“Laneth olsun!”: Laneth’li Gece, Nostalji ve Düşünceler

Paylaş:
Laneth olsun, radical noise - paslanmaz kalem

18 Şubat 2017 gecesi İKSV Salon’daki asma katta yerimi almış, konserler serisinin başlamasını bekliyorum. Yanımda beş senedir Paslanmaz Kalem’de editörlüğümü yapan Özgür ve eşi Hande, öbür yanımda en az on beş senedir dergilerde yazılarını ve röportajlarını okuduğum, sesini radyo programlarından dinlediğim Seyda var. Balkonun korkuluklarından başımı aşağıya uzatıp baktığımda, yine hayatımın farklı dönemlerinde benliğime bir şekilde dokunmuş kimi insanlar keyifle çene çalıyorlar: Seyda’nınkiler gibi yazılarını yıllardır okuduğum Murat Beşer bir kolona dayanmış sahneyi süzüyor. Çağlan Tekil, Kanat Atkaya ve Tolga Akyıldız başka bir köşede laflıyorlar. Özgür bir ara, “Şebnem Ferah’ı da gördüm” diyor –ki bunu da gecenin sonunda teyit edebiliyoruz. Aptülika tarafından sahneye davet edilen Ferah o muazzam sesiyle iki kuple okuyor ve bütün parsayı toplayarak herkesi selamlıyor.

Bense tüm gece garip duygular içinde salınıyorum. Evet, burada olmaktan çok mutluyum çünkü uzun bir süredir bir metal konserine gitmiyorum. Evet, heyecanlıyım çünkü yine uzun bir süredir görmediğim, hayatın farklı şehirlere, ülkelere ve kulvarlara fırlattığı bazı eski dostlarımı da göreceğim. Ama gece boyunca beni pençesinde tutan asıl duygu, acıyla karışık, hamurunda bolca geçmiş neşeleri de barındıran nostalji duygusu oluyor. Çünkü gecenin performansları arasında harika bir sunuculuk yapan (ve anbean profesyonel bir stand-up komedyeni hassasiyeti de gösteren) Aptülika’nın anekdotlarındaki isimlerle hafızam devamlı tetikleniyor: Kemancı’nın sahibi Zeki Ateş’ten bahsedildiği anda zihnim 2003 yılında Zeki Ağabey’in mekânında düzenlediğim Antimatter konserini gözlerimin önüne getiriyor ve içim o eski, güzel günlerin uçup giden neşesiyle doluyor. Akmar Pasajı’nın gediklisi Ayhan Ağabey’den bahsediliyor, zihnim de bu sefer beni lise yıllarımda, okul çıkışı Atlantis’e gelip ondan alışveriş yaptığım ve kendisiyle sohbet ettiğim zamanlara götürüyor. Kramp’tan Nezih Onur sık sık anılıyor; ben de o esnalarda, gitarda çalmayı ilk öğrendiğim şarkılardan “Tek Başına”yı kafamda döndürüyorum.

Nostaljinin yükü altında adeta sırtım bükülüyor ama yine de mutluyum.

Son çalan Pentagram’ın ardından, bu müthiş gecenin gerçekleşmesi için emek verenler sahneye çıkıyorlar. Her birinin gözlerine bakıyorum: İstisnasız hepsinin gözleri ışıldıyor. Bu gördüğüm, benimki gibi nostaljiye teslim olmuş ruh hallerinin dışavurumu mu yoksa mutluluk kaynaklı bir parlama mı sadece? Eminim ki sorsam, ikisinin arasında bir şeyler derler. Bense nostaljinin baskın olduğu kanaatindeyim. Benle beraber neredeyse Salon’daki herkesin hissettiği gibi.

Gecenin benim açımdan başka bir kişisel anlamı daha var: Radical Noise, Kronik, Metalium ve Pentagram’ı ayrı olarak sevsem de liseli bir çocuk heyecanıyla beklediğim tek konser Radical Noise’unki… (Dr.Skull parçalarını muazzam bir şekilde icra eden Razor’ı ilk defa dinliyorum.) Çünkü onları en son 2000 yılında Sold Out isimli mekândaki konserlerinde bir lise öğrencisi olarak izledim ve “Plan B”ye hâlâ daha bir şaheser gözüyle bakıyorum. (“Make A Wish”çiler hemen paylamasınlar lütfen çünkü Radical Noise’u ben bu albümle tanıdım ve sevdim.) Şu anda o grubun vokalisti Kerem’le aynı sitede yazıyorum ve karakterimin, dünya algımın oluşmasında etkili olmuş bu grubun vokalistiyle aynı ekipte yer almanın gururunu yaşıyorum. Bu yüzden Radical Noise sahneyi aldığında bana tattırdıkları nostalji duygusu, övünç gibi başka duygularla da yoğrulmuş, hayatın tahmin edilemezliğini ve güzel tesadüflerini de kutlayan bir his. Ve ne ilginçtir ki sahneyi alan Kerem, benim şu anda onlar için kaleme aldığım sözlerin benzerlerini Pentagram için dile getiriyor. Birbirine saygı duruşunda duran, nostaljiyle gözleri yaşaran üç kuşak insan gibiyiz. Ve ortak noktalarımız o kadar fazla ki… Kimi zaman aynı kandan aile üyelerimizde bile bulamadığımız duygudaşlığı paylaşıyoruz bu insanlarla… Hayallerimizdeki dünyanın çok uzaklarda kalmasına hep birlikte isyan ediyor, Madımak Katliamı görüntülerinde hep birlikte yumruklarımızı sıkıyor veya müzik karşısında hep birlikte aynı yoğunlukla sermest oluyoruz.

