THE CULT + THE MISSION – 16.09.2012 – HAMMERSMITH APOLLO, LONDON, UK

Paylaş:

Bundan 10 sene önce param yoktu ancak gelecek ile ilgili hayal kurup plan yapmak için bolca zaman ve enerjim vardı. Aradan 10 sene geçti, şimdi param var ancak hayal kuracak vaktim de enerjim de pek yok. Bazıları buna yaşlanma diyor, bazıları ruh körelmesi, hevesini kaybetme, öküzleşme, davarlaşma vs… Aslında ikisiyle de çok az ilgisi var. Birincisi, yaşadığımız ülke hayal gerçekleştirmek için çok uygun bir ülke değil. Daha doğrusu, bizim gibilerin hayallerini gerçekleştirebilmeleri için çok uygun bir ülke değil. Bizim ülkemiz şark kültürünün baskın olduğu bir ülke. İdealistlik ve kişisel değerlerin önüne çıkar ilişkilerinin ve ayak oyunlarının çıktığı bir yer. Ha, gavur ellerde şerefsiz, üçkağıtçı yok mu, var, var da bu durum toplumun belkemiğine yerleşmiş, norm haline gelmiş bir konumda değil, bize nazaran çok daha “toplum tarafından dışlanabilir” bir noktada. Biz ise acınası bir durum içindeyiz. “Tokatlayan”dan çok “tokatlanan”ın, “allaan kerizi, yaptırmasaydın” diye suçlanabildiği kaç toplum bulabilirsiniz? Getirin, hepsine duvar saati büyüklüğünde nazar boncuğu takıcam.

Genel altyapı eksikliği ve banalliğin ön planda olduğu kültür seviyesi ile birlikte işlerin yürümesini sağlayan “şarksal” insan ilişkileri de devreye girince hayalleri havlu gibi ringin dışına fırlatmak bazen kaçınılmaz oluyor. İnsanın gönülden bağlı olduğu bir hayale çıkarlar, peşkeş, rol yapma, ayıya dayı deme, ali-cengiz oyunu gibi şeyleri katması demek zaten kendi kendine tecavüz etmesi demektir. Geber, daha iyi. Buna katlanabilenler tabii ki çok ama o da doğuştan gelen bir yeti olsa gerek.

Ülkemizde profesyonel iş hayatında kirliliğin olmaması, ya da şöyle diyeyim, salt bir saf disiplin olması mümkün değil, ama diğer yandan hemen hemen hiçbirimiz gönül bağı kurduğumuz mesleklere sahip olmadığımız ve yaptığımız şeye duygusal açıdan belirli bir mesafe ile yaklaşabildiğimiz için hisleri kenara atarak (beynimiz el verdiği ölçüde) çok daha rahat ilerleyebiliyoruz.

Bu da bize bir avuç para ve o paranın satın alabileceği şeyleri getiriyor: Mal varlığı, seks, yiyecek, içecek ve diğer keyif verici şeyler. Giyilen kıyafetlerin markaları değişiyor, gidilen restoranların menülerindeki fiyatlar, yediğiniz besinlerin kaliteleri, vakit geçirdiğiniz kadınların makyaj ve bakım malzemelerinin yoğunluğu, kadınlar için ağda partilerinin yerini alan epilasyon seansları. Ya da kutsal (?) aile kurumu için maddi bir arka plan. Her senenin artan bir hızla geçip gittiği, geride bıraktığımız zamanlardan her daim çok daha kısa gibi gelecek bir süre sonra öleceğimiz bir hayatta bizi yalnız bırakmaması için seçtiğimiz, her biri ya çürümüş ya da çürümeye yüz tutacak “şeyler”. Tüketilebilir. Bize faydası olduğu için var olan, faydası bittiği noktada atılacak, faydasının ne olduğu bile aslında belirsiz olan şeyler.

Bazen de kendinizi satarak geçirdiğiniz zaman süreci içerisinde giderek daha çok kazanmaya başladığınız bu para, kısa bir süreliğine de olsa bir tecrübe satın almanızı sağlayabiliyor. Total Recall filminde Arnold’ın beynine para karşılığı anılar yerleştirtmesi misali, 1 sene boyunca günün 10 saatini kendinizden başka birini oynamaya karşılık, hayatınızın 2 haftasını -Arnold’ın aksine başkası olarak da değil- dibine dek kendiniz olarak geçirebilmeniz imkanını sunuyor size. Hem de gerekirse sevmediğiniz her şeyden uzaklaşarak.

“REV. NUKE SAW THE LIGHT”

[youtube id=”gDnE-5lD7w8″ width=”620″ height=”360″]

Açıkçası konser izlemeyi pek seven biri değilim. Kalabalık içinde bulunmaktan hoşlanmam. İnsanları sevmem. Sevdiğim grupların konserlerine bile son anda kendi kendime hasta olduğumu bahane ederek gitmekten vazgeçebilirim. Buna rağmen izin süremi belirli bir konser çevresinde planlamaya nasıl karar verdim (evet yukarıda saçmaladığım o kadar şeyi buraya bağlayacaktım) ve konser izlemek için kalkılıp gidilecek son ülke olan İngiltere’yi neden seçtim (ne gerek var, git daha cıvıl ve daha ucuz Avrupa ülkelerinde izle aynı grupları) başta ben de çok anlamadım ama sonradan oturup analiz etme fırsatı bulunca tercihimle ilgili şu sonuçlara ulaştım ve bunları antetli kağıda çıktı alıp rapor olarak kendime sundum:

– The Cult, The Mission ve Killing Joke, post-punk olarak anılan müzik hareketinin en geniş müzikal yelpazeye sahip ve halen faal olan en önemli 3 grubu. Bu 3 grubu bir arada izlemek, konser izlemenin de ötesinde, bir çeşit “kutlama” mahiyeti taşıyacaktı. Diğer bir deyişle, bir çeşit “gathering”in parçası olacaktım. (İnsanları sevmiyorum mu demiştim? Düzeltiyorum: İnsan ayırımcısıyım.)

