Ülkenin, Dünyanın ve Varoluşun Gamları

1544
0
Paylaş:
varolusun gamlari - paslanmaz kalem

İşim nedeniyle üç senedir Gana’da yaşıyorum. Geçen Şubat ayında, kaldığım otel odasında dinlediğim Hollandalı kompozitör Joep Franssens’in “Harmony of the Spheres” isimli parçasına İnternet’te okuduğum iki haber ve video ile fotoğrafları eşlik ediyordu. İlk haber, eminim hepimizin ister istemez denk geldiği, Arjantin’de kendisiyle birlikte fotoğraf çektirmek isteyen turistlerin elinde ölen Franciscana yunusuydu. Diğeri ise 29 vatandaşımızın yaşamını kaybettiği 17 Şubat 2016 Çankaya, Ankara patlamasının ardından, başta büyük şehirler olmak üzere ülkenin büründüğü güvensizlik ortamı ve sessizlikti. (Özellikle önce Franssens’ın kompozisyonunu, onunla birlikte de yunus videosunu açmanızı tavsiye ederim.)

istiklal caddesi - paslanmaz kalem

İstiklal Caddesi (20/02/2016)

Bu haberlere Franssens’in eseri esnasında denk geldiğimde ufak çaplı bir aydınlanma yaşadım. Aslına bakarsanız, bir “aydınlanma” değil, daha çok bir “tanımlayabilme,” iliklerimize kadar hissettiğimiz duyguları dille ifade edebilme anı. Bu minör gamdaki kompozisyonu duyduğumuzda ve onun üzerine de bu ölü yunus ve boş, insansız sokak görüntülerini üst üste koyduğumuzda içimizde uyanan hüzne dair bir tasvir imkânı… Bu duyguya ve onu nasıl ifade edebileceğimize geri döneceğim. Bu aydınlanmayı yaşadığım esnada, matematikçi ve fizikçi Bernd Willimek ile eşi piyanist Daniela’nın birlikte üzerinde çalıştığı, müzik teorisi ve duygular arasındaki bağlantıyı inceleyen araştırmalarını okuyordum. Bu araştırmadan bahsetmeden önce müziğe dair birkaç temel kavramı bilmeyen okuyuculara tanıtmam gerekiyor.

Müzikte sesler notalarla ifade edilir ve her bir notanın belirli bir frekansı (yani titreşim değeri) vardır. İngilizcede “pitch” kelimesiyle ifade edilen bu ses frekansı kavramı tamamen bilişseldir. “Bilişsel” derken şunu kastediyorum: Evet ses dalgaları, yani belirli frekanslarda titreşen hava moleküllerinin kendi başlarına bir ses frekansları yoktur. Hareketleri gözlemlenebilmekte ve ölçülebilmektedir ama onları “ses frekansı” ve “nota” dediğimiz kavramlar sistemiyle bağdaştırabilmek için insan beynine gerek vardır. Zihinlerimizde gerçekleşen ve son derece sübjektif süreçler sonucunda bu ses frekansları ve aralarındaki ilişki zihnimizde “müzik” olarak tanımlanır –aynen renkler gibi. Isaac Newton ışığın renksiz olduğunu dile getirmiş, “renk” denen şeyin zihnimizin içinde gerçekleştiğini keşfederek ışık dalgalarının renksiz olduğunu söylemişti. Ama beynimizdeki anlık nörokimyasal süreçler sonunda biz bir gülün kırmızı olduğunu görüyoruz, yoksa bir gül kendi başına asla kırmızı değil. Aynı şekilde, bir puding tatlıdır… Ama ancak dilime değdiği zaman. Ya da Gana’daki otel odamın duvarları beyazdır… Ancak gözümle temas ettikleri zaman. Bir parantez açıp şu noktanın altını çizelim birlikte: Gözlemlenen (yani mesela müzik) olabilmesi için bir gözlemleyene ihtiyaç var. Gözlemlenen, biz onla temas halindeyken anlamlı.

