Depeche Mode – Delta Machine (Mute, 2013)

Paylaş:
Depeche-Mode-Delta-Machine
Yazarın notu7
7
Okuyucu Puanı: (3 Oy)6.9

Depeche Mode biyografisi vermeyeceğim. Herifler albümleri yeniden bastıklarında albümlerin yapımlarını uzun uzun anlatan belgeseller eklediler, hiçbir grubun bu kadar sağlam veremediği, takdir edilesi bir hizmet. Gidin oradan izleyin. Depeche Mode’un ne olduğunu bilmiyorsanız zaten yazıyı okumayın derim. Sizin için 80’lerden kalma, güzel şarkıları olan bir pop grubuysa, bırakın öyle kalsın, daha iyi. Ne demiş Türk büyükleri, “ignorance is bliss.” Bu albümü sizler için tek cümlede özetlemem gerekirse, “iyi abi ya işte herifler gene kendini dinletiyor” der çıkarım işin içinden. Kendinizi Depeche Mode hayranı olarak tanımlıyorsanız, o zaman bu yazıyı okumanızı öneriyorum. Bu yazı Dave Gahan’ın karizması, Martin Gore’un Carol Cleveland benzeri şekli, Andy Fletcher’ın “hiçbirişeyaramazbünyesi” eşliğinde görüntüsü bile size güven veren Depeche Mode’da, yaklaşık bir 16-17 senedir müzikal olarak neyin eksik olduğu ile ilgili.

Bir isimsiz kahraman: Alan Wilder

Alan Wilder

Geçtiğimiz hafta Jeff Hanneman yazısında şunu yazmıştım, arak yapayım: “Jeff Hanneman, Depeche Mode için Alan Wilder, Iron Maiden için Adrian Smith, In Flames için Jesper Strömblad ne idiyse, Slayer için tam olarak oydu. Gizli, sessiz kahramandı, grubun duruşunu değil, müzikal derinliğini veren adamdı. Slayer’ın hayal gücüydü. Slayer’ın kalbi King ise, ruhu da Hanneman’dı.

Zaten yazmışım Alan Wilder diye. Orada Hanneman yerine Alan Wilder, Kerry King yerine de Martin Gore yazın, ana fikir ortaya çıkacak.

Martin Gore’un, Depeche Mode’un 2. albümünden itibaren ana bestecisi olduğu malum. Bütün o dinlediğiniz efsane klasikler hep Martin Gore’un zihninden ve kalbinden çıkma tınılardan oluşuyor. Peki ya Alan Wilder nasıl gruba alınıyor? Kardeşim herifler zaten programlanmış müzik yapıyor, Andy Fletcher gibi sahnede ÜBER AYLAK hali hazırda bir adam var. Niye parayı bölüyorlar, amaçları ne? Ben söyleyeyim, Alan Wilder stüdyo müzisyeni, eğitimli bir herif ve süper bir aranjör. İşte Depeche Mode’a Vince Clark’ın ayrılığından sonra kimliğini sadece Martin Gore’un devraldığı bestecilik değil, o bestelerin aranje ediliş şekilleri, kullanılan sesler, programlanan ritimler de belirlemiştir. Şöyle diyelim, birisi bir dizi nota yazıp size getiriyor. Siz onu mızıka ile de çalabilirsiniz keman ile de. Ancak iki türlü çaldığınızda da alacağınız hissiyat bambaşka olacaktır.

depeche-mode

Wilder albümleri bestelememesine rağmen (ki ilk başta o da besteleri ile katkıda bulunmuş, sonradan kendi tercihi ile bırakmıştır) stüdyoda en çok vakit geçiren adam olmuştur. Prodüktör ile el ele vererek en yeni teknolojileri kullanmayı, yeraltında dönüp duran müzikal hareketleri takip ederek bunları Depeche Mode sound’una adapte etmeyi görev bilmiştir. Mesela Einstürzende Neubaten’ı keşfedip bilhassa “Construction Time Again”, “Some Great Reward” albümlerinde ÇATANK ÇUTANK şeklinde sample’lanmış klavye sesleri kullanmalarının sebebi Wilder’dır.

