DEATHSPELL OMEGA: İmkansızlığın İnşası II. Bölüm

Paylaş:

Yazının ilk bölümünün ardından birçok olumlu yorum ve tepki aldığımı söylemek isterdim ancak üç dört arkadaş dışında pek bir yorum gelmedi. Yine de ilgi ve alakanız için çok teşekkür ediyorum. Bas gitarlardan bahsetmediğimi kimse söylemedi. Oysa ki önceki bahsettiğim kayıtların hemen her birinde kritik noktalarda güzel işlere imza atmıştı bas gitarlar. Tabii ki daha fazla gitar ve davul ağırlıklı bir müzik olması, ayrıca onca kaosun içerisinde bas gitarın haklı olarak kafayı çıkartmak için kendine yer bulamaması da söz konusu ama yine de birkaç kelam edebilirdim. Ayrıca ek olarak yorum aldığım kişilerin hepsinden DsO’nun sözlerine ve felsefesine de ayrı bir yazı yazmam konusunda tavsiye aldım. Açıkçası bunca ağır bir işin üstesinden gelebileceğimi düşünmüyorum. Öyle bir yazı yazamayacak olmamın birkaç sebebi var, Deathspell Omega’nın aşırı ağdalı bir İngilizce kullanması, sözlerde çok fazla eski tabir olması ve altyapısının birçok yazardan ve eserden faydalanarak oluşturulmuş olması diyebilirim. Bütün sözleri tek tek okuyup anlayıp, ithaf ettiklerini araştırıp ardından felsefesini çözümleyip bir yazı haline getirmek gerekiyor ki, bu işi benden çok daha kalifiye kişiler yapabilecekken tarafımdan heba edilmesini istemem. Yoksa elbette şeytan, karanlık, kutsal değerlere küfür gibi başlıkların altı doldurularak yalnızca betimleme bakımından göz dolduran ancak karın doyurmayan yazılar yazılabilir. Buna atılabileceğini düşünen biri varsa lütfen yazsın ama, bu tarz incelemelere daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum çünkü.

Albüm kritikleri elbette okunmalı ve yazılmaya devam etmeli, ki ben de bu yazının ardından yazmaya devam edeceğim, ancak hem metal ortamlarında daha nitelikli sohbet ortamlarının oluşabilmesi hem de metal müziğe yeni başlayan kişilerin ellerinde okuyabilecekleri derli toplu kaynaklar olabilmesi bakımından, çok ünlü metal gruplarının yanında özellikle farklı yaklaşımlarıyla kendinden söz ettiren grupların müzikal iskeletleri ve felsefeleri hakkında daha fazla yazı yazılması doğru olacaktır diye düşünüyorum. Bu söylediğim kısa vadede basit ve pek faydalı gibi görünmese de uzun vadede ciddi anlamda dinleyicilerin bir takım yaklaşımlarını değiştirecektir. Metalin yalnızca kafa sallama, bira içip hayatın boktanlığından dem vurup, dinlemeyen kimselere yukardan bakma müziği olmadığını hepimiz biliyoruz sonuçta.

Konudan çok saptığımın farkındayım. Artık kaldığımız yerden devam edelim. 22 dakikalık Diabolus Absconditus’un ardından şimdi sıra hakkında ortalama aylardır neler yazacağımı düşündüğüm, nasıl tarif edeceğim konusunda kendimle sürekli çeliştiğim, DsO’nun tartışmasız en kaotik albümü Fas – Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum’da.

