IRON MAIDEN – Ruhların Öyküleri / Scream for me Antwerp

Paylaş:

HAYKIR ANTWERP

Geçen yaz Wacken’de sona erdiği düşünülen Iron Maiden’ın The Book of Souls turnesi 2017’de devam ediyor. Turnenin ilk ayağı Belçika, Antwerp’te gerçekleşecek ve bu benim 19. Iron Maiden konserim olacak. Yola çıkmadan önce yakın çevremden birçok kişi “Yine mi Iron Maiden, sıkılmadın mı?” diye soruyor. Bu sorunun yanıtı tabii ki “Hayır”. Neden “Hayır” peki? Anlatayım…

Doğu Yücel

Fotoğraflar: Daniel Buyle

2017’de The Book of Souls turnesinin devam edeceğini duyduğumda bu turneye gitmek ile gitmemek arasında kararsız kaldım. Nasılsa 2016 turnesinde grubu iki defa izlemiştim. Gitmesem olurdu. Yine de birkaç konserin organizatörüne “basın akreditasyonu” için başvuru gönderdim, bunlardan ret yanıtı gelince hepten vazgeçtim. Fakat Haykır Saraybosna / Scream for Me Sarajevo’yu (*Bruce Dickinson’ın bombardıman altında olan Bosna’da verdiği 1994 konserinin anlatıldığı belgesel film) İstanbul Film Festivali’nde izleyince işler değişti. Bu filmle (daha doğrusu filme konu olan gerçek hikayede yaptıklarıyla) gözümdeki yerini daha da yukarılara (daha ne kadar yukarısı varsa!) taşıyan idolümü yeniden izlemek için turneyi bir şehirde yakalamaya karar verdim. Ama nasıl? Geçen zaman zarfında Avrupa konserlerinin biletleri tükenmişti. Derken, konsere 3 gün kala Antwerp konserinin organizatöründen akreditasyon başvuruma onay geldi. Hemen uçak biletlerine baktım, fiyatlar uçmuştu, biraz tereddüt ettim ama sonra Bükreş konserine birlikte gittiğimiz Bilge gaza getirince paraya kıydım…

Tabii yine o malum soru gelmeye başladı: “Yine mi Iron Maiden?”, “Setlist de değişmeyecek zaten”, “Sıkılmadın mı aynı grubu izlemekten?” vb… Duyan da bu soruyu soranın çok renkli bir hayatı var, sanır. En büyük eğlencesi haftada bir aynı bar grubundan aynı şarkıları dinlemektir ya da çocukluğunda ona dayatılan taraftarlık hissiyatıyla kötü futbol maçlarını izlemek falandır, gitmiş beni yargılıyor. Bir de “müzik turistliği” meselesini anlayamayanlar var. Bu tipler de genelde şöyledir: Sevgilileriyle yurtdışında bir şehre giderler, öğlen bir yerde yemek, akşam bir yerde bira içerler, sonra da o şehirde, o ülkenin insanlarıyla bir etkinliğin parçası olmadan, orayı yaşamadan eve dönerler. Geriye de sadece birkaç sıkıcı instagram fotoğrafı kalır.

Ha şunu da söyleyeyim. Katı bir şüpheci olarak ben de totalde 19. defa, aynı turnede 3. defa Maiden izleyecek olmamı, bunu yapmamdaki motivasyonumu ve bunun mali olarak mantıklı olup olmadığını sorguladım. Ama işte yanılgı da tam olarak burada: Mevzu Maiden’dan ibaret değil ki. Tamam, kitabın baş kahramanı veya asıl arzu nesnesi Maiden ama bu kitabı diğerlerinden farklı kılan yan öyküler var. Hem de ne öyküler…

İlk öykümüz Facebook’taki bir chat grubu. Bu grupta 13 kişi var. Rusya’dan, Almanya’dan, Amerika’dan, İngiltere’den ve Türkiye’den toplam 13 Maiden hayranı. Mert Yıldız tanıştırdı bu tayfayla. Hepsi Adrian Smith hayranı. Böyle bir hayranlık yok. Tayfanın önde gelenlerinden Chris 90’larda Adrian Smith’in grubu Untouchables’ı küçük bir barda izlemiş, orada satın aldığı Untouchables tişörtüyle Maiden konserlerine gitme gibi bir gelenek geliştirmiş. Gittiği konserde özellikle Adrian önünde konuşlanıyor ve Adrian’ın tişörtü görmesini sağlıyor. Daha sonra bu öykü dallanıp budaklanıyor. Chris, Maiden’ı dünyanın çeşitli yerlerinde izleyecek arkadaşlarına tişörtü postalıyor, tişörtü alan kişi o konserde Adrian’ın önünde yer bulup Adrian’ın dikkatini çekerek tişörtü gösteriyor. Tişört Amelie’deki cüce heykeli gibi dünyayı dolaşıyor… Şimdi Antwerp konseri için tişört Rusya’dan konsere gidecek olan Andrey’de. Bakalım görevi başarabilecek mi?

