AT THE GATES, Geçmişiyle Savaş Halinde

Paylaş:

At The Gates 2008 yılında reunion kararını ilk aldığında çok sevinmiştim ve hemen albüm yaparlar diye düşünmüştüm. Zira, grubun elemanlarının en bilinen yönü müzik dünyasında hala çok aktif olmalarıydı. Grup dağıldıktan sonra vokalist Thomas Lindberg, Skitsystem, Disfear, Lock Up gibi efsane grupların sesi olarak punk/metal köklerine dönmüştü. Björler Kardeşler Pazarlama Tic Ltd ise yıllardır düşe kalka bir şekilde devam ettirdikleri meşhur grupları The Haunted’ın beyni olarak kariyerlerine devam etmişlerdi.

Beklentilerin aksine grup albüm yapmayacağını açıkladı ve her iki yılda bir sadece konserler vererek reunion projesini 2013’e kadar ufak aralıklarla devam ettirdi. Bu dönemden geriye ise 2008’de Wacken Open Air’de verdikleri konserin yanı sıra, yeniden bir araya geliş hikayelerini de anlattıkları bir dökümanteri de içeren “The Flames Of The End” DVD seti kaldı. Grup elemanları, ne zaman yeni albüm yapacakları sorulduğunda hep efsane albümleri “Slaughter Of The Soul”u aşamayacaklarını düşündükleri için yeni bir albüme gerek olmadığını söylüyorlardı.

E peki ne oldu da grubun fikri 2014 yılında birdenbire değişti? Anders Björler’e sorarsanız, solo albümünü tamamladıktan sonra bir anda şarkılar “su gibi akmaya başladı”. Tomas Lindberg’de aynı şeyi yazdığı sözler için söylüyor keza. Anders baba şarkıları ilk altı ay içinde bitirdikten sonra hiç acele etmeden stüdyoya girmiş grup ve albümü komple bir paket halinde çalıp kaydetmiş. Albümün kayıt işlerinden sorumlu kişi ise Fredrik Nordstrom. Bu adı duyduktan sonra hala kayıttan şüpheniz varsa zaten lütfen yazının devamını okumayınız, hemen önce amcamızın diskografisine bir göz atıp yeniden geliniz. Dark Tranquillity ve In Flames klasiklerinden tutun da, bu sene çıkan ve yılın en iyileri listelerinde ilk onda yer almasına kesin gözüyle baktığım Architects’in “Lost Forever Lost Together” albümüne kadar harika bir prodüksiyon diskografisi olan usta, “At War With Reality”de resmen bir sound bütünlüğü dersi vermiş.

At-The-Gates - At-War-With-RealityAlbüm, “El Altar Del Dios Desconocido” isimli İspanyolca bir intro ile başlıyor, tam doğru çevirebildim mi bilmiyorum ama Türkçede aşağı yukarı “Bilinmeyen Tanrı’nın Sunağı” anlamına geliyor diye yuvarladım. Bir buçuk dakikalık bu basit ama ürpertici İspanyolca konuşmadan sonra albüm “Death And The Labyrinth” ile tabiri caizse sirkten kaçan bizon sürüsü gibi başlıyor. Tipik bir “Slaughter Of the Soul” bestesi, ikinci yarısından itibaren metalcore breakdownları ve harika bir lead’le güzelleştirilmiş. Hemen ardından gelen ve albümle aynı adı taşıyan şarkı ile takipçisi The Circular Ruins’de aynı formülle yapılmış iyi şarkılar. Dördüncü şarkıdan itibaren At The Gates orta tempoya geçiş yapıyor. Albümün tek filler şarkısı “Heroes And Tombs”, melodik partlar olmasa çekilecek şarkı değil. Bu tempo iki şarkı daha devam ediyor The Conspiracy Of The Blind ve Order From Chaos ile. Gereksiz şekilde fazla düşürülen tempo, albüme Anders Björler’in bu albüm için yazdığı ilk şarkı olan The Book Of Sand ile yeniden coşuyor. Adam o kadar garip bir beste yapmış ki, şarkıda dört albümden de izler var resmen. Zaten tüm röportajlarda da albümdeki en sevdiği şarkının bu olduğunu söylüyor kendisi. Yine çok gaz ve başarılı bir beste olan “The Head Of The Hydra”dan (Marvel fanları buraya!) sonra mükemmel enstrümental şarkı City Of Mirrors geliyor. Tadında süresi ve harika leadleriyle el üstünde tutulması gereken şarkılardan. Özellikle albümün oldukça modern sounduna kafayı takıp şarkıları hızlı hızlı geçtiyseniz kaçırmış olmanız muhtemel bu güzelliği.

Albümün tek handikapı şarkı sıralaması. Elimizde üç orta tempo beste ve bir de enstrümental şarkı varken, bunları hızlıların arasına güzelce (tercihen “2 hızlı bir orta tempo” şeklinde) yerleştirerek dinleyiciye bir varyasyon sunmak yerine albümün bütün yavaşlarını tam ortaya koymayı tercih etmiş arkadaşlar. Artık albüm formatının kolleksiyonerler dışında ciddiye alınmamaya başladığı bir çağa giriyoruz. Albümü yarıda kesmeyi ayıp sayan, şarkı bitmeden kapatamayan nesiller geride kaldı. Çocuklar “çok duydukları”, “genel” olan her şeyi geçip gidiveriyorlar, mümkün olan en hızlı şekilde çeşitlilik, orjinallik ve varyasyon arıyorlar. Dolayısıyla böyle konularda biraz daha çakal olmakta fayda var bence sayın okur, haksız mıyım? Mesela albümü dinleyenlerin kaçı “The Book Of Sand”in muhteşem ikinci yarısına kadar sabretti ya da kaç kişi “City Of Mirrors”ın sololarına aşık olabildi? İşte şarkı sıralaması bunları sağlatmalı dinleyiciye, en azından denemeli.