Batı müziğinde notalar “Do-Re-Mi-Fa-Sol-La-Si-Do” şeklindedir. Titreşim frekansları notalar boyunca artar. Aynı isimli seslerin frekans oranları ½’dir. Şöyle: Şu La sesinin frekansı 110 Hz ise, ondan önceki La’nın 55 Hz’dir. Ya da bir sonrakininki 220 Hz’dir. İlginç bir şekilde oktav kavramı dünya üzerindeki bütün müzikal kültürlerde aynıdır. Yanı oktav dediğimiz şey küresel olarak sabit. Do’dan başlayıp Do’ya vardığımızda o notanın oktavına çıktığımızı ya da bir oktavlık yol kat ettiğimizi söyleriz. Batı müziğinde bir oktav logaritmik olarak on iki eşit aralığa bölünmüştür.

Do ile Re arasındaki aralığa bir tam ses denir ve iki yarım sesten oluşur. Peki on iki aralık ve on iki farklı nota olması gerekirken ve öbür yanda da tanımlı sadece yedi tane nota varken diğer notalar nasıl isimlendirilmiş?  Sanırım yüzlerce yıl boyunca hizmetçilerle aynı yer altı mahzenlerinde yemek yiyen ve saraylara ancak arka kapılardan kabul edilen müzisyenler, yaptıkları işin daha karmaşık sanılması ve dolayısıyla da daha çok saygı görmeleri için diyez ve bemolleri ortaya atmışlar. Bu isimlendirmenin böyle yapılması kesinlikle bir elzem değildi ama dediğimiz gibi müzisyenler bunu böyle belirlemişler.

Bu notaların belirli kurallar içinde sıralanmasıyla oluşturulan seriye ise gam denir. Dünyanın etrafındaki değişik kültürlere ait türlü türlü gamlar vardır ve her birinin kendine ait dizilim kuralları vardır. Klasik Batı müziğinde kullanılan en temel gamları gösterelim: majör ve minör gamlar.

 

 

do major gami - paslanmaz kalem

Do majör gamı ve notalara verilen isimler – Do majör akoru gamın birinci (tonik), üçüncü (medyant) ve beşinci (dominant) notalarından oluşur

do major gami araliklariyla - paslanmaz kalem

Aralıklarıyla Do majör gamı

Gamlar neden önemlidir? Çünkü bir şarkıda duyduğumuz tüm melodiler ve akorlar bu gamlardan elde edilir. Melodinin ne olduğunu açıklamama gerek yok ama “akor”un ne olduğundan kısaca söz edelim. “Akor” en az üç sesin aynı anda çalınmasıdır ve genel olarak gamlardaki notalardan elde edilirler. Bu seçilen notalar seçildikleri gam hakkında bize bilgi yansıtır ve zihnimizi şarkının çaldığı gama sabitler. Müzisyen olan, olmayan bütün dinleyicilerin zihni bunu kendilerine hissettirmeden yapar. Bu yüzden mesela, bir şarkıda vokalist detone olduğu zaman içimizde rahatsız edici, garip bir his uyanır. Çünkü zihnimiz bize “vokalist şarkının gamının dışındaki notalarda söylüyor,” der. İki hafta önce Budapeşte’de Black Sabbath’la birlikte izlediğim Ozzy Osbourne buna güzel bir örnek.