– Ülkemiz dışında gerçek bir “konser salonunda” konser izleyecek olmanın zevki (festivalleri konserler ile bir tutmuyorum – açık hava konseri dediğin şey antik tiyatro gibi akustiği kuvvetli yerlerde olmalı – ayrıca ülkemizde de konser salonu yok) ve bu konserin gerçekleşeceği yerin Hammersmith Apollo (Odeon) olmasının duygusal cazibesine kapılmıştım.

– Bu grupların her birinin İngiltere’de kendilerine özgü, köklü bir “yerli” izleyici kitlesine sahip olmalarından dolayı, dinleyicilerin gruplara karşı sahip oldukları aşinalıkları gözlemleyebilecektim.

– The Cult ve Killing Joke (özellikle de Killing Joke) durmadan harika albümler yayınlayan gruplar olmalarının yanında, bu senenin en iyi iki albümüne imza da atmışlardı.

– Gothic Rock türünün en etkili gruplarından biri olan The Mission, uzun yıllar sonra klasik kadrosu ile sahne alacaktı.

– Doom Metalci olduğumdan aşık olduğum İngiltere’nin havasını bu kez birkaç günlüğüne değil, uzun uzun soluyabilecektim.

Ha bir de İngiliz kadınlarının güzel olanları dünyanın en güzel kadınları. Neyse, konumuz ile çok alakalı değil.

Daha önceden bahsetmiş olduğum yeni albümleri “Choice Of Weapon”un tanıtımı için The Cult’ın bir haftalık bir İngiltere turnesine çıkması, yanına da kendi jenerasyonlarından 2 efsane ismi alması kağıt üzerinde muhteşem bir fikir gibi görünse de, maalesef reelde daha farklı sonuçlar doğurdu. Killing Joke’un ruh hastası ve ilgi delisi solisti Jaz Coleman, bir röportajda, turneye karşı çıktığını ancak gruptaki diğer elemanlar katılmak istediği için kabul etmek zorunda kaldığını açıkça belirtmişti. Akabinde bir fan aracılığı ile bu turne, The Mission ve özellikle de The Cult ile ilgili facebook’a zehir zemberek bir mesaj göndermiş ve ortadan kaybolmuştu. Yaklaşık 1 ay sonra da Sahra çölünde (!) ortaya çıkan Coleman, söz konusu yazının kendisi tarafından yazdırıldığını inkar etmekle beraber, bu yazı yüzünden turneye katılmalarının artık imkansız hale geldiğini belirtmiş ve olayı oldu bittiye getirerek fanları çıldırtmıştı.

Killing Joke’un devreden çıkmasıyla turne biraz anlamsız hale gelmişti ancak her şeye rağmen The Mission’ın Killing Joke’un yokluğu nedeniyle full setlist ile çalacak olması hoş bir durumdu. The Cult zaten sahnede yıllardır olmadığı kadar iyi, bir de The Mission kadrosuna gitarist Simon Hinkler ve basçı Craig Adams da geri dönünce… Neyse çok uzatmayayım, bastık gittik Avrupa’nın Karadeniz’i olan İngiltere’ye.

Gitmeden evvel (biraz uzun bir süre kalacağımdan) o dönem Londura’da ne konseri var araştırayım dedim ve açıkçası çok bir şey bulamadım – biraz büyük isimler söz konusu olduğunda olay Ekim’e doğru başlıyor. Ancak yeraltı ortamında iki güzel mekana ve konsere rastladım, bunlardan da bahsedeyim isterim.

Stinking Lizaveta + Dadaşlar – 15.09.2012 – Our Black Heart, Camden Town

Yazımızın ana mevzusu olan konserden bir gün önce Camden Town’da Stinking Lizaveta konseri olduğunu öğrenince rotayı oraya kırdım. Stinking Lizaveta, efsane prodüktör Steve Albini’nin favorilerinden olan, Jazz, Blues ve öküz gibi Doom Metal karışımı müzik üreten bir grup. Aslında aynı gece Liverpool St. taraflarındaki Old Blue Last isimli klüpte 70’lerden kalma İngilaz Heavy Doom grubu Pagan Altar konseri olacaktı ve açıkçası aklım biraz buna kayıyordu. Bu sebepten dolayı “önce bir mekanı göreyim” diyerek Old Blue Last’ın erken saatlerde yolunu tuttum. Old Blue Last biraz İstanbul – Peyote’yi andıran bir salona sahip, ancak erken saatlerde aydınlıkta pek bir halt anlamadım, “lan bi de öbürünü görelim” diyerek Stinking Lizaveta konserinin gerçekleşeceği Camden Town’daki Our Black Heart’ın yolunu tuttum.