Albümün soundu ise grup için bence biraz fazla parlak. Nordström, grubun bestelerindeki son iki albüm hissiyatını çaktırmadan groove metal ile harmanlama sevdasını çakozlamış ve adamlarımıza modern bir metalcore soundu yaratmış. Tomas Lindberg’in vokalini hiç kayıda gömmemiş ve gerektiğinde tek başına koro gibi tınlayabilen, bugün bile hala tüm ekstrem müzik dünyasında ilk 11’e girebilecek sesiyle Tomas baba da resmen harikalar yaratmış. Björler biraderler besteleri yaparken “illa eskisi gibi olsun” dememiş, gerekirse mosh rifleri solonun arkasına dayamış, fakat bunu yaparken ritim ikilisini modern stilde çaldırmak yerine eski usülü tercih etmişler, anlayana.

[youtube id=”aoJYZITMZAI” width=”620″ height=”360″]

Arkadaşlarımın ilk tepkilerinden gördüğüm kadarıyla, klasik melodik death metal bekleyen köktenci deathçilerin de, ATG ve türdaşlarının riflerini araklayarak modern melodik dm ve metalcore’dan ekmek yiyen grupların peşinden koşan genç nesilden çocukların da çoğu, henüz albümün içine girebilmiş değil. Grubu zamanında dinlemiş tayfa ise kararsız, albümde bir güzellik olduğunun farkındalar ama kararsızlar. Yıllardır bir bombardıman altındalar ve bunalmakta haklılar. Dolayısıyla albüm hakkında kararınızı verirken çevrenize pek kulak asmayın. At The Gates, aslında sadece “Slaughter Of The Soul” ile bıraktığı yerden, en iyi yaptığı şeyi icra etmeye devam etmiş. Bunu yaparken kendi gelişiminin kaldığı yerden devam etmiş ama köklerini de unutmamış. Dinlerken “Hacı ben Slayer’ı Seasons’dan sonra bıraktım”, “müdür bu hiç oldskul değil yea” gibi cümlelerle fikrini belirten insanlardan uzak durun. Sevdiğiniz müzisyenler zamanda donup kalmış aksiyon figürleri değil. Onların da kendilerine has müzikal yolculukları, gelişimleri, inişleri, çıkışları var. Disfear’dan The Haunted’a grup elemanlarının yıllarca neler yaptığına, nerelerden geçtiğine bir göz atın ve albümü dinlemeye öyle karar verin.

Albümü düşünürken kafama takılan bir diğer soru da, 2000’lerin ortalarında “The …’s” modasıyla başlayan ve giderek yeraltına kadar yayılan retro modasının bize geri getirdiği eski grupların geleceğiydi. 90’larda birer çocuk ya da en fazla ergen olan ve “kendin yap” felsefesinin ikinci nesil icracıları olan fanzincilerin, bağımsız plak şirketlerinin, grupların dinleyicileri ve okurları artık büyüdü, koca koca adamlar oldu. Garip şekilde aynı şey grindcore’u çocukken keşfeden adam için de, Nirvana’nın Nevermind ile büyüyenler için de geçerli. Bu nesil, ki oldukça geniş spektrumda, 70-83 doğumluların çoğunluğunu oluşturduğu bir tayfa bu, kredi kartı sahibi olup finansal özgürlüğüne kavuşunca çocukluğunu, ilk gençliğini yeniden aramaya başladı. Bu yüzdendir ki, internetin global anlamda müzik endüstrisinin bilinen işleyişini yerle bir etmesinin ardından bağımsız müzik dünyası üretimiyle; majör firmalar da konser ve diğer yan ürünlerin pazarlamasıyla yola devam edebildi. Bugün rock n roll’un devlerinden oluşan süper gruplardan Black Sabbath gibi dev reunion’lara oradan yeraltının eski kahramanlarının teker teker toplanıp geri dönüşüne kadar, sert müziğin her türü için garip bir “neo diriliş” çağı başladı. Bu devir ne kadar sürer, kalıcı olur mu, buradan yeni nesillere aktarım ne şekilde olur, bu uzun bir tartışmanın konusu. Şu an için, bu yazı özelinde söyleyebileceğim şey, bu albümün bende Carcass ve Black Sabbath’ın son albümleriyle aynı duyguyu, hissiyatı uyandırdığı.

Şimdi pek çoğunuza alakasız gelecek ama çok türlü müzik dinleyen arkadaşlarım, özellikle de Paslanmaz Kalem yazarlarından Mert Yıldız beni çok iyi anlayacaktır; bu çağın tutkusuna kapılıp geri dönen At The Gates gibi sevdiğimiz gruplar, umarım en azından Alice In Chains’in kariyerinin ikinci dönemin yakaladığı tempoya eşdeğer bir iyi üretim ve ruh maratonuna girebilecek kadar yetkin ve samimidirler. Çünkü bu işin içinden sanırım herkes sağ çıkamayacak, müziğin çehresi oldukça radikal biçimde değişecek. Zira ardımızdan gelen çocuklar, bizim gibi çocukluklarını aramıyorlar, yaşadığımız bu iğrenç dünyaya, adeta birer yetişkin gibi başlıyorlar. Bizim yaptığımız dönüşü yapacaklarından kuşkuluyum.

Yine de, doğru gün ve anda, benim için yılın en iyilerinden olan bu güzel albümü keşfedebilmeniz dileğiyle :)

Etiketlerat the gates
Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.