Tek öykü bu değil, yolculuk boyunca karşılaştığım herkesin aslında Maiden’la ve müzikle bağlantılı bir öyküsü var. Konserden bir gün önce Antwerp’e vardığımda Daniel Buyle ve eşi Melis’le buluşuyorum. Onların öyküsü ayrı bir güzel. Daniel’la yıllar önce Iron Maiden’ın headlinerlarından biri olduğu Graspop Festivali’nde tanıştık. Melis de o festivalde tanıştı Daniel’la. Sonra bir sürü konser – festival dolaştılar ve sonunda rock’n roll bir düğünle yüzükler takıldı. Melis bu defa konsere gelemeyecek, haftaya favori grubu Dream Theater’ın konseri var, iki konser çok maliyetli olacağından bilet alamamış. Daniel’a photopass ayarladım ama fotoğrafçılara sadece ilk 3 şarkıda çekim izni var, daha kötüsü 3 şarkı sonunda salonun dışına alınıyorlar. Bakalım Daniel 3 şarkı sonrasında konsere devam edebilecek bir çözüm bulabilecek mi? Bir de benim durumum var. Konseri arkadaşlarım Bilge ve Hakan’la izlemek istiyorum sonuçta ama gazeteci davetiyesinin salondaki hangi konumdan verildiği belli değil. Tribün biletiyse, saha içinden bilet alan Hakan ve Bilge’den ayrı kalacağım. Bunu da ancak konser günü gişede öğrenebilecekmişim. Belki de tribünde en kötü yeri verdiler, konser için Türkiye’den gelip kenardan yarım yamalak izlemek var…

Bu endişeleri ve soru işaretlerini dert etmeyip konser günü sabah erkenden buluşuyoruz. Beş kişiden dördü In Brugges filminin hayranı. Nasıl Iron Maiden aşkıyla Antwerp’e geldiysek, bu filme olan sevgimizle Brugges’a gidiyoruz. Brugges’a gitmek zaman yolculuğu yapmak gibi bir şey. Kent 1500’lü yıllarda dondurulmuş gibi, etraftaki arabaları görmeseniz ortaçağda geçen bir masalda olduğunuzu sanabilirsiniz. Fakat saatler geçtikçe Maiden heyecanı basmaya başlıyor, konu değişiyor tabii…

En heyecanlımız Hakan. Aramızda The Book of Souls turnesini izlememiş tek kişi o. Geçen yaz Download Festival’de izleyecekti, meşhur Donington Park’ta konsere geri sayım yaparken kalbiyle ilgili ciddi bir sorun yaşadı, ambülansla hastaneye yetiştirildi. Sonra iyileşiyor, ambülansla arabasının yer aldığı festival alanına bırakıyorlar. Hakan Fear of the Dark’ı uzaktan duyuyor, içi gidiyor ama o halde tekrar festival cümbüşüne girmeye cesaret edemiyor (Haliyle!). Antwerp’te Iron Maiden’ı 19. defa izleyecek ama heyecanlanmasına mani değil bu. Bilge “Aman yine kalbine bir şey olmasın” diye takılıyor ona. Hakan’la 1998’de Iron Maiden’ın İstanbul konserinden önce havaalanında tanıştım. Üzerinde X-Factor tişörtü vardı, oradan muhabbeti açmıştık, bugünlere kadar geldik. O gün havaalanında 20 kişi falandık. Paslanmaz Kalem yazarlarından Çağlar Neçelik’le de orada tanışmıştım. Iron Maiden bağlantısıyla kurulan köprüler yıllar geçse de yıkılmıyor.