Yakın bir zamanda yeniden izlediğim, çok sevdiğim ve Sovyet yönetmen Andrei Tarkovsky’nin belki de en kişisel filmi olan “Nostalghia” da ismindeki temayı aynı açıdan işliyordu. Film, dünyanın geldiği halle uyumsuzluk yaşayan, bireysel idealleri yok edilen kişilerin kaçınılmaz olarak “nostalji” duygusuna kapılacağını, yabancılaşacağını ve acı çekeceğini savunuyordu. Etrafımdaki kitleye bakıyorum ve Tarkovsky’nin bahsettiği hissin vücut bulmuş halini görüyorum. Ama, yukarıdaki paragraflarda aktardığım şekilde, sadece kısmen… Çünkü nostaljiyle birlikte başka olgular da faal bu gece.

Alman psikolog Arno Grüen, “Empatinin Yitimi”nde şu soruyu soruyordu: “İdeallerin ezenin idealleştirilmesiyle oluştuğu bir dünyada idealler ne anlama gelir?” Bu sözün ışığında, ben bu gece burada sadece bir konser izlemiyorum; bazı ideallerin yaşatılma çabasını da görüyorum. Ve bunlar göz önünde görünen şeylerin –müzik, konser, fanzin, eğlence vs.– ötesinde. Tabii ki bu bir fanzinin anma konseri. Ama bu paravanın arkasına sırtlarını dayayarak onu ayakta tutmak için uğraşan insanların birbirlerine sevgisini, dostlara ve merhumlara hürmetini ve yeri geldiğinde basit sloganlarla barış, kardeşlik ve bireysel özgürlükleri yüceltmelerini de görüyorum.

Arno Grüen’i başka bir alıntısıyla da burada bir kez daha anacağım çünkü buradaki konserlerin çiğ, sert eğlencesi ve samimiyetiyle bağdaştırılabilecek çok güzel bir sözü daha var. Dışarıdan bakacak birçok insana “çocuksu,” “basit” veya hatta “ilkel” bile gelebilecek bu konser ortamında sokakta, evlerde, okullarda ve daha birçok kurumda asla bulunamayacak bir samimiyet ve sahicilik var… “Ancak, bizde bireyin kendilik değeri zayıflamıştır,” der Grüen, modern, medeni toplumları kastederek. “Çünkü doğduğu andan itibaren yara alır. Bu yüzden bizde gruplaşmalar, kimliksizliğin korunması için söylenen yalanları sürdürmeye hizmet ederler. İlkel insanlarda ise topluluk, bireye kendilik değerini desteklemekte yardım eder. Biz elbette ilkel toplulukların birey oluşa izin vermediği görüşündeyiz. Ancak gerçekler başka bir görüntüyü –yani zengin bir kişilik yelpazesi olduğunu– ortaya koyuyor ve bu, pek çok araştırmacı tarafından da doğrulanıyor.”

Ve Grüen’in bu sözünün ışığında da Cumartesi gecesi ismi anılanları, etrafımda benle birlikte mosh pitte eğlenenleri ya da Murat Beşer’in son kitabı “Yoldan Çıkmış Simalar”da andığı kişilerin zengin yelpazesini neden daha samimi bulduğumu, neden kendimi onların arasında daha fazla “evimde” hissettiğimi anlıyorum. Teşbihte hata olmasın; Grüen’in “ilkel” toplumlarla ilgili özdeyişini sadece bu müzikal komünitenin üyelerine tanıdığı “birey olma” özgürlüğü üzerinden benzetiyorum. Çünkü bunu gözlemleyebildiğim başka bir yaşamsal alan pek yok gibi.

Laneth olsun!

Fotoğraflar: Seyda Babaoğlu

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.