Sessizliğin Kolonizasyonu ve Yapay Yalnızlık

834
1
Paylaş:
Sessizligin Kolonizasyonu ve Yapay Yalnizlik - Paslanmaz Kalem

Müziğin ve müzikle ilgili düşüncelerin zihnimi yıllar önce ele geçirmesinden beri, duymayla ilgili her kavram ve olgu da (ses, müzik, gürültü, tonalite vs.) aklımı meşgul eder oldu. Dolayısıyla bu olguların yokluğu, yani “sessizlik” de kaçınılmaz olarak ilgi alanlarım arasına girdi. “Mükemmel sessizliğin” aslında imkânsız olduğunu, bunu belki de sadece ölümle (veya havasız bir ortamda – mesela uzayda) deneyimleyebileceğimizi Bant Mag’da Temmuz ayında yayımlanan yazımda anlatmıştım. Bu yazımda ise sessizliği tanımlamak gibi bir amacım yok; daha çok, sessizliği kolonize edişimizin ardından gelen yepyeni, zoraki bir yalnızlıktan bahsedeceğim.

Şu gerçeği kimse reddetmeyecektir: Sessizlik, varlığımızın temel yapı taşı olan Karbon elementinin duygusal dengi gibidir aslında. O, yaşamımız için bir gereksinimdir ama nereye bakarsam bakayım, bu gerçeği reddetmeye yemin etmiş bir kültür görüyorum. Batı kültürü içinde yaşayan bizler, doğal varlığımızla aslında hiçbir alakası olmayan seslerle bezeli, sonsuz kanallı “işitsel yapılar/bloklar” arasında yolumuzu bulmak zorundayız her gün. Modern hayat, bütün tarihsel ve duygusal bağlamlarıyla birlikte bizi bir ses bombardımanına tutmakta. Mesela bu yazıyı Gana’nın başkenti Akra’daki Kotoka Havaalanı’nda, İstanbul uçağımı beklerken kaleme alıyorum.

Kotoka Havaalanı

Kotoka Havaalanı

Bu okuduğunuz cümleyi yazmadan önce kalemi bırakıp, normalde bir zihinsel perde arkasına koyarak duymamaya çalıştığım seslere kulak kesildim: Arkamda kahkahalarla gülüp sohbet eden kızlar, çalışan klimaların homurtuları, Doppler Etkisi* yaratarak pistten kalkan bir uçak, yandaki dükkanın müzik setindeki yerel Afrika tamtamları içeren müzik, bavul tekerleklerinin çıkardığı gıcırtılar, ardı arkası kesilmeyen anonslar (“Sayın Bay Kwabena, lütfen üç numaralı kapıya acilen geliniz.”), gösteri olsun diye oturtulmuş bir Ganalı kente dokumacısının tezgahının çıkardığı sesler ve sabit, monoton bir blok şeklinde bütün havaalanı boyunca rezonans yapan konuşmalar…

* Dalga özelliği gösteren herhangi bir fiziksel varlığın (mesela uçak gibi bir ses kaynağının) frekans ve dalga boyunun yakınlaşan ya da uzaklaşan bir gözlemci tarafından farklı zaman veya konumlarda farklı algılanması olayıdır. “Sesin hareketi” gibi basitçe de özetlenebilir.

Bonwire Kente Weaver

Kente dokumacısı

Aslında ne kadar çok ses, değil mi? Beynimiz bunları perdeleyecek şekilde evrilmeseydi vay halimize… Hatırlayınız: Oysaki ilk insanların vahşi doğada hayatta kalabilmesi için en ufak seslere bile hemen kulak kesilmeleri gerekirdi!

