Canlı Türleri Arasında Eşitlik için Black Metal Dinlemek

Paylaş:

Amerikalı stand-up komedyeni George Carlin’in şu skecini izleyene kadar çevreciliğe yönelik sabit bir bakış açısına sahiptim: Kendimi de bir çevreci olarak görüyor, doğayı korumaya yönelik her türlü oluşum ve harekete mümkün olduğu kadar destek veriyor ve -o meşhur özdeyişte olduğu gibi- çocuklarımızdan ödünç aldığımız bu dünyayı korumanın insanlığın öncelikli hedefi olması gerektiğini savunuyordum. Sakın yanlış anlaşılmasın; bu düşüncelerimde değişen hiçbir şey yok. Ancak, bir komedyenden çok, bir vizyoner addettiğim Carlin’in ardından, vardığım bu sonuçlarda bir terslik olmadığını ama konuya kesinlikle çok yanlış bir açıdan yaklaştığımı(zı) ve hatta bu açım(ız)ın, çevreye zarar veren yaklaşımlarla aynı kökten doğduğunu fark ettim.

Carlin’in uçlarda gezen, kinayeli üslubu ilk bakışta biraz sarsıcı hatta yanıltıcı olabilir; mizahıyla tanışık değilseniz, endişelenmeyin. Carlin tabii ki bisiklet yollarına, canlıların korunmasına vs.’ye karşı bir tutum içinde değil.

Gezegen bir yere gitmiyor… Biz gidiyoruz!

Carlin’in hoş göremediği ve benim de onu dinlemeden önce kurbanı olduğum düşünce, insan türünün gezegene yönelik kibriydi – konu, ondan faydalanmak ya da onu korumak olsun, fark etmiyor. Skeci izlemem bitip üzerine biraz düşündüğümde, çoğumuzun köşe bucak kaçtığı ifadeyi söyledim kendime: “Yanılıyormuşum. Şu anda aydınlandım.”

İnsanlığın gezegenin kaynaklarını yarın yokmuşçasına harcamasının herhangi bir savunulacak yanı olmadığını düşünüyorum. Bir yandan plansız nüfus artışını destekleyip, ardından da “İnsanlığın gelişimini engellemeye hakkınız yok,” savının ardına saklanan ve bu yolda doğal kaynakları, çevreyi hiç önemsemeden tüketen çapsız düşünce şeklini tartışma konusu yapacak değilim. Ama bu kötü gidişe karşı geliştirilen ve aslında destekçilerinin çoğunluğunun da iyi niyetli olduğuna kanaat getirdiğim “Dünya’yı Kurtaralım!” gibi bir anlayışın da tamamen aynı bencil, kibirli ve hepsinden önemlisi, türcü düşünceden (*) ortaya çıktığını ancak anlayabildim. Niyet iyi olabilir ama yaklaşım şekli kesinlikle yanlış ve günümüzde de görebildiğimiz gibi, çoğu zaman sonuçsuz.

(*) Bir canlı türünü diğerinden üstün gören düşünce şekli. Genellikle insan şovenizmini kastetmek için kullanılır.

paslanmaz kalem - ego ve doga

Sol taraf: İnsan egosunun sonucu türcü yaklaşım (Cinsiyetçilik de gözden kaçmasın.) Sağ taraf: Doğa

Ve bu noktada da bir dil üstadı ve analizcisi olan Carlin’in tespiti, çevre hareketindeki mantık hatasını tam on ikiden vuruyor: Dünya’yı kurtarmak mı? Dünya’nın kurtarılmaya ihtiyacı yok ki… Boku yiyen biziz, yani insanlık! Çok uzun bir süre değil, belki de kendi ömrümüz dâhilinde, su ve diğer kaynaklar için yapacağımız savaşlarda birbirimizi yok edeceğiz. Belki de “Mad Max”inki gibi bir dünyada son insanlık kırıntılarımızı da kalan doğal kaynaklar için ayaklar altına alacağız ve türümüzün son üyelerini avlanmaya çıkacağız.

mad max - paslanmaz kalem

Çok uzak olmayan bir gelecekte, “Mad Max”inki gibi bir dünya

Yani insanlık tamamen yeryüzünden silinecek ve biz de doğada gelen ve geçen bir mutasyon, evrimin çıkmaz sokaklarından biri olacağız. Ve o “kurtarmamız gerekiyor” dediğimiz Dünya gezegeni, bizsiz de dönmeye devam edecek: 4,5 milyar yıldır yaptığı gibi!