Our Black Heart’a geçmeden evvel Camden Town’daki ortamdan bahsedeyim… Aslında bahsedecek pek bir şey yok. Camden Town bolca göçmen ve it kopuğu barındıran, kaldırımları izmaritle falan kaplı, kendinizi yabancı hissetmeyeceğiniz bir yer. İstanbul – Taksim Rock ve Metal ortamının beyaz tenli ve daha fazla Punkçu içeren versiyonu. Arada birkaç tane KIVIRCIK SİYAH UZUN SAÇLI TOP SAKALLI METALCİ bile gördüm. Çin’de üretilen bu düşük fiyatlı modeller Türkiye’deki kadar olmasa bile orada da satılıyor ve ilgi görüyor. Camden’ın konserler açısından en bilinir mekanı Underworld. En kral konser mekanı ise geçen İngiltere seferinde gittiğim Coco -ki burada Sunn 0))) ile Nurse With Wound izlemiş ve yamulmuştum-. Bir metalcinin ya da punkçunun bütün bir gününü it gibi, kopuk gibi, gerek kanalın yanında içerek, gerek 2. el dükkanlarının önünde takılarak geçirebilecekleri güzide bir semt. Punkçuysanız özellikle All Ages Records’u bulun, oraların en iyi müzik mağazası, yıllardır arayıp da bulamadığınız plakları güzel fiyatlara satın alabilirsiniz.

Our Black Heart ise metro istasyonuna ve gayet işlek The World’s End’e yakın bir ara sokakta bulunan, çok hoş bir pub. Mekanı ışıklı Iommi haçlarıyla pek güzel dekore etmişler, ayrıca barmenler de şopar olduğundan İngiliz aksanı ile konuşamasanız bile sizi hor görmüyorlar. Gider gitmez heriflere “siz ne tavsiye edersiniz?” diye sorunca elemanlar da 5 pound’a koyu ve bol köpüklü Alaman buğday birası Erdinger Dunkel’i çaktılar. Eğer buraya giderseniz mutlaka siz de deneyin ki kendimi dünyadaki tek keriz gibi hissetmeyeyim. Şoparlığın, şarklılığın sıcak bir yanı olduğu gibi böyle negatif bir yanı da var arkadaş. Neyse sonra daha ucuz olan Camden Hells Lager ile Camden Ink’e dayandım. Hells Lager Fosters’ı andırıyor. Camden Ink’e ise hasta oldum! Dibinde kahve gibi telvesi falan kalan bildiğiniz siyah renkte acayip koyu ve yoğun içimli bir Ale. Özellikle Cuma ve Cumartesileri saat 8’den sonra ortam inanılmaz şenleniyor, gerçi insanlarla tanışırken Türk olduğunuzu söylemeseniz daha iyi olur, sıcak bir sohbet bir anda “hee, öyle mi…” diye kesilebiliyor. Tipinize dayalı olarak Yunan, Bulgar, Sırp olabilir, ya da “Portekizin güneyindenim aga, en güneyi” diye yedirmeye çalışabilirsiniz. Tipim fazlasıyla müsait olduğundan Bulgar ve Boşnak rolü yaptım (hâlbuki Çemişgezekliyim.)

Neyse, sabahın köründe tamamen Pink Floyd hırboluğundan ötürü Battersea Power Station’a yapmış olduğum yürüyüş nedeniyle iyice yorulmuş olduğumdan tekrar bir yanımı kaldırıp Old Blue Last’e gidesim gelmedi, çöktüğüm yerde, yani Our Black Heart’da kaldım. Bir yandan sağa sola bakıyorum, bir yandan da diyorum ki “lan bu herifler bu pub’ın neresinde çalacağlar?” Meğer üst kat konser salonuymuş. Gavur elde çok özel durumlar haricinde konserler “seve seve” 23:00’de bitmek zorunda olduğundan (yoksa zabıta geliyor), ben de internette alt grup olacağını falan okumadığımdan “herhalde 10’a doğru çıkarlar” diye rahat rahat içerken bir de baktım ki 3 alt grup birden var. Mecburen ortamı bırakıp çıktım üst kata.

Konserin gerçekleşeceği mekan ufak, gene Peyote örneğini vereceğim, onun biraz daha küçüğü ve leşi. Aha şöyle bir şekli var sahnenin:

Alt gruplardan ilki Zoltan isimli İngiliz bir gruptu. Kendileri ‘70’ler Giallo film müziklerini (bilhassa Goblin’i) anımsatan, Klavye – Bas – Davul üçlüsünden oluşan bir Prog Rock grubu. Müzikleri tamamen enstrümantal. Analog old-school klavye ve moog sesleri altında maganda lakır lukur İngiliz basları ve oynak Türk indie davulları (bkz. hi-hat’i suyunu çıkarana dek tırıtıtısstıstırıtıstırı diye kullanmak) ile yürüyen bir müzikleri var. Parçaları fena değil, sahneye ise pek hakim değiller ancak anladığım kadarıyla konserde epey eşleri dostları vardı, epey gazlanıyorlar.

Akabinde sahneye hippy kılıklı, St. Vitus’tan Wino ile Dave Chandler karışımı tipli bir herif, elinde Les Paul ile çıktı, arkaya bir perde gerildi, sahnenin karşısına projeksiyon yerleştirildi ve olay başladı. Olayımız Amerika ve Deneysel Drone Ambient, grubun ismi de Darsombra. Aslında ortada grup mrup yok, sahnede performans gösteren herif ile videoları hazırlayan kız arkadaşı var. Darsombra kesinlikle benim için muhteşem bir sürpriz oldu zira olay tam anlamıyla ritüel gibi ve daha da önemlisi amatör ruhla profesyonelce kotarılmış bir şov izledik. Eleman looper’lar ile çalışıyor, önünde bir dolu efekt pedalı var ve daha önemlisi harika gitar çalıyor, bu da sanırım Amerikalı olmaktan gelen bir şey. Aşağıdaki fotoğrafları kendim çekmedim, mekan da farklı ancak ne izlemiş olduğumla ilgili kabaca bir fikir verebilir:

(c) blindedbyphil.de

Eğer Earth seviyorsanız mutlaka Darsombra’yı takip edin, şahane bir olay, umarım günün birinde ülkemiz insanı da izler de biraz enteresan müzikler üretmek adına gaza gelir –gerçi tembellikten onu da dandik yapar rezil olurlar-.