Günlük hayatımızı düşünün… Bir telefonun çalma melodisi, normalde sessizliğin hakim olması gereken bir dersi, konferansı, hatta bir cenazeyi adeta “tam ortasından yırtarak böler.” (Ve hep de kötü bir olayın habercisi gibidir, değil mi?) Her yerde bir şarkı bitmeden başka bir şarkı başlar: sokakta, televizyonda, mağazalarda, plajlarda, lokantalarda vs. Kültürümüz bizi sessizliğin potansiyel varlığından dahi korumaya yeminlidir sanki. Nereye dönersek dönelim, sentetik sesler bizi hem sessizliğin, hem de doğal hayatın olağan seslerinin önünde bir duvarla engeller.

Çağımızın görsel kimliği hakkında çok şey söylenmiştir ama işitsel kısmı hep göz ardı edilir nedense. “Görsel imge” o kadar güçlü bir hale gelmiştir ki, bir ilkokul öğrencisinden son yüz yılı özetlemesini isteseniz, uçakların İkiz Kuleler’e çarpmasını, Google’ın açılış sayfasını ya da Ay’a inen Apollo 11 astronotlarını zihninde canlandıracaktır. Ama sakın yanılgıya kapılmayın ve “ses”in gücünü asla yadsımayın. Çağımızın işitsel kimliği, retinamızda yer edenden çok daha zayıf gibi gözükse de aslında çok daha istilacıdır. “Ses”, kişisel sığınaklarımızla ışığın asla yapamayacağı kadar dalga geçer. Giyim zevki olmayan komşumun araba yıkarkenki çirkin görüntüsünü yok etmek için perdemi çekmem yeterlidir ama müzik zevki olmayan oğlunun müzik setinden gelen gürültüyü yok etmem için benim de müzik çalmam gerekir: Yani gürültüyü gürültüyle öldürmek zorundayım. Ayrıca, mesela uykumuzda duymaya devam ederiz: Göz kapaklarının işitme organımızda bir karşılığı yoktur.

Tabii ki duymaya ve işitme organıma karşı bir garezim asla yok. Müziği çok seviyorum ve kendim müzik yapmaktan tarifsiz bir haz alıyorum. Güzel bir partiyle ya da topluluk gürültüsüyle ilgili bir derdim de yok. Ama “beslenme” ile “oburluk” arasındaki ayrımı yapmamız gerekiyor: İlki bir gereksinimdir, ikincisi ise bir semptom. Peki, neyin semptomu? Tek kelimeyle: korkunun. Bu, sosyal ağlarımızın, birbirimizle kurduğumuz bağların beklenmedik bir sonucudur. Sessizliğin çağrıştırdığı yalnızlıktan bu kadar mı korkar olduk gerçekten? Hadi ona ihtiyaç duymayı bıraktım, ona karşı yarım saatlik bir tahammülümüz bile yok mu? Genellikle ebeveynlerimde ve aile büyüklerimde gördüğüm bir durum şudur: Evde yalnız başlarına oldukları zaman “ses olsun diye” televizyonu açık bırakırlar. Bu gözlem size de hiç yabancı gelmiyor, değil mi? Hatta belki siz de böylesiniz. Ama sanırım artık günümüzde bu pratiğe yeni bir şeyler daha ekledik: Bütün seslerin, gürültülerin ve iletişimlerin anlam/duygu fakirliği altında ezilir duruma geldik. Ve bununla mücadele edebilmek için de kendi seslerimizi/gürültülerimizi yaratıyoruz… Boş, kifayetsiz ve bizi tatmin etmekten uzak insan iletişimlerinin yanında cep telefonlarının, fotokopi makinelerinin, tarayıcıların, dizüstü bilgisayarlarının, araba alarmlarının vs.’nin gürültüsünü bloke edebilmek ve kendi alanımızı oluşturmak için kendi gürültümüzü üretmek zorundayız. İşte sevgili okuyucular, 21. yüzyıla ait yepyeni bir yalnızlık durumunu size sunmuş bulunuyorum: yapay ve zoraki bir yalnızlık.