Diğer yandan Alan Wilder için “lan bu herif yine de BAŞKASININ ŞEYİYLE GERDEĞE GİRMİŞ, şarkıları Martin Gore yazsın, diğer elemanlar EHMEĞİNİ yesin” diye düşünmeyin. Hani Andy Fletcher için düşünün, Dave Gahan için düşünmeyin (Allah çarpar) de, Alan Wilder için aklınızın ucundan bile geçirmeyin zira bakın bir Depeche Mode şarkısında Alan Wilder etkisi nasıl oluyor:

Martin Gore demosu:

[youtube id=”J4R_N_zWq3M” width=”620″ height=”360″]

Bu da üzerinden Alan Wilder geçmiş, Alan Wilder tarafından aranje edilmiş albüm versiyonu:

[youtube id=”YaA0NwA0NiQ” width=”620″ height=”360″] troll-face

Alan Wilder 80’li yılların sound’undan sıkılır ve Depeche Mode tarzına daha fazla derinlik katmak ister. Bunun ilk adımı “Music For The Masses” albümünde gerçeğe yakın, organik drum machine tonlarına geçilmesidir (bkz. ‘Never Let Me Down Again’). İkinci adım, “Violator” albümünde sadece ses değil, tarz paletini de feci şekilde genişletmesidir. Caz davul altyapılı ‘Sweetest Perfection’, Roger Waters tarzı hakiki bas kullanımı ile öne çıkan ‘Clean’, inanılmaz orkestral düzenlemesi ile ‘Halo’, Rockabilly gitarları ile ‘Personal Jesus’, Alan Wilder’ın fikirleri ile oldukları şey halini almış şarkılardır.

Ancak Depeche Mode’un ses paletini komple devralmış bu adamın muhtemelen en önemli çalışması “Songs Of Faith And Devotion” olmuştur. Bu albümde artık 80’lerin soğuk synthesizer sesleri ve kuru programlanmış davulları tamamen geride bırakılmış, Depeche Mode’un “organik” hali oluşturulmuştur. Davullar gerçektir, gitarlar gerçektir, programlama sadece var olan çiğ besteleri zenginleştirmek için kullanılmıştır. Ancak bu durum, özellikle ‘Higher Love’ ve ‘In Your Room’ gibi parçalarda düzenlemenin atmosferik zenginliğinin bestenin de önüne geçmesi ile sonuç vermiştir. ‘In Your Room’dan örnek verelim:

Albümdeki Alan Wilder versiyonu:

[youtube id=”5xfXKrmDzAQ” width=”620″ height=”360″]

(Ezginin kendisi adeta sürüp giden bir transın içinde esir düşmüş, erimiş gibi, altyapı aşırı güçlü)

Single (Martin Gore destekli) versiyonu:

[youtube id=”heLCJewpSig” width=”620″ height=”360″]

(Ezgi, şarkıyı direkt olarak yönlendiriyor)

Alan Wilder grubun harcı olmuştur ancak harç ustalığı öyle bir noktaya gelmiştir ki besteyi yönlendirmekle kalmayıp önüne geçmeye başlamıştır. Bu noktadan sonra iş biraz “zevk meselesi”ne kalıyor. Neticede Martin Gore ile ayrı düşüyorlar ve Wilder sahip olduğu bu aranjman/ses fikirlerini Recoil isimli kendi projesinde devam ettirme kararı alıyor.

Dördüncüsüz Okey

depeche-mode-2012

Alan Wilder’ın ayrıldığı dönemde Depeche Mode eşrafı, dünyadaki tüm medya SÜKSESEVERLERİNİ ilgilendirecek olaylar sahneliyordu. Andy Fletcher’da gene tık yoktu da, Martin Gore beste üretemiyordu, Dave Gahan da TATAKÇILIĞIN dibine vurmuş, bütün gün MİYORLAŞMIŞ beyinle “ehere mehere abi” diye dolanıyordu. Böyle bir ortamda 1,5 sene gibi bir sürede “Ultra” albümünü hazırlarlar. “Ultra” aslında “Songs Of Faith And Devotion”ın müzikal anlamda devamıdır ancak evvelindeki albümün organik aranjmanlarının yerini, Drum N Bass altyapısı üzeri Gotik klavyeler ve agresif gitar tonları almıştır. Parçalarda ses katmanları sadelenmiş, tamamen melodinin öne alındığı ve sivrilene dek cilalandığı bir aranjman anlayışı öne çıkmıştır. Hep beraber inceliyoruz, oynat Uğur:

[youtube id=”O2JmeXitOOI” width=”620″ height=”360″]

“Yiyiş ve YALAŞ şarkıları” albümündeki bu parça aslında temelde aşağıdaki şarkıya son derece yakındır ancak kulaklarınızdan içeri rahatça gireceği ve beyninizin rahatça algılayabileceği gibi, melodi adeta gizemli bir ses bulutunun ötesine yerleştirilmiştir. Oysa;

[youtube id=”_-QPvffO1gs” width=”620″ height=”360″]

Bu şarkıda aranjman çok daha farklıdır. Dave Gahan’ın vokali öne alınmış, klavyeler hoparlörün dış yüzeyine yapıştırılmış ve mümkün olduğunca her bir ses kaynağı yüzeye dayanmıştır.