Darsombra’nın ardından neden onlardan sonra çaldığını anlayamadığım ve şu an ismini hatırlayamadığım / hatırlamaya kasmadığım bir İngiliz grup çıktı. Quicksand ile Bad Religion karışımı bir müzik yapmaya çalışıyorlardı. Quicksand bölümleri fena değildi, Bad Religion bölümleri ise rezaletti. Vokaller kötüydü. Vokalist herif daha önceden Capricorn diye bir gruptaymış, onu da duymadım. Ancak Camden köyünde yaşıyor olacaklar ki seyircilerden çok destek aldılar.

Sonra geldi Stinking Lizaveta sahneye. Ben böyle müzisyenlik ta 2008’deki Norveç’li Shining konserinden beri görmedim arkadaşlar. 3 kişilik kadro (gitar – kontrbas – davul), her biri virtüözlük seviyesinde 3 müzisyen ve önlerindeki taş çatlasın 40-50 kişilik izleyici grubu. Stinking Lizaveta öküz gibi Doom riffleri ile bluesy ve jazzy bölümlerin komplike parça yapıları üzerinde birleştiği Progresif müziği ile ortalığı dağıttı. İnanılmaz doğal herifler ve özellikle evsiz imajlı gitaristleri Pete Townshendvari sahne hareketleri ve seyirci iletişimi ile gönüllerde taht kurdu. Herif inanılmaz çalıyor arkadaşlar, ağlatıyor! Şu piyasada virtüöz diye anacağınız kim varsa herif onların çoğundan iyi, ama daha da önemlisi, çok daha doğal ve içten çalıyor, ezberden ve eğitim videolarından değil. Konsere çok gömüldüğümden hiçbir şey çekmedim ama şunu paylaşayım ki size bir fikir versin:

[youtube id=”rANdBc8Es5g” width=”620″ height=”360″]

Stinking Livazeta da bitti, maalesef Camden’da gecenin geç saatlerinde oluşan cıvıl ortamı bırakıp bir İngilaz geleneği olarak metronun yolunu tuttum zira herifler 12’de kapıyor arkadaş, taksiye 100 pound da bayılmayacağıma göre…

Conan + Dadaşlar – 17.09.2012 – Old Blue Last, Liverpool St.

The Cult konserinin ertesi günü kadim dostum Mike ile (sırf İngiliz olduğu için artistlik olsun diye “kadim” dedim) (aslında İngiliz bile değil, İrlandalı, yani oranın Çorum’undan) Soho’da takıldıktan sonra Old Blue Last’ın yolunu tuttum zira o akşam genç İngilaz Doom grubu Conan’ın konseri olacaktı.

Old Blue Last, Our Black Heart’tan daha büyük bir salona sahip. Açıkçası mekana geç gittiğim için sonradan öğrendiğim üzere 3 de alt grup varmış ancak gözlemlediğim kadarıyla genç İngiliz gruplarının çoğu pek parlak değil. Conan ise bu sene yayınladıkları “Monnos” albümü ile kulaklarıma bir ara misafir olmuş hoş bir grup. Anladığım kadarıyla İngiltere’de Doom ve Sludge türleri ile ilgili sıkı bir kitle var zira konser tahmin ettiğimden epey daha kalabalıktı.

Her neyse, Conan’ın müziği pek orijinal değil, eski Electric Wizard ile Reverend Bizarre karışımı diyebileceğim bir müzik üretiyorlar ancak feedback’ler ve öküz gibi gitar ve bas tonları ile grup Doomcu gönlüme derman oldu. Bu da gene kendi çekmediğim, elalemin aynı mekanda 2 sene evvel çektiği bir video, olay aynı bunun gibiydi (ama gitaristin hoodie’si yoktu):

[youtube id=”eFql3waAY34″ width=”620″ height=”360″]

GELELİM ASIL MEVZUYA

Hammersmith’de gerçekleşecek olan konser Choice Of Weapon UK turnesinin son ayağı olacaktı. Sabahtan kalkıp Hammersmith’in yolunu tuttum. Kapı açılışı saat 18:00 idi, ben ise öğlen 12’de oradaydım.

Mekanın önü bomboştu. Ben de şöyle bir Hammersmith Apollo çevresini turlayayım dedim. Kebapçılar, Hint yemeği restoranları, boşaltılmış dükkanlarla dolu bir cadde boyunca yürüyüp bir pub’a girdim. Herifler daha dükkanı açmamışlardı (genelde öğlen 1’de açıyorlar) ancak garson gene benim gibi şopar milletten olduğundan bira vermekten çekinmedi (İngilaz olsa garanti ediyorum vermezdi). Neyse, birayı içtim ve tekrar mekana döndüm. Baktım hala boş. Hava esiyor. E yapacak bir şey de yok. Ama bir yandan da konsere başlarda girmek istiyorum.