Brugges gezimizden sonra Antwerp’in meşhur Sportpaleis Arenası’na gidiyoruz. 1933’ten beri faaliyet gösteren bu tarihi salon 23.001 (gerçekten de resmi kapasite bilgisinde orada bir 1 var, beni mi sembolize ediyor acaba :p ) kişilik bir kapasiteye sahip. Dünyada Madison Square Garden’dan sonra en çok kişinin ziyaret ettiği mekan burası. Maiden’ı daha önce kapalı mekanda izledim ama böylesine bir kalabalığa ilk defa şahit oluyorum. Önce gazeteci biletimi almak için Press kısmına gidiyorum. Kötü haber: Tribündeyim. Hakan ve Bilge’den ayrılmak zorunda kalacağım. Bari tribündeki açım iyi olsa. Köşedeyim. Hem de Janick Gers’i gören köşe. :( Hani Dave ve Adrian’ın köşesi olsa yine iyi olurdu. O sırada saha içinde Hakan ve Bilge’yi görüyorum, aşağıdan el sallıyorlar. Yerleri çok güzel, kıskanıyorum onları. Uzaktan konuşmak üzere tribünün en altına iniyorum. Hakan elini kaldırıyor, “Çak” yapıyor, daha bir dakika önce bir aradaydık, bu hareketi biraz abartılı buluyorum açıkçası, düşünce baloncuğumda “Hakan Amerikalı metalhead’lere özendi” gibi cümleler geçiyor, ama yine de “çak” karşılıksız bırakılmaz, ben de “çak” yapıyorum. Ama o da ne, ellerimizi “çak”tığımız anda elime bir kağıt parçası ilişiyor. Hakan göz kırpıyor. Avucumu açtığımda tahmin ettiğim şeyi görüyorum elimde: Hakan’ın bileti bende şimdi. Türklerde çare tükenmez! :)

Tribündeki yerimden ayrılıp Hakan’ın biletini göstererek saha içine giriyorum. Saha içi ana baba günü tabii. Andrey önde Untouchables tişörtüyle Adrian’ın önünde konuşlanmış olmalı. Daniel photo pit’ten mesaj atıyor. Her şey yolunda. Sonra… sahne arkasında kapüşonu kafasına geçirmiş Bruce Dickinson “Here is the soul of a man” diyor ve Şaman büyüsüne başlıyor. ‘If Eternity Should Fail’ ilk şarkı. Iron Maiden konserlerinde hemen hemen aynı duygu hallerinden geçiyorum, önce kahramanlarını görüp coşuyorsun, birkaç şarkı sonra yüzüne bir gülümseme yapışıyor, o gülümsemenin anlamı aynı: Adamlar bu yaşta o kadar formdalar ki daha en az 10 yıl daha sahneye çıkmaya devam ederler diye seviniyorsun… Tabii eskisi kadar fiziki efor sarf etmiyorlar, koşmaları, zıplamaları hafif azaltmışlar. Eskiden ‘The Number of the Beast’te Bruce, Dave’i omuzlarına alırdı. Dört beş senedir bunu yapmıyorlar. Bir bakıyorum, Trooper’da Hakan Bilge’yi omuzlarına alıyor. Sanki onların da geleneği bu… Hakan ile Bilge gördüğüm en tutkulu Maiden hayranlarından. Hakan, 1990’da Kıbrıs’ta okuyorken “No Prayer for the Dying” turnesi için Roma’ya gidip Maiden izlemiş. Bilge de ondan habersiz aynı turneye gitmiş. Kader ağlarını örmeye başlamış sanki. Kızları Mina da şimdi bir Maiden hayranı. Onu gelecek ay O2’daki Maiden konserine götürecekler, Mina’nın ilk konseri olacak bu. Maiden ailesi büyüyor.

Konsere on dakika kala Çağlan’dan mesaj geliyor “Nasıl gidiyor?” diye, sahneyi gören açımızı belli eden bir fotoğraf çekip gönderiyorum, aklı gidiyor. Konsere gelemeyen bir diğer arkadaşımız Bade’ye gösteriyor, bu boş sahne görüntüsü bile onları heyecanlandırmaya yetiyor, sonraki konserlere bilet bulmanın telaşına düşüyorlar. :) Bir de Çağlar var tabii, tourbook koleksiyonuna yeni turnenin tourbook’unu katmak istediğinden sürekli bana “tourbook” diye mesajlar atıyor. Facebook’tan, Instagram DM’den, mesaj atmadığı mecra kalmıyor. Bütün kolunu dövmeyle kaplayacağına bu konsere gelebilirdi bence, ah şu tercihler… :)

Konser 2016’daki turnenin hemen hemen aynısı. Sadece şarkı sıralaması ve iki şarkı değişmiş, biste çalınan Hallowed Be Thy Name yerine Wrathchild gelmiş, son albümden Tears of a Clown yerine de Great Unknown eklenmiş. Bence skandal kararlar. Setlistte farklı şarkılar görme ümidimiz bir sonraki nostalji turnesine (tahminen 90’ları kapsayacak) kalıyor. Konserle ilgili daha önce yazdıklarımdan farklı çok bir şey yok. (Konseri merak edenler için çektiğim iki video var, biri Bruce’un anonsuyla birlikte Children of the Damned’in tamamı, diğeri ise konser boyunca çektiğim videolardan konserin 15 dakikalık özeti)