Bu yaklaşım insanı ilk dinlemede parçaların vurmasına odaklı bir yaklaşımdır. “Ultra” bu nedenle “Songs Of” albümü gibi her yeni dinlemede insanın yeni bir şeyler keşfedeceği bir albüm değildir, ancak Depeche Mode’un o dönemki TRAJİKLİ hali sayesinde oluşmuş besteler inanılmaz güçlüdür. Bu sayede de Depeche Mode tamamen melodilere sırtını dayayan bu çalışma metodunun altından yüzünün akıyla çıkmıştır.

Ancak burada kanayan bir yara olduğu da gerçektir: Alan Wilder dışındaki DM elemanları, bu aranje-taranje işlerinden hiçbir şey çakmamaktadırlar. Bu yüzden sağdan soldan prodükter, aranjer, PROĞRAMCI adam toplayıp Alan Wilder’ın tek başına kotardığı işleri para karşılığı yaptırtmışlardır. Bu albümün yapım belgeselini izlerseniz görürsünüz, herifler o kadar gariban duruyor ki stüdyoda, biri gelip “Martin abi buraya böyle bir şey yapsak diyorum daha ALEVLİ olur?” dese, “İŞİN UZMANI SENSİN MÜDÜR, SEN NE DİYOSAN O” diye bir cevap alacak sanki.

Maalesef sonraki “Exciter” albümünün dandikliği de gene bu riskli yaklaşımın elde patlamasının sonucudur. Alan Wilder’ın sistemi öyle bir sistemdir ki, herife vasat şarkıyı ver, adam o şarkıyı enteresan ve defalarca dinlenebilecek bir şarkıya dönüştürebilir. Ancak bu yaklaşımda şarkıda çarpıcı bir şey yoksa, o şarkı filler olarak tarihe geçmek gibi bir kadere sahip, kaçış yok. Neticede “Exciter” sadece filler ile dolu bir albüm değil, Depeche Mode kariyerinin “Filler” albümü olarak kalmıştır.

Haydi yallah hop hop hop!

“Exciter” kitlelerin ağzında buruk bir tat bırakınca, grup yeni bir AÇILIM yapması gerektiğini anlar. Düşünürler taşınırlar ve “klasik tarza dönüyoruz” dıravından kanal yapabileceklerini düşünürler. Bakarlar ki milletin ağzındaki albümler “Music For The Masses” ve “Violator”, Martin Gore oturup o yöne yakın ‘The Sinner In Me’, ‘Lilian’, ‘Precious’ gibi besteler yapar. Bu şarkıların tümü o dönemde üretilmiş bazı şarkılara referanstır (tek tek saymayayım, şarkılar utanmasın, tamam lan tamam referanssınız ama siz de güzelsiniz hadi bakiym). Diğer yandan “ulan geriye dönüyoruz iyi güzel de, yeni fan da kazanmamız, bir yandan MODEREN olmamız lazım” derler. Bu durumda şu kanaate varırlar: Depeche Mode seven genç bir prodükter bulacak, bu adamla çalışıp ortaya hem ESKİLİ hem YENİLİ albüm çıkaracaklardır.

“Playing The Angel” isimli karamsar albüm bunun bir neticesidir. Prodüksiyona Ben Hillier denilen gözde pop prodükteri getirilir. Yukarıda yazdığım parçalara ek olarak daha moderen ‘A Pain That I’m Used To’ ve bir yenilik olarak Dave Gahan imzası taşıyan ‘Suffer Well’, ‘Nothing’s Impossible’ gibi şarkılar öne çıkmaktadır. Ancak eski, klasik Depeche albümlerindeki ağır, buğulu ‘I Want You Now’, ‘Blue Dress’, ne bliym ‘Fly On The Windscreen’ tarzı şarkılara öykünen tüm şarkılar KEPAZE’dir, kendini fazla zorlayan ölümüne fanlar dışında da es geçilir çünkü kısa ve vurucu parçalarda işe yarayan “straight in your fucking face” prodüksiyon mantığı işte bu parçalarda elde patlar, Ben Hillier gibi pop prodükteri öyle bir duygu derinliğini nasıl yaratacağını bilemediğinden bir şey koyamaz masaya.