Aklıma Killing Joke’un ‘Ghosts Of Ladbroke Grove’ parçasına adını veren ve Hammersmith’e yakın mesafedeki Ladbroke Grove’a gitmek geldi. 10 dakikalık bir tren yolculuğundan sonra Ladbroke Grove’a ulaştım. Ladbroke Grove Londura’nın varoşu sayılabilecek bir yer. İşçi emeklisi yaşlılar ile göçmenlerin sessiz sakin sokaklarda yürüdüğü, bakımsız kaldırımları ve sıra sıra evlerin dizili olduğu caddeleri ile terk edilmiş ya da unutulmuş bir kasabayı andırıyor genel olarak.

Ana caddenin üzerinde birkaç pub var. Bunlardan en güzeli The Kensington Park. Ömer Kavur filmlerinden fırlamışa benzeyen ve zamanın durmuş gibi geldiği bu mekanda çoğunlukla ihtiyarlar, işsiz ve neşeli orta yaşlılar, düşük gelirli anneler ve kundaktaki veletleri, köpekleri ile gezen yaşlı amcalar falan var. Ortam burada inanılmaz sıcak zira burası bir nevi mahallevi lokal gibi. Güzel gözlü, şirin ve arı gibi çalışkan barmaid size otantik biralar sunmuyor ancak Stella Artois zaten dünyadaki en güzel bira olduğundan ve üzerine Guiness içeceğiniz ya da seçeceğiniz bir cider ile cila yapacağınızdan problem yok. Londura’da bulunduğum müddetçe tekrar tekrar dönüp dolaştım o kadar yolu çekerek hemen her gün bu pub’da oturup içtim.

Soluk ve kasvetli Ladbroke Grove’da kalbimi bırakmama sebep olan tek şey tabii ki sadece bu mekan değil. Ana caddenin paralelinde Dire Straits’in uğruna beste yaptığı Portobello Road yani antikacılar sokağı var. Burada antikacı vitrinlerine bakarak gezebilir ya da merakınız varsa alışverişe girişebilirsiniz. Bu sokakta metro yönüne doğru yürüdüğünüzde Intoxica diye bir Plak evine rast geleceksiniz. Buranın sahibi 50’li yaşlarında gözlüklü ve kıl bir amca (hafta araları ise daha ziyade garip saç kesimli zenci bir abla duruyor, o da ayrıca kıl.) Metal ve Rokçu için seçenekler çok değil, daha çok oldies ağırlıklı çalışıyor, ancak punk ve post punk türüne ilginiz varsa buradan uygun fiyata güzel bir arşiv ile çıkabilirsiniz -ben 5 pound’a çok iyi durumda The Southern Death Cult 12”i buldum, ona göre fiyat aralığını siz düşünün-. Ayrıca 50 pence’e (bildiğiniz 1.5 TL) bir dolu Great White albümü buldum, sevmediğimden el bile sürmedim.

Aradığınız şey sadece plak değilse Cuma ve Pazar günleri arası sokağın bitiminde kurulan pazarı ziyaret edin derim. Burada da tezgahlarda inanılmaz plaklar bulabilirsiniz. Ev eşyası, antikalar, takı, kıyafet vs… İstanbul’da Beyazıt’taki sahaflar pazarı gibi, tek fark buradaki satıcıların at hırsızı kılıklı herifler değil de nazik teyzeler ve efendi amcalar olmaları. Eğer askeri zımbırtılara (üniforma, madalya, arma, postal, gask falan) meraklıysanız pazarın girişinde eski hippylerden (kim kaldı geriye) 2 abi duruyor, onların kocaman tezgahına göz atmadan geçmeyin derim. İsimlerini öğrendiğim ancak sonradan unuttuğum bu iki abiden çok acayip madalyaları ve üniformaları bizdekinin epey altında fiyatlara satın alabilir, ayrıca aldığınız ürünün tarihçesi ve her türlü ayrıntısı ile ilgili bilgi edinebilirsiniz.

Ladbroke Grove’u geride bırakıp Hammersmith Apollo’ya 14:30 gibi döndüğümde mekanın önü gene boştu, bir tek İngiltere formalı, kısa boylu, bıyıklı, çelimsiz, nerd bir The Cult fanına rast geldim. Eleman Kanada’da yaşamakla beraber İngiltere doğumluymuş. İsimler konusunda unutkan olduğumu belirtmiştim, bunla da kanka olmama karşın adını hatırlamıyorum anasını satiym. Neyse, herif defalarca The Cult ile takılmış ve daha bir önceki gün Killing Joke basçısı Youth’un stüdyosundaymış, bir de ispatlamak için resimleri gösterdi velet. Eleman bildiğiniz deli fan, dedi “ben konsere ilk giricem, böyle bir takıntım var”, The Cult’ın ritim gitaristi Mike Dimkich’i yakalayıp kapıya adını yazdırdı ve geçtik beraberce sıranın en başına mal gibi.

Velet baya bilgili olduğundan muhabbet iyiydi güzeldi, o yüzden vakit çabuk geçti de, arkadaş, herif cevval geyikçi çıktı mı size? Artık böyle başka taraflara falan bakıyorum “hı hı, mı hı” diyerek, adam susmuyor, bana hala “yakın zamanda Paul Weller konseri var mı?” diye soruyor. Ne bliym lan ben?? Herifin geyikten bitap düştüğü anlarda arkamızda bekleyen ve durmadan elemana bakıp gülümseyen yaşlı teyzeye çaktırmadan dönüp (sahi, o teyzenin ne işi vardı orada??) “valla ben de burada tanıştım çözemedim herifi” gibilerinden kaş göz yapıyorum böyle.