5 – Fas – Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum

Yalnızca albüm kapağıyla bile kendisine hayran bırakmayı başarabilen, iç dünyasına dalındığı andan itibaren de dinleyiciye salt eziyet eden Fas Ite’nin içerdiği karmaşa öyle bir seviyede ki, Deathspell Omega’nın bu albümden önceki ve sonraki hiçbir eseri, bu albümdeki karmaşanın yanına bile yaklaşamaz, hatta bu albümün karanlığının karşısında kasvetli bir öğle sonrası rengine bürünebilirler ancak. Hayır, kesinlikle abartmıyorum, karşınızda bütün black metal tarihinde görülmemiş (ve sanırım görülmeyecek) bir kaos ve karanlık var. Peki bunca iddialı söylem ne için? Yani illa bütün black metal tarihini de mi katacaktın arkadaş diyebilirsiniz. Sonuçta müzik kişisel bir zevk, sana böyle hissettirmişse bana da böyle hissettirmek zorunda değil diyerek çıkışabilirsiniz. Ancak bu albüme ciddi anlamda kulak verdiğinizde, 46 dakika boyunca hiçbir şeyin, tek kelimeyle hiçbir şeyin doğru olmayışını, gitar rifflerinin, davul ataklarının, arkadaki endişe verici atmosferin birbirinden tamamen uyumsuz hareket edişini nereye bağlayacaksınız? Şu zamana kadar yüzlerce black metal grubu dinledim, bunların büyük bir çoğunluğu pek çoklarının bilmediği, kulak kabartmadığı gruplar oldu. Aşırılığın her türlüsünü bir şekilde kulaklarımda çınlattım ancak ben hayatımda bunca ustaca inşa edilmiş bir uyumsuzluk bütününü dinlemedim. Önceki yazımda da dediğim gibi elbette bu işi hakkıyla yapan onlarca hatta yüzlerce grup var, fakat Deathspell Omega’nın tarzına benzemek şöyle dursun, yaklaşmak bile imkansız. Öncelikle gitarlardan başlayalım, Fas Ite’deki gitar kullanımı cidden eşi benzeri görülmeyecek bir takım olaylara sahne oluyor. Bu olaylar yalnızca kompleks gitar riflerinin bir ayara getirilmesi ve çalınması zor akorların kullanılmasıyla olmuyor tabi, örneğin ilk olarak Obombration’daki gitarlara bakalım. Çok basit bir akorla oldukça gerilim yüklü bir melodi oluşturulmuş. Bununla birlikte elbette yine DsO’nun çok sevdiği bol tekrar olayı da introda göze çarpıyor, ancak yalnızca introda desem yeridir. Bunca elimizin altında, hemen herkesin gitarda takılırken bulabileceği akorlardan, kimsenin aklına gelmeyecek melodiler oluşturulması DsO’nun özeti gibi bir şey. The Shrine of Mad Laughter girdiği anda ise bütün her şey imkansızlığa sürüklenmeye başlıyor. Kulaktan çıkartmaya çalışan bir manyak sayesinde az da olsa fikir sahibi olabildiğimiz bu şarkıdaki gitarlara bakıldığında ilk söylenecek şey şu; Deathspell Omega asla konser vermeyecek. Elbette öyle çünkü şarkıdaki gitarların hiçbiri bir insanın çalabileceği seviyede değil. Kayıt sırasında artık nasıl bir yol izleniyor orasını cidden çok merak ediyorum. Hiçbir akora dik basılmıyor, sürekli bir bend söz konusu, ayrıca ölçüsel bütünlük de yok denecek kadar az, 4/4’lük bir ölçü kendini 11/4’lüğe ardından 2/4’lüğe bırakabiliyor. Çoğunlukla aynı şeyi çalıyor gibi görünen iki gitar aslında o aynı riffi farklı tuşelerle çalıyor. Örneğin aynı rif sağ taraftaki gitarda daha temiz çalınırken sol tarafta bendlerle aynı sesin daha gerilimli hali çalınıyor. Aslında oldukça yanlış bir hareket gibi yorumlanabilecek bu hareket Hasjarl’ın ellerinde dahiyane bir hale bürünüyor. Bunların yanında ilk üç şarkıda The Repellent Scars of Abandon and Election’ın sonlarındaki melodi hariç dinleyiciye hiçbir melodiye tutunma şansı tanımıyor albüm. Duyduklarımız sürekli tekrar ediyor gibi görünse de hemen hepsinde farklı birkaç minör değişiklikle tam bir bütünlüğe ulaşamıyoruz. Fas Ite’nin dinleyicinin beynini yiyip bitirmesinin etkenlerinden biri bu. Ölçü bütünlüğü yok, melodi bütünlüğü yok, rif tekrarı çok olmasına rağmen ortada elle tutulacak tek bir kısım bile yok, bir de bunların üzerine aniden duran, bir anda kritik değişikliklere uğrayan kısımlar var. Başta söylediğimi yeniden söylüyorum, bu albümde doğru atılmış tek bir adım bile yok. Bir sınava girip bütün soruları yanlış yapmaya çalışma çabası bile tam olarak durumu özetleyemiyor, çünkü bütün bu kulağa yanlış gelen elementlerin hepsinin toplamı komik biçimde aşırı eşsiz bir mükemmelliğe bürünüyor. Bunca düzensizliğin, sonu gelmez dağınıklığın aslında planlı programlı yapılmış olması duygusu bizlere bunca karmaşık bir sistemin tesadüf olamayacağına ve bir yaratıcının mutlaka bunu planlamış olması gerektiği düşüncesiyle aynı yere itebiliyor, veyahut aynı karmaşanın asla bir varlık tarafından düzenlemeyeceğine ve hemen her şeyin gelişi güzel bir araya geldiği inancına. Deathspell Omega’nın kutsallığını bu mükemmel karmaşadan aldığını iddia etsem karşı çıkabilecek biri olmaz sanırım. Bütün her şeyin durduğu ve gitar melodisinin daldığı Bread of Bitterness’in tam ortasındaki o kısmı ele alalım. Melodinin kulağa hoş başlayıp ardından tamamen darmadağın olması, arada bir toparlıyor gibi olup sonradan iyice batması bir tesadüf mü? Hayır, bunca mükemmel melodilere imza atmış bir grup, belli ki çürümüşlüğümüzü, ne kadar çabalarsak çabalayalım iyiye ve doğruya asla ulaşamayacağımızı yüzümüze vuruyor. Caza ithaf eden gitarlar da, arada bir tatlı tatlı öykünen bas gitarlar da tamamen aynı amaca hizmet ediyor. Kaybediyoruz ve kaybetmeye devam edeceğiz, varlıklar olarak ortak kaderimiz bu çünkü.