Şimdi, Do notasından başlayarak bir akor elde edelim. Tipik olarak bir akor, gamın birinci, üçüncü ve beşinci seslerinin bir arada çalınmasıyla elde edilir. Ama majör ve minör gamların aralık sıralamaları farklı olduğu için akorları oluşturan notalar arasındaki sıralamalar da farklılaşıyor. Do majör gamındaki birinci nota Do, üçüncü nota Mi ve beşinci nota da Sol’dür. Do-Mi-Sol notalarından oluşan akora Do majör akoru denir. Do minör akoru ise yine Do minör gamının birinci, üçüncü ve beşinci notalarından oluşur: Do, Re bemol ve Sol. Hiçbir müzikal eğitim almadan hepimiz hangisinin majör, hangisinin de minör olduğunu söyleyebiliriz çünkü Do majör neşeli, Do minör ise hüzünlü, düşündürücü ve hatta egzotik tınlayacaktır.

do major ve minor gamlari - paslanmaz kalem

Do majör ve minör gamları

Şimdi asıl mevzumuza gelelim: Bernd Willimek ile eşi piyanist Daniela’nın akorlar ve duygu ilişkileri hakkındaki çalışmalarına değineceğim.

Bir akorun içindeki tonik notayı (yani kök notayı) kişinin iradesine yönelik bilinci olarak değerlendirmemiz gerekir: İçinde bulunduğu andan dolayı memnun ama yine de her zaman hareket etmeye hazır. Doğal olarak, majör akorda da, minör akorda da bu notadan bulunur. Ama bizim için asıl değişikliği akorun ikinci notası, yani gamdaki üçüncü nota belirliyor: medyant.

Majör akorda bir niyet ifadesi, onaylamaya yönelik bir iletişim vardır. Akorun medyantı yukarıya doğru hareket etme isteği uyandırır bireyde. Kişinin içinin içine sığmadığını, bir şeylere “Evet istiyorum,” dediğini düşünürüz.

Ama minör akorda medyantımız yarım ses geride. Örneğin la majör gamındaki Do diyez sesi burada Do oluyor ve bize şu sözü söylüyor: “Dur. Artık yok.” İçimizi derin bir keder kaplıyor. Sessiz bir şekilde söylendiği zaman uyandırdığı hüznün yanında, bu akoru hızlı bir şekilde çalarsak, öfkelendiğimizi bile söyleyebiliriz. Hızlı ve bağırarak tekrar tekrar, “Dur. Artık yok!” dememiz gibi bir şey bu. Hakikaten, bir minör akor hızlı ve yüksek seste çalındığı zaman müzikte rahatça öfkeyi betimleyebiliyor.

gustav mahler - paslanmaz kalem

Gustav Mahler

Şimdi bazılarımız, “Soyut duygulara ulaşmayı anlıyorum da böyle somut ifadelere nasıl ulaşılabiliyor müzikte?” diye sorabilir. “Müzik gibi elle tutulmayan, hele hele sözel ifadeler içermeyen bir olgudan nasıl bu cümleler, ifadeler ortaya çıkıyor?” diye şüpheye de düşebilir.

Müzik tarihi, bu etkileşime ışık tutan örneklerle doludur. Mahler ve Strauss, sık sık müziklerinin bir savaş alanı olduğunu ifade etmiş, her ikisinin de bir dağın farklı taraflarından kazmaya başladıklarını ve bir gün birleşeceklerini söylemişlerdi. Yüz kişilik orkestralar için besteledikleri parçalarda enerji yüklü hamaset öyküleri anlatırken, aynı zamanda insanlığın yarattığı yıkım ve parçalanmanın imalarını da işlemişlerdi.

Alman felsefeci Nietzsche Wagner’in bir kâhin, hatta bir rahip olduğunu dile getirmiş, “öbür taraf”la telefon konuşması yapabilen, kompozisyonlarında metafiziksel bilgiler aktaran “Tanrı’nın vantrologu” olduğunu ifade etmişti.

Fransız besteci Debussy, vatandaşı ünlü şair Verlaine’in sade ve uçucu imgelerini bestelerine işlemiş, ay ışığını, hışırdayan yaprakların dinlendirici seslerini, denizin salınımlarını, kadim dansların devinimlerini notalarla tasvir etmişti.