Neyse saat oldu 16:00, toplasan 200 kişi var, dedim konser boş geçecek. Saat 18:00’e yaklaştığında çok kısa bir sürede ortama binlerce kişi doluverdi. Çevrede “Love” tişörtlü, bin bir çeşit Avrupa ülkesinden gelmiş The Cult fanı ile kafalarında KOYBOY ŞAPKALARI ve siyah kıyafetleri ile bir sürü de The Mission fanı mevcuttu.

Bu Kanada’lı eleman (aslında ana-babası İran göçmeniymiş. Neyse olay hepten karıştı) davetli kısmına geçince hem kafam rahat etti, hem de konsere ilk giren ben oldum anlayamadığım bir biçimde. Merchandise standını (girişte bana uzun uzun göz kırpsa da) es geçerek direkt olarak Billy Duffy’nin duracağı kısım olan sahnenin sağında, en önde yerimi aldım. Burası güzel bir noktaydı zira aynı zamanda The Mission’ın efsane gitaristi Simon Hinkler da burada duracaktı.

Hammersmith Apollo mekan olarak tahminen 5000 kişinin falan sığdığı, tavanları şahane dekore edilmiş ve sahnesi çok geniş bir salon. Sahnenin önü eliptik bir şekle sahip olduğundan sahne alan gruplar için daha net bir hakimiyet imkanı sunuyor, ancak bizim konserde monitörler garip bir biçimde epey geriye yerleştirilmişti, yani gruplar ile en öndeki seyirciler arasında kafadan bir 5-6 metrelik mesafe olacaktı.

The Mission bir türlü adını anımsayamadığım eski bir komedi-savaş filminin müziğini intro olarak kullanıp sahne aldığında ufak çaplı bir galeyan oluştu. ‘Wasteland’ ile konseri açan grup hemen ardından efsanevi ‘Hands Across The Ocean’ı döşeyince millet ne olduğunu şaşırdı. Grup The Sisters Of Mercy’nin ilk albümü “First And Last And Always” kadrosunun kilit elemanları Wayne Hussey ve Craig Adams tarafından ‘80’ler ortasında kurulduktan sonra, çok sağlam liste başarısı elde eden bir seri albüm ile beraber İngiliz Gothic Rock’ının bir dönem zirvesine oturmuştu. Solist, gitarist ve asıl besteci Wayne Hussey’nin yazdığı klasik rock köklerine yakın parçalar tarihe öyle bir geçmiş ki, 20’li yaşlarının başındaki bir sürü insan şarkı sözlerine bir ağızdan eşlik etti konser boyunca. Hussey İngiltere’de halen tanrı muamelesi görüyor, vokal olarak da o akşam tam formundaydı. Craig Adams hiçbir zaman süper bir basçı olmadı fakat o da epey havasındaydı. Grubun asıl silahı ise Simon Hinkler; siyah giysileri, güneş gözlükleri ve KOYBOY şapkası ile sahneden karizma saçtı, aralara döşediği sololar ile de epey şaşırttı.

The Mission 80 dakika boyunca tamamen ilk 5 albüme abandı. ‘Severina’, ‘Sacrilege’, ‘Blood Brother’, ‘Beyond The Pale’, gecenin sürprizi ‘Belief’ (ki albüm versiyonunu hiç sevmem, konserde harikaydı) derken gözyaşları ‘Butterfly On A Wheel’da sel oldu (‘Butterfly On A Wheel’ bana göre yazılmış en iyi aşk şarkılarından biri ve gerçek anlamda bir deha ürünü.) ‘Deliverance’da crowd surfing’in suyu çıkarıldı, kapanışta da ‘Tower Of Strenght’in 10 dakikalık bir yorumu, Craig Adams’ın kolonların üzerine yatması ve Wayne Hussey babanın seyircilerin arasına karışması ile konser zirveye ulaştı.

[youtube id=”Pp5sUHz3FQA” width=”620″ height=”360″]

Bu konserden önce The Mission çok sevdiğim bir gruptu, artık açıkça bir The Mission fanı olduğumu söyleyebilirim. Jaz Coleman Killing Joke’un bu turnede yer almayacağını belirttiği demecinde “zaten tek amacımız diğer 2 gruptan önce sahne alıp performansımızla onları ezmekti” demişti. The Mission da öyle bir performans gösterdi ki The Cult için çıtayı tepelere çıkarıp öylece bıraktı. İşte böyle konserlerin güzel bir yanı da bu; solo konserlerinde standart bir performans sergilemek üzere kendini hazırlayan gruplar, böyle konserlerde sırf diğer grupların üzerinde bir performans sergileyip göz doldurabilmek için kendi sınırlarını zorlamak zorunda kalıyorlar, bu da tabii ki fanların işine yarıyor.

The Mission sahneden indikten sonra The Cult sahnesi hazırlanmaya başlandı. Ian efendinin olmazsa olmaz KIZIRDERİLİ kilimi sahneye serildi, Billy Duffy’nin Matchless, Roland ve Marshall’lardan oluşan 6’lı amfi ordusu ve devasa pedalboard’u ortaya çıktı ve 30 dakika boyunca ufak bir soundcheck yapıldı. Bu sırada tesisattan Ian Astbury’nin seçimi olduğunu tahmin ettiğim elektronik müzikler yayıldı. Ne zaman ki Led Zeppelin’den ‘For Your Life’ kolonlardan dökülmeye başladı, anladık ki The Cult geliyor.

Kızılderili müziği olduğunu tahmin ettiğim bir intro’nun ardından elemanlarımız seyircilerin yüksek desibellere ulaşan tezahüratları ile sahne aldılar ve direkt ‘Lil Devil’a girip ortalığı dağıttılar. ‘Rain’ ile tansiyon seviyesi korundu.