[youtube id=”FTdcEoBLEuk” width=”620″ height=”360″]

Albüm tutunca grup bu herifle devam etme kararı alır. Sonraki albüm “Sounds Of The Universe”te de taktik aynıdır, “yeni bir yaklaşım ile eskiye dönüş”. Bu sefer “raflarda tozlanan ANALOĞ SİNTİZAYERLERİMİZİ çıkardık” diye bir açıklama yaparlar, milletin beyni bununla yıkanır. Aslında olay gene çok farklı değildir, Alan Wilder döneminin organikleşen seslerinden uzağa tekrar elektroniğe abanan Depeche Mode’un yeni bir üretimidir. Önceki iki albümde tamamen eksik olan “ses yenilikçiliği” olayı, bu albümde biraz bu ANALOĞ SİNTİZAYERE DÖNÜŞ mevzusu ile kapatılmaya çalışılmıştır. Diğer yandan bu albümün “Playing The Angel”dan daha oturaklı olma sebebi gene sadece ama sadece bestelerdir; “Sounds Of The Universe”, yapı olarak grubun diskografisinde en çok “Black Celebration”a yakın duran, riskli bir parça sıralamasına ve öne çıkan, belirgin single’lara sahip olmayan bir albümdür. Albümde her parçanın bu nedenle de ayrı ayrı bir derinliği ve dinlenebilirliği vardır.

“Delta Machine”

Bu albüm Ben Hillier ile yaptığı üçüncü albüm grubun. Çıkışından hemen önce Gahan’dan şu açıklama geldi: “Bu herifle yaptığımız albümler bir üçlemeydi, bu da üçlemenin son halkası.” Cevabım: “Bırak abicim, bırak babacım bu ayakları.”

“Delta Machine” ile ilgili söyleyeceklerimi iki ana madde altında toplayıp daha sonra buradan yürüyerek albümün bende bıraktığı tadı anlatacağım. Öncelikle, işin “ses” kısmına bakalım.

Bu albüm Depeche Mode’un 80’lerin ilk yarısındaki albümlerinden beri yaptığı en minimalist, en “direkt” aranjmanlara sahip albüm. Onlarca ses katmanı mı dediniz? Burada onlardan yok. Grup öyle bir biçimde düzenlemiş ki bu şarkıları, sanki albüm baştan sona 8-kanallı bir kayıt aletinden çıkmış gibi. Sanki birileri gelmiş de “kardeşim öyle HİLELİ HİLELİ 50 enstrümanı üst üste kaydetmek yok, efendi gibi davul, KLEVYE, sonra gene KLEVYE, vokal, bi de back vokal koyacaksınız” demiş grubun kafasına silah dayayıp. Zengin, hülyalı Alan Wilder gotik klavye tonlarının son kırıntıları da temizlenerek, yerine MODEREN NINTENDO KLEVYESİ tonları konulmuş. Daha önemlisi, yine MODEREN ALANTRONİK albümlerinin izinden gitmek için Depeche Mode sound’unun muhtemelen en vazgeçilmez parçası olan bas-klavyeler neredeyse yok edilmiş (‘Secret To The End’, ‘My Little Universe’, ‘Broken’, ‘Goodbye’), ALANTRONİK perküsyon vuruşları öne alınmış.

[youtube id=”zQUSo6ypAzY” width=”620″ height=”360″]

E sen şimdi bu kadar minimalist yaklaşımlı bir aranjman mantalitesine sahipsen yükü tamamen melodilerin omuzlarına atıyorsun demektir, bu durumda geliyoruz ikinci maddeye, yani “besteler”e.

Ben düz mantıklı birisiyim, lafı uzatmadan söyleyeyim: Martin Gore yaratım sıkıntısı içinde. Bakın adam kötü iş yapıyor demiyorum. Yeni bir şey yaratamıyor diyorum. Bu albümdeki Gore besteleri size “daha önceden de karşılaşmıştık” diye bas bas bağırıyor. Bu kez utanmadan sıkılmadan size benzetmeleri de yapazaam:

‘Angel’ = ‘Personal Jesus’un tersten kaydedilmiş hali

‘Soothe My Soul’ = ‘Nothing’in düzden kaydedilmiş halinin daha düzgün nakaratlısı

İlk single ‘Heaven’ = lan bunun melodisi ‘While My Guitar Gently Weeps’! Alın bakın:

[youtube id=”G3C9F7QRTy4″ width=”620″ height=”360″]

‘Welcome To My World’ = Ana fikir “Violator”ın, gonsept de “Sounds Of The Universe”ün ilk parçasından

‘Slow’, ‘Goodbye’ = Alan Wilder kalıntısı, YİYİŞGEN blues parçaları

‘The Child Inside’ = Son iki albümdeki ses titretmeli ÜRKÜNTÜLÜ Martin Gore solo parçalarının gene aynısı

Bu şarkılar, yanlış anlama olmasın, gayet iyi şarkılar, bilhassa da Dave Gahan’ın harika, ikna edici vokal performansı ile şahlanıyorlar fakat “lan yeni DM albümü geliyor” heyecanını karşılayabiliyorlar mı? Benim yanıtım net: HAYIR.