Doğu Almanya marşıyla ünlü besteci Hanns Eisler, 1900’lerin ortasında Almanya’nın insan toplumu hakkında daha derin gerçekler aktaran bestelere ihtiyacı olduğunu söylemişti. Çalışma arkadaşlarına, “Evinizin penceresini açın ve ondan sonra beste yapmaya başlayın. İnsanları, sokaktaki insanları keşfedin… Sokakta duyduğunu gürültünün sadece gürültü olduğunu sanmayın, onun insanlar tarafından üretildiğini hatırlayın,” demişti. Kaldı ki Amerika da II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’yı yeniden yapılandırırken müziğe muazzam bir önem atfediyordu. Tuğgeneral Robert McClure, askeri sonuçlar elde edebilmek için askeri olmayan yollar salık veriyor ve bu eksende de caz müziğini, Amerikan kompozisyonlarını ve Aryan ırkı anlayışını silecek her türlü müzikal yönelimi Almanya’ya aşılamak için topyekûn bir mücadeleye girişmişti.

Arnold Schönberg - paslanmaz kalem

Arnold Schönberg

Avusturyalı Schoenberg tonalite kavramını çöpe atmış, 12 ton kavramını geliştirmiş ve “Benim müziğimi daha sonra anlayacaksınız,” demişti. “Beklenti” üzerine kurulu Klasik Batı müziği anlayışını yerle bir ettiği müzikal felsefesinde, modern insana dair çok sağlam bir ima vardı. Tonik bir nota ve alışık olduğumuz anlamda bir gam olmadığı için dönülmesi gereken bir ev, bir inanış olmadığını ima ediyor, 20.yüzyıl insanın varoluşta kendi başına süzülen ruh halini tasvir ediyordu. Onun tarzında besteleri özellikle korku filmlerinde sıkça duyarız: Tekinsizlik, bir yere ait olmama hissi ya da rüya/su altı sahnelerinde boşlukta süzülme hissiyatı için bu avangart bestelere başvurur yönetmenler genellikle.

Beethoven’ın son yaylı kuartetini kaleme aldığı manüskriptte yer alan bir notu hepsinden çok daha güzel bir örnek. Kuartetin finalinin girizgâhında ki ismi de “Zor Verilmiş Karar”dır, viyola ve çello Fa minör gamında karanlık, ürkütücü bir tona sahiptir. Beethoven’un burada not aldığı gizli kod ise şudur: “Muss es ein?” Yani, “Olmalı mı?” Ardından Fa majör gamında giren kemanların cevabı ise neşeli ve olumlayıcı bir tonda, “Es muss ein!”dır, yani, “Olmalı!” Parçanın kompozisyonunu etkileyen ve Beethoven’ın da manüskripte not düştüğü bu soru-cevabı istediğimiz şekilde yorumlayabiliriz. Söylentiye göre, Beethoven, temizlikçisinin ödeme talebi üzerine bu besteyi ve ona eşlik eden soru cevabı kaleme almıştır ama onun bu besteyi yaparken, insanlık deneyimini ve varoluşu kutladığı meşhur “Neşeye Övgü”deki ruhun devamı olduğunu düşünmek hiç yanlış olmaz.

beethoven - paslanmaz kalem

Beethoven: “Olmalı mı?” – Temizlikçi: “Olmalı!”

Varmak istediğim nokta şu: Müzik varoluşumuzun kumaşında vardır ve dolayısıyla onun her bir notasında, her notası arasındaki sessizliklerinde yaşamımıza, bilimimize, felsefelerimize ve ideolojilerimize dair imalar vardır –çünkü her biri tamamen insan aklından çıkmıştır. En eski yerleşim yerlerine yapılan arkeolojik kazılarda bulunan kalıntılarda kemikten flütler, kütüklere gerilmiş, davul amaçlı kullanılan hayvan derileri vardır. İnsanlar nerede, hangi amaçla bir araya gelmiş olurlarsa olsunlar, müzik hep ordadır: düğünler, cenazeler, mezuniyetler, savaşa gidişler, spor müsabakaları, gece eğlenceleri, romantik akşam yemekleri, ninniler, politik mitingler vs. Kaldı ki insanlık tarihinin geneline baktığımızda, kısa bir süre öncesine kadar, yaklaşık olarak 500 sene öncesine kadar, müzisyen/dinleyici diye bir ayrım da yoktu. Tarih boyunca müzik icraatı ve dans, yemek yemek ve nefes almak kadar doğal ve herkese ait bir edimdi. “Konser salonu” dediğimiz şey son birkaç yüz yılda ortaya çıkmıştır.