[youtube id=”ABf0G3cWwzs” width=”620″ height=”360″]

Grubun yeni albümünden ‘Honey From A Knife’a ise izleyicilerin bir ağızdan eşlik etmesi çok hoş bir ayrıntıydı. Albümlerin artık doğru dürüst satmadığı, eski grupların kolay kolay radyolarda çalınmadığı günümüzde, Chris Goss ve Bob Rock gibi iki efsanevi prodüktörü yanına alarak harika bir albüm üretmeye kasmak gerçekten cesaret işi, ancak görünen o ki The Cult birkaç sene öncesine nazaran hem kök kitlesini iyiden iyiye geri kazanmış, hem de bir biçimde Klasik Rock’a meraklı gençleri fan ordusuna dahil etmiş.

Gecenin yıldızı kesinlikle Billy Duffy idi. Herif bir gitar tanrısı ve eline gitarın bu kadar yakıştığı çok fazla gitarist gerçekten yok. Gece boyunca kusursuz çaldı, pozculuğun dibine vurdu, bir ara sesten memnun kalmayınca olanca kıroluğu ile monitörü tekmeleyerek dövdü, hem Les Paul’lerini, hem de klasik Gretch White Falcon’unu feci şekilde hırpaladı. Unutulmaması gereken şey, Billy Duffy’nin Steve Jones ve John McGeoch gibi gitaristleri örnek alıp bir Punk gitaristi olarak çıktığı yolda, The Cult’ın geçirdiği tarz değişimlerinin sonucu olarak çok sağlam bir Hard Rock gitaristi haline gelmiş olması. Bu nedenle adamın tarzı Post Punk’ı da, Klasik Rock’ı ve Blues’u da kapsıyor.

Ian Astbury ise istediği zaman kendine özgü güçlü sesi ile bülbül gibi şakıyabilen, şu an eşi benzeri hayatta bulunmayan bir vokalist. “Eşi benzeri hayatta bulunmayan” diye özellikle dedim, zira adam The Doors ile 2000’lerde olan macerasından beri Jim Morrison’ın “L.A. Woman” dönemindeki haline dönüşmüş durumda; seyirciyi havaya sokmaya çalışmak yerine kendini müziğe bırakıyor. Wayne Hussey’nin aksine Ian Astbury parçaları albümdeki hallerine yakın söylemeyi artık hiç önemsemiyor, kelimelerin, cümlelerin istediği anlarda dilinden dökülmesine izin veriyor. Muhtemelen bu durum Astbury’nin bülbül gibi şakıdığı eski dönemlere alışkın insanlara can sıkıcı geliyordur ancak grubun bugün varmış olduğu müzikal nokta düşünüldüğünde olması gereken kesinlikle bu.

The Cult’ın asıl iki adamı bu iki heriftir ve geride kalan elemanlar değişir. Ancak bir 6 senedir grubun geride kalan elemanları aynı ve “rhythm section” artık öyle oturmuş bir halde ki performansı kendi başına götürebiliyor. Basçı Chris Wyse bir virtüöz ve inanılmaz bir müzisyen. Kanıt için solo projesi Owl’u dinleyebilirsiniz. Ayrıca Bob Rock’ın yaptığı birçok işte stüdyo müzisyeni olarak çalmışlığı var ve de Metallica’nın basçı arayışında Rob Trujillo ile birlikte son ikiye kalan adam –tanınmış olmadığından dolayı Some Kind Of Monster’da çok uzun süre görünmez-. Davulda John Tempesta var ki o zaten ayrı bir virtüöz. Ritim gitarist Mike Dimkich ise 1993’ten beri gruba eşlik ediyor ve albümlerde bulunan ekstra gitar bölümlerini güzelce dolduruyor.

Grup “Choice Of Weapon”dan 5 parçaya ek olarak klasiklere ağırlık verdi. Capsule 2’nin hiti ‘Embers’da salona derin bir kasvet çöktü, ‘Life>Death’te duygular zincirlerini kırdı, ‘For The Animals’, ‘Lucifer’ ve bilhassa ‘The Wolf’ta ise Billy Duffy devleştikçe devleşti. Geride kalanlardan nispeten sürpriz sayılabilecek parçalar ‘Horse Nation’ ve The Cult’ın değeri en az bilinmiş albümü “Beyond Good And Evil”ın dev parçası ‘Rise’dı diyebilirim. Diğerleri malum şeylerdi; ‘Nirvana’, ‘Wild Flower’, ‘Spiritwalker’, ‘The Phoenix’ (Chris Wyse ve John Tempesta bu parçada Duffy ile beraber soloları döşedi, salonu dağıttı), ‘Fire Woman’ ve tabii ki ‘She Sells Sanctuary’. 6 yeni parçaya yer verilen bir setlist’te tabii ki tamamen hitlere ağırlık verilmesi şaşılacak bir şey değil, ancak keşke setlistten düşürülen parçalar “Sonic Temple” parçaları olmasaydı. Her ne kadar Ian Astbury nefret ediyor olsa da “Sonic Temple” The Cult’ın yalnızca en büyük ticari başarısı değil, aynı zamanda en iyi albümü. ‘Automatic Blues’, ‘New York City’ ya da ‘Soul Asylum’ izlemek başka bahara kaldı, şimdilik ‘Fire Woman’ ile yetinmiş olalım.