Dolayısıyla konuya bir de bu açıdan bakmayı deneyin: İnsan ırkını bütün canlılardan üstün gören, hatta onların, türümüzün hâkimiyeti altına verildiğine dayanan düşüncelerin gezegeni nasıl yaşanmaz bir hale getirdiği gözler önündedir. Genelgeçer çevrecilik ve çevre bilincinin sonuçsuzluğunun nedenini de burada aramalıyız gibime geliyor artık. Hayvanlar âleminin Kordalılar şubesi, Memeliler sınıfı, Primatlar takımı, Hominidae ailesi, Homo cinsine ait Homo Sapiens türünü üstün ırk olarak görmektense, diğer bütün türlerle bir uyum ve denge içinde yaşamak zorunluluğu taşıyan bir canlı türü olarak kabul etmeliyiz. Sanırım ancak o zaman “türümüzü kurtarabiliriz.”

Evrimin keşfinden önce bile, insanın da bir hayvan olduğu, zaten bilimin malumuydu. Sanata döndüğümüzde de onun her alanında, insanın hayvansı yönüne, medeniyete dayalı “insansı” yönleri ile içgüdüleri arasındaki çekişmelere hep yer verilmiştir… Ancak bütün sanat alanları içinde, yukarıda bahsettiğim konuyu tam kalbinden yakalayan ve bu konudaki tavizsiz duruşuyla başını dik tutabilen bir alt tür bulunmaktadır: black metal. Bu konuda son derece ciddiyim!

Black metal müzisyenlerinin bir kısmının faşist duruşlarına, türün genelinin din karşıtlığına ve hissiyatının karanlık havasına dair (ön)yargılarınızı bir kenara bırakabilirseniz, bu müzik türünün kökünde doğaya karşı sonsuz bir hayranlık, bir tevazu ve onla uyum nasihati içerdiği görülecektir. Bu müzik türünün felsefesi, insanı yaşam piramidinin üstüne değil de onu diğer canlıların tam ortasına yerleştiren bir düşünce üzerine kuruludur. Dolayısıyla da türün müzisyenleri ve takipçilerinin büyük bir kısmının geçmişe özlem duyan, modern yaşama dair her türlü düşünceyi (tüketim, politika, dinler, moda, sosyalleşme vs.) reddeden kişilerden oluşması şaşırtıcı olmamalıdır. Amerikalı yakın dönem black metal grubu Wolves in the Throne Room’dan Aaron Weaver’ın şu sözleri bu gerçeğe ışık tutar: “Black metalin moderniteyi temel seviyede eleştiren bir sanatsal hareket olduğunu ve modern dünya görüşünün bir şeyleri ıskaladığına dikkat çektiğini düşünüyorum.”

Wolves in the Throne Room’un Çiftliği

Bu noktada, sıkça yapılan bir eleştiriyi dile getirmek ve onu yanıtlamak istiyorum. Birçok kişiden duyarsınız: Geçmişe böylesine bir özlem duyan ve moderniteye de böylesine soğuk yaklaşan bu mizantropik bireylerin bütün modern hayatı terk edip Amişler ya da çöldeki bedeviler gibi yaşaması gerekmemekte midir? Hele hele böyle insanların amplifikatörlere elektro- gitar ve bas gitarlarını takıp, bangır bangır davullarla cayır cayır müzik yapmaları bir tezat oluşturmamakta mıdır?

Bu sava verilecek yanıt, teknoloji ile batı metafizik düşüncesi arasında özsel bir bağ olduğunu iddia eden Alman filozof Martin Heidegger’den “Tekniğe İlişkin Soruşturma” makalesinde gelmiştir. Heidegger’e göre teknoloji ilişkiseldir, insanların dünyayla olan iletişimini tanımlayan bir moddur ve hepsinden öte, gerçeği ortaya çıkarmaya ilişkin bir yöntemdir. Dolayısıyla, modern enstrümanlarla icra edilen bir tür olmasına rağmen, black metalin uyandırdığı geçmişe özlem, doğallığa ve doğaya ait olma hislerinin tutarlılığı anlaşılabilir. Bu konuya dair kişisel bir deneyimim de bu duyguların evrenselliğine vurgu yapacaktır: Yıllar önce, İnternet üzerindeki bir müzik forumunda, black metal üzerine yapılan bir tartışmaya katılan bir Norveçli, bu türün takipçilerinin Orta Doğu’dan tutun Latin Amerika’ya kadar birçok ülkeden çıkmasına saygı duyduğunu ama yine de buna çok şaşırdığını dile getirmişti. Ona göre, bu müziği tam olarak duyumsayabilmek için “Norveç’in ormanlarının havasını solumuş olmak” veya “karlar altındaki Norveç tepelerinin sessizliğini hissetmiş olmak” gerekiyordu… Gorgoroth’tan Gaahl’ın, kendisiyle röportaj yapan belgeselcilere deneyimlettiği gibi. Bu Norveçlinin kendisinin bizzat hissettiği ve diğer ülkelerden başkalarının da vakıf olabileceğine inanmadığı şey, bu dile getirdiğim, doğaya yönelik alçakgönüllülük ve insanın hayvanlığı duygusuydu.