Albümü koparıp götüren 3 parça da var diğer yandan. Bunlardan ikisi Dave Gahan’ın Kurt Uenala denilen herifle bestelediği parçalar ve işin komiği, albümde en “Depeche Mode” gibi tınlayan şarkılar da bunlar. ‘Secret To The End’ 80’lerin ilk yarısına öykünmede bulunan trajik bir DM stili pop hiti, nakaratı tek kelimeyle zehirleyici. ‘Broken’ gene bu ikiliden çıkma bir parça ve ‘Behind The Wheel’, ‘Shake The Disease’ gibi muazzam melankolik nakaratlı klasikleri anımsatıyor. Bence bunlar albümün en iyi parçaları ve ikisi de gerçek birer Depeche Mode hiti (şimdi diğer haberlere geçiyoruz: grup her iki parçayı da single yapmaya tenezzül etmedi, ‘Broken’ konserlerde bile çalınmıyor).

[youtube id=”EJcQzlE8Xz8″ width=”620″ height=”360″]

Son ilginç parça ise bir Gore bestesi ve yine bir potansiyel hit: ‘Soft Touch / Raw Nerve’. Bu parça glam rock’ın pop’a meylettiği Gary Glitter ve benzerlerini anımsatan hınzır mı hınzır, enerjik mi enerjik bir parça.

Sonuçta ne oluyor? Lan zaten daha önceden yaptığın besteleri tekrar yapmışsın, bir de besteyi tamamen öne ittiren bir prodüksiyon anlayışı (“yiğidin malı meydandadır”) ile ortaya PAZARCI HÜSNÜ MALI beyaz donun çıkıyor. “Delta Machine” rahatça, hatta keyifle dinlenebilir bir albüm, ancak Depeche Mode’un “ölümüne” fanları da dahil olmak üzere baştan sona defalarca dinlenilebilecek bir albüm değil. Ben Hillier’ın Martin Gore’un masaya koyduğu şarkılara biraz hayal gücü katması gerekirmiş, belli ki orada bir “fail” durumu yaşanmış. E tabi bunun üzerine Gahan “bi daha çalışmayacağız ama ÜJLEMEYDİ bunlar o yüzden” diyecek, “bu pezevenge boşa para yediriyoruz” diyecek hali yok ya.

Neticeye gel neticeye.

Günümüzde severek dinlediğimiz Depeche Mode’un hikayesi, Alan Wilder’ın katılımından sonra oluşan Martin Gore’un besteciliği / Alan Wilder’ın aranjörlüğü dengesi ile başlamıştır. Bütün o “klasik” ya da “altın çağ” albümleri bu şekilde oluşmuş, dahası zamanla çiftlerin cinsel organlarının birbirininkine göre şekil alıp SEKİSTE uyumluluk yakalamaları gibi, bu işbirliği Depeche Mode’u geliştirmiş, yenilemiş ve ufkunu açmıştır. Depeche Mode sadece bu denge üzerine kurulmuş değildir. Depeche Mode nefes almayı da bu denge üzerinden öğrenmiştir.

Depeche Mode, Wilder’ın ayrılığından beri tabiri caizse “taşıma suyla değirmen döndürmeye” çalışıyor. Oysa Wilder’ın yerini ancak Wilder gibi bir dahi ile doldurabilirlerdi. Cebinizde akrep mi var kardeşim, dayayacaksın parayı bu işte kendini ispatlamış bir adama, o seni tamamlayacak. U2 bile olanca kabiliyetsizliklerine rağmen çok afedersiniz DÖTÜ SIKIŞTI MI gitmiyor mu Brian Eno’nun şefkatli kucağına? Sana da öyle biri lazımdı işte.

Şu noktadan sonra bir şey kesin: Depeche Mode, ya hep bu ayarda albümler yapacak ve hayranlarının “günün birinde yine bir klasik yapacaklar” umuduyla yaşatacak ya da Alan Wilder’ı “dışarıdan” destek olarak gruba tekrar katıp, yıllar önce bıraktığı yerden ses avcılığına devam edecek.

Ha, 2 gün sonra konserde coşuyoruz tabii, o ayrı konu!

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.