Fas – Ite’den çalınması zor karmaşık bir riff örneği

Davullara ayrı bir paragraf açmak elbette doğru bir adım olur. Ancak pratikte çalınması mümkün olmayan bu davullar hakkında neler söylenebilir bilmiyorum. Bu albümde davulların önemi gitarlardan fazla desem yeridir. Fas Ite karanlığının büyük çoğunluğunu asla durmak bilmeyen, bir vurduğuna bir daha vurmayan, varyasyon içerisinde kaybolup giden davullara borçlu. Bu albümün kayıtlarında kesinlikle drum machine kullanıldığını iddia ediyorum hatta. Çünkü bunları çalmayı geçtim kaydetmek akıl mantık işi değil. Bazı kısımları çalabilmek için cidden dört kollu olmak gerekebiliyor. Fas Ite hakkında söyleyeceklerimi bitirmeden önce son olarak “A Chore for the Lost”un bana göre DsO’nun en iyi şarkısı olduğunu eklemek istiyorum. Özellikle son kısımdaki gitar solosu ve solonun ardındaki rifler bu albümün zirvesi konumunda benim için. Bunca ayrı giden iki gitarın, bunca mükemmel biçimde uyumlu olması hala her dinleyişimde bana kafayı yedirtiyor, tüylerimi diken diken ediyor.

6 – Veritas Diaboli Manet in Aeternum: Chaining the Katechon

Yazıyı çok fazla uzatmak istemediğimden ve aynı şeyleri sürekli tekrarlayıp durmanın anlamsız olacağını düşündüğümden bundan sonraki albümler hakkında yalnızca çok önemli kısımların üzerinde duracağım. Zaten ilk yazıda da söylediğim gibi DsO aslında elindeki malzemesi sınırlı olan ancak bunu çok farklı biçimlerde ustalıkla sunabilen bir grup. Kenose manyaklığından itibaren dinamiklerini pek değiştirmeden ilerliyorlar, müziklerine yeni şeyler eklemiyorlar, ancak ellerindeki malzemeden bol bol varyasyon sunarak dinleyicinin aklını almayı da başarıyorlar. Yani örneğin bodoslama giden davulların ardına kulaktan çıkarılması imkansız ve sabit bir ölçüye bağlı olmayan gitarları Mass Grave Aesthetics’den beri kullanıyorlar. Ancak asla aynılık tadı almıyoruz. İşte Chaining the Katechon da böyle bir şarkı. 22 dakikalık süresiyle DsO’nun en az bildiğim şarkısıydı kendisi. Sonra büyük bir gaflet içinde olduğumu fark ettim elbette. Chaining the Katechon’un en büyük özelliği DsO’nun hemen her döneminden izler taşıması diyebilirim. Bununla birlikte Fas Ite’den sonra grubun akılda kalıcı melodileri, basit tekrarları özlediğinin de kanıtı niteliğinde aşırı güzel melodiler mevcut. Öyle ki eğer dinlememişseniz büyük ihtimalle haftalar boyu dilinizden düşmeyecek kısımlar olacaktır. DsO kendine has işçiliğini yine bambaşka biçimde sunuyor bu EP’de de. Ancak bütün bu işçilik üzerine zaten fazlaca kelam ettiğim için yeniden burada belirtmeye gerek yok. Gerek tekrarlarıyla gerekse aynı rifflerin varyasyonlarının fazlaca kullanımıyla DsO’nun en bütüncül işi diyerek, birçokları tarafından en iyi albüm olarak görülen Paracletus albümüne geçiyorum.