Şimdi bilgilerin ışığında, ölen Franciscan yunusu hakkında ve boş Türkiye sokakları görüntüleri üzerinde biraz kafa yoralım.

Geçen sene Paslanmaz Kalem’den yazar arkadaşlarımla birlikte Amerikalı rock grubu Shellac’ın İKSV Salon’da yapılan konserlerindeydim. Grubun gitaristi ve beyni Steve Albini şarkı aralarında gitar akordunu düzeltirken basçı Bob Weston boşlukları doldurmak için seyircilerle sohbet ediyordu. Mayıs ayındaki bu konser tam da Haziran genel seçimlerimizden önceydi. Weston bir ara, “Sanırım yakında burada bir seçim olacak. Kime oy vereceğinizi biliyor musunuz?” diye sordu. Seyircilerin arasından birisi de “Hiçbir şey fark etmiyor ki,” diye bağırdı. Bunu duyan Albini’nin söylediklerini asla unutmayacağım: “Hayır, fark ediyor. Çok ufak da olsa fark ediyor. Senin ve benim gibi insanların bir oyu hiçbir şeyi değiştirmez diye düşünüyorsun ama ufak da olsa bir fark yaratıyor. Ve sen de ben de o ufacık farkta yaşıyoruz zaten. Bunun da elinden gitmesine müsaade etme.”

steve albini - paslanmaz kalem

Steve Albini

Bir yarım ses… Bir akorun tüm hissiyatını değiştirmek için gereken tek şey, Batı müziğindeki en ufak aralık olan yarım ses kadar parmağınızı kaldırmak. Bir yarım ses gittiği anda, “İstiyorum,”un yerini “Artık yok,” alıyor. Ölmekte olan bir yunusun daha kısa bir süre önce hayatta olması gibi… Daha bundan birkaç sene öncesine kadar İstanbul’un sokaklarının cıvıl cıvıl olması gibi… Ama artık yok.

Gözlemim şu: Doğaya baktığımda kendi kendinin rüyasını gören, hayalini kuran ve dolayısıyla da bunu yaratan bir var oluş görüyorum. Doğanın var olması için insana ihtiyacı yok. O kendiliğinden çok güzel ve kendi kendine yeter durumda. Ona zarar da verebiliriz (ölen yunusta olduğu gibi), onunla birlikte de yaşayabiliriz. (Ama bu başka bir konuşmanın konusu.)

medeniyet - paslanmaz kalem

Medeniyeti insanlar hayal ediyor

Ama medeniyeti insanlar hayal ediyor. Şu anda içinde yaşadığımız medeniyet yüzlerce yıldır insanların rüyalarında şekillenmiş bir alan. Bir coğrafyaya anlamı, medeniyeti getiren, bir majör akordaki gibi, “Evet yapmak istiyorum,” diyen varlık, insan. İçinden insan çekilmiş medeniyetin tonu/akoru ister istemez minör oluyor.

Bir yarım ses… Bir yarım sesin karşılığı ülkemizin doğusundaki gibi talan edilmiş şehirler ya da korkudan bomboş bırakılmış İstiklal Caddesi.

 

Not: Bu makale 14/06/2016’da Nevzade Peyote’de icra edilen “Müzik Üzerine Konuşmalar 2: Ülkenin, Dünyanın ve Varoluşun Gamları”nın temel metnidir.

Öne çıkan görsel: “The Course of Empire” – Thomas Cole (1833-36)

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.