste o kadar kötü, kompozisyon o kadar feci ki “ah be dayım seni altına çişini kaçırırken de mi görecektim, vah be aslan dayım” diye ağlayasım geliyor. Bu arada dayıya bunama da geldiğini görüyorum çünkü dayı sürekli kendini tekrarlamaya başlıyor. Çünkü bu noktada artık sadece eski albümlerdeki melodileri kullanmıyor, bu albümün diğer şarkılarındaki melodileri de araklamaya başlıyor. Abi adam osuruyor. İşiyor. Sen bakma güzel güzel konuştuğuna, artık demans başlamış, kafa gelip gidiyor. Ayrıca geminin kıç tarafındaki ağırlık da 34 dakikayı bulunca haliyle titanik ortadan mortadan yarılmıyor, direkt kıç tarafından soğuk denizlere batmaya başlıyor…

Bilmiyorum çok anlaşılır oldu mu anlattıklarım ama “Senjutsu”nun bende bıraktığı izlenimler bunlar. Yani aslında 6 tane gayet düzgün, oturaklı şarkı yazmışlar, üzerinde emek verip kaydetmişler, şahane bir albüm çıkaracakmışlar da “ulan böyle yapmasak mı acaba ya, tarzınızı kaybetmişsiniz artık DELİKANLI değilsiniz siz derler mi acaba?” diyerek biri müdahale etmiş ve kayıtların tam ortasında konuyla ilgisi olmayan 4 berbat kompozisyonu getirip albüme sokuşturmuş gibi duruyor.

Belki de bunu yapan kişi, yani Steve Harris haklıdır? Belki gerçekten de benim gibi “hatmetmiş” Maiden fanları dışındakiler, yani 5 sene aralıklı olarak Maiden dinleyenler bununla mutlu oluyor, bunu duymak istiyorlardır? Bu biraz şey gibi, bir “Mehmet” var, ben Mehmet’in en yakın arkadaşıyım, bi de Mehmet’in okuldan eski arkadaşları var, 5 senede bir falan karşılaşıyorlar, “aaa Mehmet naber lan, hala keraneye gidiyon mu eki eki eki” diye 30 sene önceki muhabbeti yapmaktan sıkılmıyorlar, Mehmet’in 30 sene önceki fıkralarını dinleyince “ulan ne komik adamsın yaa zehehe” diye gülüyorlar, 2 saat sonra da Mehmet’i unutup hayatlarına devam ediyorlar. Bense o Mehmet’i neredeyse gün aşırı gördüğüm için sürekli kerhane muhabbetlerini çekiyor, aynı fıkraları bininci kez dinlemekten kusma noktasına geliyorum ve diyorum ki “Mehmet, 30 sene oldu lan, insan gelişim gösterebilen, olgunlaşabilen, değişebilen bir varlıktır, yarabbi hatırına kendini birazcık yontsan?”

Böylece yarısı “Berke” olan, öbür yarısı “Mehmet” olan, mutant ve bir kompozisyon olarak başarısızlık abidesi diyebileceğim “Senjutsu” çıkmış meydana. Önceki albüme göre gelişmiş yanları var, sound o kadar çamur değil, performanslar o kadar bodos değil ama albümün bagaj kısmı şişmiş arkadaşlar. Kıç asfalta sürtüyor.

3. dinlememden sonra ben 6 “normal” şarkı + 1 Steve “epiği” içeren 7 parçalık, 50 dakikalık “Senjutsu” versiyonumu oluşturdum ve diğer 3 parçayı unuttum. Steve epiklerinin hiçbiri tam anlamıyla “olmuş” değil, hepsinde kompozisyon sorunları var ama nispeten daha orijinal fikirler içerdiği için “The Parchment”i seçtim. Böylece benim “Senjutsu” versiyonum şu şekilde oluştu:

1. Senjutsu
2. Stratego
3. The Writing On The Wall
4. Days Of Future Past
5. The Time Machine
6. Darkest Day
7. The Parchment

En azından bu versiyonun kıçı asfalta sürtmüyor. 2 CD’lik, müzik marketlerden edinebileceğiniz “Senjutsu”ya vereceğim not 10 üzerinden 5,5, belki 6. Benim versiyonuma ise 7,5’tan 8.

Son olarak… Hem böyle albümler, hem de böyle yazılar artık eski bir devre ait. Gün short attention span günü. Bu yazıyı buraya dek okuyabilen 30 yaş altı kaç kişi var ki? Bu yüzden hem Maiden, hem de benim “müzik yazarlığı kariyerim” 10 sene içinde tarih olacak. Ama eğer “Senjutsu”nun öyle ya da böyle Maiden’ın “final” albümü olma ihtimali varsa, bence bu nihai bir albüm niteliği taşıyor olamayacak. Bowie “Blackstar”ı kaydederken öleceğini biliyordu, 10 parça kaydetmesine rağmen albüme yalnızca 7 tanesini aldı. Neden? Çünkü 42 dakikalık “kompakt” bir albümün 1 saatlik bir albüme göre çok daha net bir ifade, çok daha berrak bir beyan bırakacağını biliyordu. 

Umarım sonraki Maiden albümü bu hatalardan arınmış, çok daha berrak ve oturaklı olur diyor ve yazıyı bitiriyorum.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.