Dünya’nın en iyi albüm kapağı…

7 – Paracletus

Paracletus’un DsO’nun en çok bilinen iki albümünden biri olmasının aslında çok mantıklı bir sebebi var. O da Paracletus’la birlikte grubun yeniden bazı şeyleri kitabına göre yapmaya başlaması. Si Monvmentvm’dan bu yana nakarat gibi bir olgunun yanından bile yaklaşmayan DsO, Wings of Predation’la birlikte nakarat olgusunu yeniden müziklerinde kullanmaya başladığını yüzümüze aşırı sert biçimde vuruyor. Zaten sanırım bir kişinin bu albümün kulu köpeği olma eşiği Wings of Predation’ın nakarat rifinin girmesiyle başlamıştır. Hemen ardından giren Abscission da gerek introsuyla gerek nakarat riffiyle baştan aşağıya büyüleyici bir şarkı olarak karşımıza çıkıyor. Bununla birlikte vokaller yine genel bakımdan düz konuşma gibi geçse de bu albümde fazladan bir namelenme, ekstradan haykırışlar, clean kısımlar duyabiliyoruz. Bu bakımdan da yine önceki manyaklıklara nazaran daha dinlenilebilir, daha kabul edilebilir bir black metal albümü görünümü alıyor Paracletus. Albümün süresi ne Si Monvmentvm gibi bir buçuk saati buluyor, ne de şarkı süreleri Fas Ite’deki gibi 10-11 dakikaya uzanıyor. Normal bir albümde olduğu gibi ortalama 3 ila 6 dakika arasında takip ediyor. Bunlar her ne kadar küçük ayrıntı gibi görünse de dinleyicilerin büyük çoğunluğunu bu ayrıntılar çekiyor diyebilirim. Tabi yalnızca bu tarz basit düzenlemelerle değil, yine oldukça derin ve ustaca işçilik de söz konusu. Öncelikle Paracletus, DsO’nun şarkılarda kurduğu kaosuyla yine aynı zamanda akıl almaz düzeninin tam ortasında bir yerde. Şarkı süreleri kısa, ancak bodosluk, özellikle Phosphene ve Devouring Famine’de genellikle hat safhada. Bunun yanında yine aynı şarkılarda önceki albümleri aratmayan bodosluğun yanında basit gitar arpejleri ve hafif hisli melodiler de mevcut. Deathspell Omega bütün hisleri barındıran şarkılar yazabilmek için uzun dakikalara, boşluklara ihtiyacı olmadığını açıkça belli ediyor burada. Phosphene oldukça büyük bir karmaşayla başlıyor ancak aşırı güzel bir slow ritmle sona eriyor. Devouring Famine’de de (albümdeki favori şarkım) hemen hemen aynı durum söz konusu. Paracletus’un tek bir şarkıdan oluştuğunu iddiasını da tamamen reddediyorum. Ortada Epiklesis II’yle Apokatastasis Pantôn’un benzer girişlerinin ve melodilerinin olması veya Dearth’den Phosphene’e geçişin birbirine bağlı olması bu albümü tek bir şarkı haline getirmiyor ne yazık ki.

Paracletus’un önceki albümlere göre daha düzenli bir şarkı gidişatına sahip olması, şarkı sürelerinin kısa olması, nakarat olgusunu barındırması ve biraz daha çalınabilir gitar ve davullar içermesi onu diğer albümlerden ayıran en önemli özelliği. Ayrıca Apokatastasis Pantôn gibi bir şaheserin de yine bu albümde yer alması DsO’nun birçok kişi tarafından en iyi albümü olarak görülmesinde ayrı bir etken diyebilirim. Yine de albüm aşırı oranda karmaşa, tuhaf gitar riffleri ve kompleks davullar içeriyor. Yalnızca bunu biraz daha kabul edilebilir görünümde yapıyor.