Kotoka Havaalanı’na geri dönelim. Pasaport kontrol sırasında bulunduğum esnada arkamdaki adam telefonda birisine İngilizce küfürler ediyor… Ve küfürlerin mahiyetinden, konuştuğu kişinin bir kadın olduğu sonucuna varıyorum. Tarifsiz bir utanç ve mutsuzluk tüm benliğimi kaplıyor. Adamdan uzaklaşmak ve yarattığı gürültüye duyduğum tepkimi açık bir şekilde anlaması için Rihanna’nın vasat bir kopyası olan önümdeki kıza isteksizce yaklaşıyorum. Makûs kaderime bakınız ki o da kulaklığında Rihanna’nın tahammül edemediğim “Rude Boy” şarkısını dinliyor. Yapabilecek sadece bir şey kalıyor geriye: Kendi mp3-çalarımı çıkarıp sesi sonuna kadar açarak Zbigniew Preisner dinlemeye başlıyorum… Ve artık yalnızım.

Sessizliğe olan özlemim, bütün hepinizin vakıf olduğu gerçeklerden de uzaklaştırmıyor beni tabii ki. Mesela “mükemmel sessizliğin” ölümün çağrışımı olduğunun elbette farkındayım ve önümdeki uzun bir zaman boyunca onla tanışmamayı ben de yeğliyorum doğal olarak.

great grandmas wall clock

Eski, durmuş saatlerin sessizliği beni hep hüzünlendirir.

Ayrıca, “sessizliğin” diğer çağrışımlarının da farkındayım -ki bunların bazıları oldukça kişiseldir: Durmuş bir saatin sessizliğinin yarattığı hüzün, ölen babaannemin odasının sessizliği, gerçekleşmeyen hayallerin sessizliği (örneğin, yarım kalmış, yaşanmamış bir aşkın ve onla ilgili hayallerin büyük bir gürültüyle yere çarptıktan sonraki gelen sessizlik), yarım kalan hayatların sessizliği (örneğin, genç bir insanın ölümünün kulakları patlatan sessizliği) veya daha geniş bağlamda, mesela politik açıdan baktığımızda, baskıcı rejimlerin yaratmak istediği sessizlik (örneğin, devletlerin sansür mekanizmalarının yarattığı sessizlik, ya da tarihten bir örnek vermek gerekirse, Pinochet devrimi esnasında bir stadyumda ancak dövülerek ve elleri kesilerek susturulan Victor Jara’nın ölümünün sessizliği)… Anlayacağınız, sessizliğin imalarına ben de aşinayım.

Victor Jara chile stadium - Paslanmaz Kalem

Victor Jara ve yüzlerce kişinin “sessizliğe gömüldüğü” Şili Stadyumu. Şu anki ismi ise “Victor Jara Stadium”!

Ama nasıl yaşamımızın sonuna sessizlik hakimse, öncesine de o hakimdi, değil mi? Yani sessizlik doğumun da habercisidir. Sessizlik, kimliğin ortaya çıkması için gereken ortamdır. Ve hatta -ironik bir şekilde- sessizlik aynı zamanda totaliter baskının da düşmanıdır çünkü hayal gücünün ortaya çıkması için uygun ortamı yine o sağlar. Yani nasıl sessizlik ölümün doğrudan çağrışımı ama bir yandan da doğumun habercisiyse, sessizlik yaratmaya çalışan politik baskıyı ortadan kaldıracak fikirler de oradan çıkacaktır. Sessizlik, hayal gücüne ve ardından da sanata hayat verir.

Ve işte bu kadar muhtaç olduğumuz sessizliğe erişimimizin neredeyse imkansızlaşması beni gerçekten korkutuyor. Yukarıda bahsettiğim gibi, gürültüyü gürültüyle yenmeye çalışmak zorunda olduğumuz, hatta bu mücadelenin bizi istemediğimiz bir şekilde yalnızlaştırdığı bir çağda, ihtiyaç duyduğumuz sessizliğe nasıl erişeceğiz?

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.