Konser bitince Andrey’i arıyorum, Adrian Smith’e tişörtü göstermeyi başardı mı, merak ediyorum. Andrey’i ararken Instagram’daki popüler Maiden hesaplarından biri olan Maiden_Fan hesabını yürüten Rus elemanı görüyorum, biraz onunla konuşuyorum. Sonra dışarı çıkıyoruz. Binlerce Maiden hayranı konser sonrası çalınan Monty Python’ın ‘Always Look on the Bright Side of Life’ı ıslıkla çalarak Antwerp sokaklarında, metrolarında yürüyor. Andrey’den mesaj geliyor, görev tamam! Adrian’a tişörtü göstermeyi başarmış, yine babayı güldürmüş, Adrian ona pena fırlatmış, Andrey kapmış penayı. Mesaj grubundaki diğerleri interneti kullanarak Andrey ile Adrian’ın iletişim kurdukları anları videolarda ve fotoğraflarda bulup paylaşıyorlar. Bizimle birlikte değillerdi ama konseri yaşamış kadar oluyorlar.

Ertesi gün sırada ‘Coming Home’ faslı… Eve dönüşte de yalnızım. Antwerp tren istasyonunda sabahın köründe trenimi yakalamaya çalışırken biri “Doğu!” diye sesleniyor. Yurtdışında bu çok başıma gelir, oranın dilinde illaki “owu” gibi bir sesleniş vardır, ben de hep bana sesleniyorlarmış gibi bakarım o tarafa doğru. Yine öyle bir şey sandım. Tren de kalktı kalkacak. Sonra bakıyorum, bir adam el sallıyor. Lenslerimi takmadığım için adamı seçemiyorum. Arada raylar var, karşıya da geçemiyorum, “Kimsin?” diye bağırıyorum. “Oğlum ben Ulaş” diyor. İzmir Radyo-aktif günlerinden arkadaşım, Ketum grubundan Ulaş da meğer Hollanda’daki My Dying Bride’ın çıktığı Roadburn Festivali için gelmiş, arada Brugges’a uğrayacakmış. Benzer amaç benzer rota… Neyse treni kalkmadan yakalıyorum. Bu sırada Andrey’den yeni bir mesaj: Ertesi günkü konser için Almanya’ya geçmiş. Barda otururken tesadüfen Adrian Smith’in bardan geçtiğini görmüş. Gidip selam vermiş, birlikte fotoğraf çekilmiş ve meşhur tişörtün hikayesini anlatmış. Adrian dünyayı gezen tişörtü biliyor, “Amerika’daki bilgisayar mühendisinin başlattığı mevzu değil mi?” demiş. Chris’ten bahsediyor. Dünya mı küçük, Maiden sevgisi mi büyük?!

Uçağa biniyorum, Maiden tişörtlü çekik gözlü bir kadın görüyorum. Yanında erkek arkadaşı. Konserdeydiniz galiba diyorum, şaşırıyorlar. Erkek arkadaşı sandığım aslında kocasıymış, adı Mert. O yanıtlıyor beni. İlk defa Maiden izlemişler. Geçen sene evde Maiden dinlerlerken “Keşke turneye gidebilseydik” demişler, turne tekrarlanınca bu fırsatı kaçırmamışlar.

İşte İstanbul’a tekrar adımımı attığımda en sevdiğim grubun konserinden kalan fotoğraf kareleri ve hatıralar kadar bu insan öyküleriyle de dönmüş oluyorum. Bana “aynı grubu defalarca izlemekten sıkılmadın mı?” diye soranlara yanıtım bu işte. Bu sadece bir grubun konseri değil.

Bu, Chris’in, Andrey’in, Melis’in, Daniel’ın, Bilge’nin, Hakan’ın, Çağlar’ın, Mert Yıldız’ın, Çağlan’ın, Bade’nin, Mert’in, onun eşinin, dünyayı dolaşan Untouchables tişörtünün, Facebook’ta, yolda, havaalanında bir tişört vasıtasıyla tanışan insanların ve o gün Sportpaleis’de bulunan, bulunmayan, bir şekilde Maiden tutkusunu paylaşan herkesin öykülerinin toplamı aslında. Ve bu büyük öykünün bir parçası olmak her şeye değer!

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.