[youtube id=”sP2Rwp0yDc4″ width=”620″ height=”360″]

Konser boyunca grubun performansına Ian Astbury gözetiminde hazırlanmış projeksiyonlar, videolar eşlik etti. Astbury 2-3 sene öncesine kıyasla hem sahnede çok daha hareketliydi (herif geçirdiği ciddi ameliyattan sonra epey kilo almıştı, evlenmesiyle birlikte gelen düzenli sekis yaşamı belli ki işe yaramış, nheh, nheh, nheh), hem de çok daha pozitifti (evlenmesiyle birlikte gelen düzenli sekis yaşamı belli ki işe yaramış, zheh, zheh, zheh). Bir ara elindeki tefi seyircilere fırlattı, “ fiyatı 6.90 pound, Denmark St.” dedi, akabinde de “lan grubun ruhani imajına ters maddiyatçı bir görüntü çizdim galiba” diye kuruntu yaparak “tabi ben şakasına söylüyom, sahip olduğumuz maddi şeylerin ne önemi var a dostlar!” şeklinde gereksiz bir gövde gösterisi yaptı. Konserde seyircinin psikopatlaşmasından etkilenmiş olacak ki (20-25 kişi crowdsurfing gazisi olarak sahne dışına alındı) “kısa turnemizin en iyi konseri buydu” diye geyik çevirdi. The Mission’a teşekkür ettiğinde alkış aldı, Killing Joke’a teşekkür ettiğinde ise millet yuhaladı. Kurnaz Astbury nazik ve olgun hareketlerle “cık cık cık, yo yo yo, öyle düşünmeyin, onlar bizim arkadaşımız, özellikle Youth ve rahmetli Paul Raven” diyerek tribünlerin sevgisini kazanmaktan geri kalmadı.

Klasik kapanış ‘Love Removal Machine’ ile geldi. Açıkçası bir tek bu parçada fotoğraf çekebildim, o da Billy Duffy burnumun dibine kadar gelip solo attığı içindi tabii ki. Akabinde de penayı kaptım, zher zher.

Bu da videosu:

[youtube id=”NH6MAjYac1M” width=”620″ height=”360″]

The Cult çok garip bir grup. 90 dakika boyunca Led Zeppelin ve Deep Purple’dan uzanıp gelen İngiliz Rock’ının saldırganlığı ile The Doors’un buğulu havasını, The Stooges’ın Amerikan proto-punk’ı ile İngiliz post-punk’ının gotiğe kaçan o karanlık, melankolik melodilerini birleştirdiler. Astbury, Duffy ve ekibi çalarken sanki sahnede 5 kişi değil de fazlası vardı zira bir The Cult konseri kesinlikle bu farklı müzikal geleneklerin tümünün kutlanmasından ibaret: Dünya üzerinde hem Jimmy Page’in, hem Steve Jones’un, hem Jim Morrison’ın, hem de Ian Curtis’in auralarını bir arada hissedebileceğiniz başka bir sahne daha yok.

 

EPİLOY

The Cult ve The Mission, İngiliz grupların özgünlükleri ile dünyaya hükmettikleri ‘80’lerden belirli bir geleneğin uzantısı olarak ayakta durarak hala ilk günkü kadar güçlü müzik üretiyorlar. Hammersmith konseri bunun bir kutlanmasıydı ve senelerdir İngiliz grupların kimliksiz, fabrikasyon üretime yönelmekte oldukları da düşünüldüğünde bence çok anlamlıydı. Killing Joke olsaydı daha bile anlamlı olacaktı ancak Killing Joke kendi başına avlanmayı seven ve yanına diğer hayvanları yaklaştırmayan yalnız kurtlar misali bir varlık sürdüğünden, belki de onları bütün janrlardan, gruplardan, dönemlerden ayrı tutmak gerek.

Eğer müzik sizin için gerçekten bir şeyler ifade ediyorsa, eğer çok öküz de değilseniz, ülkemizdeki diğer muadilleriniz gibi “güneye gidip plajda takılazaam, akşam da rus garisina vurazaam” şeklindeki boş hayallerinizi bir kenara bırakın. Buralardan uzaklaşın. Kendinizden dışarı çıkın, kendinize dışarıdan bakın ve tekrar kendinize dönün. İçip s*çıp festivallerde hanzo bir karnaval atmosferi yaşamanın şu müziğin sanatsal değil ancak “hayat tarzı” yönü ile ilgisi var. Beach party for dicks. Festivalde konser mi izlenir lan? Gidin, spesifik olarak sizin için bir şeyler ifade eden grupları, o grupların hakiki dinleyicileri ile birlikte, o grupların yetişmiş olduğu ortamlarda izleyin, onları oralarda arayın. Buna değer – kimsenin bir gruba durup dururken gönül vermesi mümkün değil, orada kendinizden (ya da hayatınızda eksikliğini gördüğünüz) bir şeyler var ki gönül veriyorsunuz. Yanılıyor olamazsınız, gidin, o şeyleri oralarda arayın, kendinize katmaya çalışın. Hepimiz çürüyüp yok olacağız ancak müziğe ve sanata duyarlı insanların diğerlerinden farklı olarak doğadaki hayvanlar gibi çiftleşip, öldürüp, tüketip, gebermeye nazaran içsel anlamda daha yoğun bir hayat yaşama şansı mevcut. Bunu değerlendirmek, başka birisi olabilmek elinizde.

“Yoksa ben karılarla takılmayın, pizza yemeyin demiyorum, gene takılın, gene yiyin, ama önce işinize yoğunlaşın, kendinizi garantiye alın.” – Mat Sinner

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.