8 – Drought EP

Gönül isterdi ki bu EP’den sonra yazacak yine birçok albüm ve EP olsun, ancak DsO’nun 2012’den bu yana çıkardığı son çalışmayla yazımızı sonlandıracağız maalesef ki. Hemen her bakımdan DsO’nun en farklı işlerinden biri olan Drought’un ilk olarak elbette şarkı süreleri dikkat çekiyor. Önceki EP’lerde tek uzun şarkılar mevcutken, Drought toplam 21 dakikadan oluşan 6 şarkılık bir EP. Üçlemenin ardından farklı bir müzikal anlayışa yelken açtığını hissettiren DsO, tabii ki başka bir albüm yapsaydı tam olarak maksadının ne olduğunu anlayabilecektik. Çünkü Drought başlı başına bir değişim EP’si olmaktan çok bir geçiş EP’si gibi. Salowe Vision şarkısının girmesiyle şaşırmayan bir DsO hayranı olmadığını düşünüyorum. Hiç kimse böyle farklı bir yaklaşım beklemiyordu. Çok zorlasak belki biraz Kenose’deki I’in girişine benzetilebilecek bu intro, cidden DsO’nun elindeki malzemeye yeni bir şeyler katmak istediğinin göstergesi gibi. Fiery Serpents’in girişi ve devamındaki gitar kullanımı ise yine önceki albümlere pek benzemiyor. Hele ki 01:27’de giren ara gaz kullanımı önceki albümlerde saniye saniye arasanız bulamayacağınız bir değişim. Drought genel yapısıyla DsO’nun müzikal karakterine yeni bir şeyler katma arayışı olarak tanımlanabilir. Bu da beni şahsen iki farklı düşünceye itiyor.

Birincisi Deathspell Omega Paracletus’ta her şeyi bitirmeden önce hayranlarına müzikal olarak değişim geçireceğinin sinyalini veriyor bu EP’yle ve bu değişimin nasıl bir şey olacağını hafifçe göstererek, neden artık yeni bir materyal çıkartmayacağının sebebini sunuyor bir bakıma. Çünkü eğer devam edecekse müzikal değişimler geçirecek ve bu da belki de grubun bütün ruhaniliğine zarar verecek, böyle bir şeyi yapmaktansa yalnızca biraz tadımlık sunup bütün ortamlardan elini eteğini çekmek daha mantıklı gibi geliyor gruba.

Ya da ikinci düşüncem olan şuna itiyor (ki olmasını umduğum da bu) Deathspell Omega büyük bir projeyle yeniden karşımıza çıkmadan önce yaşayacağı müzikal değişimler hakkında fikir veriyor ve bununla yetinmemizi istiyor. Tabi kariyeri boyunca azami iki sene bir şey üretmemiş olan (onda da Si Monvmentvm çıkıyor, bir buçuk saatlik bir albüm için iki yıl beklemek çok olası) bir grubun dört seneden beri hiçbir ses seda çıkarmadığı gerçeği ister istemez grubun dağıldığı düşüncesini akıllara getiriyor. Dağılmış olsalar bile bizlere sunduğu bütün bu şaheserler yalnızca bize değil, sonsuza kadar bütün bir insanlığa yetecek kadar güçlü eserler. Deathspell Omega şimdi sevildiği ve dinlenildiği gibi bundan bi’ 15-20 sene sonra da yine aynı aşkla birileri tarafından dinlenilecek, birileri tarafından incelenip ilham kaynağı olacak. İşte ölümsüzlüğün en makul formülü de bu zaten. Dünya’ya bir eser bırakmak.

“Raping Human Dignity” şarkısıyla başlayan DsO efsanesi şimdilik “The Crackled book of Life” şarkısıyla sona eriyor. Üzücü olan bir diğer kısım da şu elbette, The Crackled book of Life öyle iyi bir kapanış şarkısı ki, DsO gibi yüce bir grubun bile kariyerini sonlandırabilecek güce sahip. Tabi bu biz severleri yine üzüyor ama yine de var olmasının verdiği mutluluğu baltalayamıyor elbette.

Bunca uzun bir yazıyı okuduğunuz için öncelikle çok teşekkür ederim, yazı boyunca katılmadığınız ve farklı düşündüğünüz kısımlar varsa belirtmekten çekinmeyin, üzerine konuşmaktan en çok zevk alacağım konulardan biri elbette Deathspell Omega’dır. Hatta yanlışlarım varsa düzeltilmekten de asla beis etmem.

Yeniden görüşmek üzere.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.