Martin Heidegger

Evet, kaba bir ifade ama black metal insanın hayvanlığını vurgular.

1980’lerin başında ortaya çıkan öncül black metal grupları ve ardlarından gelen İskandinavya sahnesi, genel Hıristiyan toplumunun yanında, kendilerinden önceki hippi döneminin hümanizme dayalı ütopik isyanını, kolektif festival kültürünü reddediyor ve Black Sabbath’ın mizantropi, fantezi, melankoli ve satanizm soslu din eleştirisi gibi asosyal temalarını kucaklıyordu. Tek ortak temaları doğa idi ama buna da, yukarıda ele aldığımız şekilde, farklı perspektiflerden bakıyorlardı. Performanslarındaki sertlik, vahşi teatraller, makyajlar ve vokallerdeki (yani, scream ve screech tekniklerindeki) hırçınlık estetik açıdan “hayvanlık”a vurgu yaparken, sözler de aynı temaya işaret ediyordu.

Hatta 1990’lardaki İskandinavya sahnesinde Varg Vikernes, yani nam-ı diğer Burzum’la ortaya çıkan ambient black metal alt türü, bu doğa tevazusunun farklı bir ayağını ele alıyordu. Eğer Burzum öncesi klasik black metal bir faunaysa,(**) ambient black metal de bir floraydı.(***) Klasik black metal doğanın hırçınlığını, bizim de buraya ait olduğumuzu anlatırken, Vikernes black metale getirdiği minimalist, düşük tempolu, bestelerinde az değişime yer veren yaklaşımıyla bitkilere, ormanlara, onların egosuz, sessiz otoritelerine ve insanın karşılarında duyması gereken saygıya yer veriyordu. Müzisyenin ’96 yılına ait “Filosofem”inde yer alan “Erblicket die Töchter des Firmaments” (“Semanın Kızlarını İzlemek”) isimli parça, yazımda ele aldığım temaların bir özeti adeta:

Asla göremeyeceğim bir baharın yanında

Kışın nasıl olacağını merak ediyorum

Asla göremeyeceğim bir günün yanında

Gecenin nasıl olacağını merak ediyorum

Asla göremeyeceğim bir ışığın yanında

Hayatın nasıl olacağını merak ediyorum

Sonsuza kadar süren bir acının yanında

Hayatın nasıl olacağını merak ediyorum

 

Her gece farklı bir siyah var

Eskilerin ormanlarında gezindiğim zamana

Dönmeyi diliyorum her gece

(**)Belli bir bölgede yaşayan hayvanlar

(***) Belli bir bölgenin bitki örtüsü

Black metalde bir kilometre taşı olan “Filosofem”

 

Black metalin değişik kulvarlarında giden neredeyse bütün grupların felsefelerinin çekirdeğini bu Paganist doğa perspektifi oluşturmakta. Immortal’ın klasikleşmiş “Pure Holocaust” albümünde doğa güzellemelerinin yerini, medeniyetin giremediği, karanlık, fırtınalı dağlar alıyor, doğa olaylarının, fırtınaların karşısında insan türünün acizliğine vurgu yapılıyordu. Ulver’in “Nattens Madrigal”inde, Şeytan’ın sesini dinleyerek -Franz Kafka’nın “Dönüşüm”ünü andıracak biçimde- kurda dönüşen bir adamın hikâyesi anlatılır. Bu konsept albüm, medeniyete yönelik yabancılaşmanın en uç biçimidir adeta.

Avrupa’nın dışında beliren yakın dönem black metal grupları bile, türün kendileriyle bağdaştıramadıkları özelliklerini sıyırıp bir kenara atmış ve özdeki bu doğa anlayışını benimsemişlerdir: Amerikalı Liturgy ve Wolves in the Throne Room grupları buna iyi birer örnektir. Özellikle Wolves in the Throne Room’un üyelerinin biyodinamik tarımla meşgul bir çiftlikte yaşamlarını sürdürmeleri, şarkı sözlerinde doğa temelli bir okültizme yer vermeleri ve röportajlarında dile getirdikleri çevreci söylemler ile yazımın tezinin birebir kanıtı olmaktalar.

Tahmin edebiliyorum, ta başlığından beri “Nasıl yani?” dedirten bu yazının iddiası, türün grupları dikkatle incelendiğinde ortaya çıkan bariz bir gerçektir. Çehreler değişiyor, gitar tonları değişiyor, metronomlar değişiyor, makyajlar değişiyor, felsefelerin detayları değişiyor ama bu doğa tevazusu ve türcülük reddi temaları her zaman sabit kalıyor. Evet, black metalin tebessüm edilip es geçilecek bazı estetik yanları olabilir… Ama doğa merkezli felsefesinin çok sağlam bir modern dünya eleştirisi yaptığını yadsıyamazsınız.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.