Kutsal Topraklara Dönüş: HELLFEST 2023

Paylaş:

Tam tamına 5 sene… Hellfest’e en son gidişimde takvimler 22 Haziran 2018’i gösteriyordu. 2020 ve 2021 yıllarında iki kere arka arkaya Covid-19 gazabıyla iptal olan festival, geçtiğimiz yaz bu iki yılın intikamını alırcasına, 7 günlük tarihin en acayip line-up’ı ile geri dönüş yapmıştı. Tüm vize işlemleri ve medya akreditasyon başvuru süresince, verdiğim beş yıllık aranın da etkisiyle, karnımda metal kelebekleri uçuşuyordu.

Festival kadromuz: Bir insanın festivale gidebileceği yeryüzündeki en iyi couple; canım dostlarım Övünç Dan ve Bahar Heper (Surge Türkiye) ve Paslanmaz Kalem ekibimizin Stelyo Berberakis’i sevgili Deniz ve ben. Festival bu yıl, Perşembe’den Pazar’a, 4 gün olacaktı ve kamp alanına girişimiz Çarşamba günüydü. Tam 5 gecelik bir festival macerası.

13 Haziran Salı, İstanbul-Paris uçağı ve Charles De Gaulle havalimanından tam 3 saatlik Paris-Nantes tren seyahatiyle birlikte yaklaşık 10 saate yayılan yolculuk sonrası, Nantes tren istasyonuna 2,5 dakika uzaklıktaki Hotel Terminus’a giriş yaptım. Nantes turistik açıdan aşırı doyurucu bir şehir, her gidişimizde Fransa’nın Çeşme’si benzetmesi yaptığımız, tam bir neoklasik Fransa kenti. Şehirde yaptığım akşamüstü yürüyüşü ve ilk gün ritüelimiz olan Giggs Irish Pub’ta yediğim akşam yemeği sonrası Övünç ve Bahar’ın gelişini beklemeye başladım. Benden üç saat sonra kalkan uçak ile aynı yolu takip eden şekilde, saat 23:00 sularında Hotel Terminus’a check-in yaptılar. Ufak bir gece atıştırması ve ilk “Hoş geldik ulan!” biraları sonrası saat 02:00 sularında uyku moduna geçtik.

0. GÜN

14 Haziran Çarşamba sabahı süper dinç bir şekilde kalktık ve hemen otelin dibindeki Carrefour Express’ten yaptığımız quick breakfast alışverişimiz sonrasında Nantes’ın ünlü botanik parkı Jardin Des Plantes’a yayılarak öğle saatlerini beklemeye başladık. Hellfest, Nantes’a tren ile yaklaşık yarım saatlik uzaklıkta olan Clisson adında, üzüm bağlarıyla kaplı bir kasabada düzenleniyor. Kapıların saat 16:30’da açılacağı bildirisi sonrası, saat 13:00 sularında sallana sallana tren istasyonuna geçtik. 2018 yılında en son gidişimizde easy camp seçeneği ile hazır çadır alanına gittiğimizden sadece el bagajı rahatlığımız vardı. Bu sene ise Cevat Kelle festival warrior modu açık, full teçhizat bir kamp sırt çantası ile yüküm baya bir ağırdı.Övünç ve Bahar da aynı şekilde dev çekçek bavullar ve sırt çantalarıyla festival savaşçısı modundalardı. İçeriye girme sürecinin meşakkatini ve uzunluğunu hiç kafaya takmadan her anın tadını çıkarma kararı almıştık. Bir yandan, ilk kez Paslanmaz Kalem ayrıcalığı ile “Abi zaten VIP basın olarak gireceğim…” rahatlığı da aklımın bir köşesindeydi.


Fotoğraf: Övünç Dan

Tren yolcuğumuz aşırı rahat bir şekilde oturarak ve hatta yayılarak geçti. Hellfest treniyle, Clisson istasyonuna vardığınızda festival alanına 4-5 km’lik bir mesafe oluyor. Burada ya inanıp tüm kamp malzemeleriyle o yolu yürümeniz gerekiyor ya da Taksim-Kadıköy sarı dolmuşları büyüklüğündeki Hellfest shuttle’ları ile festival alanına gidebiliyorsunuz. Önceki senelerde bu Hellfest dolmuşlarında da epey bir sıra beklediğimizi de net bir şekilde hatırlıyordum. Müthiş rahat tren yolcuğumuz sonrasında sadece 5 dakikalık bir bekleme sonrasında Hellfest dolmuşuna da kişi başı 4€ karşılığında bindik. O kadar beklemedik ki, Övünç istasyon timelapse videosunu bile tam çekme imkanı bulamadı.


Her şeyin bu kadar nizami ve kusursuz gidiyor olması karşısında sürekli dilimizi ısırıyorduk. Saat 14:00 sularında kutsal toprakların girişine ulaşmış ve Hellfest gitar heykelini görmüştük. Heyecan artık doruktaydı. Bu arada hava yaklaşık 28-29 derece, öldürücü değil ama gayet sıcaktı. Övünçle ikimiz, saat 16:00’ya kadar beklemek için sıranın arka bölümlerinde yere çökmek için hazırlık yaptık. Bahar ise VIP basın girişini kontrol etmek için gate’lere doğru hareketlenmişti. Çökmeye hazırlık dememin nedeni daha henüz yere oturmaya yazarken, kalabalıktan gelen sevinç çığlıkları ve hareketlenmeyle birlikte kapı açılışının 14:30’a çekildiğini öğrendik. Hemen çok hızlı bir şekilde Bahar’a yetişip VIP basın girişine doğru ilerledik. Girişe geldiğimizde önümüzde sadece 3 kişi vardı. Evet, Hellfest’e giriş yapan ilk 10 kişi arasında olacaktık ve şu an bekleme süremiz sadece 15 dakikaydı. Rüyada gibiydik. Saat tam 14:30’da kapı açıldı ve içeriye sadece 25 dakikalık bir bekleme süresiyle girmiş olduk. Gate’i geçtikten ve içeri adım attıktan sonra mutluluktan kesin ağlamaya başlayacağımı düşünüyordum ama her şey o kadar hızlı ve kusursuz geliştik ki içeri girdiğimizi bile anlayamadım. İlk Hellfest videosu olarak, gelen spontane mutluluk ile Erdal Çelik’ten “Biletini Kestim Senin” adlı şarkısını söyledik. Bu video ve Hellfest boyunca çektiğim tüm içerikleri kendi kişisel Instagram hesabımdaki (IG:@idiotechre) H23 isimli highlight klasöründen ve tabii ki Paslanmaz Kalem Instagram Hellfest highlight klasörlerinden izleyebilirsiniz.


Fotoğraf: Övünç Dan

Güneş altında çadır kurmamız tam 45 dakika sürdü ve kamp alanımız da hazır ve nazır hale geldiğinde, festivale yaklaşık 1,5 km uzaklıktaki İçerenköy Carrefour’a doğru yolculuğumuz başladı. L’eclerc = İçerenköy Carrefour. Hellfest için 2-3 ay öncesinden stoklarla hazırlanan ve önündeki otoparka ayrıca iki mini ana sahne ile festival alanı kurulan hayat kurtarıcı bir mega süpermarket. Yazımın devamında ücretler ve harcadığımız paraya çok vurgu yapmayacağım ama Hellfest’te şu an İstanbul’da -düzenlenebilse- gideceğiniz herhangi bir 2-3 günlük festivalin yarısı kadar para harcayarak tam kapasite bir festival deneyimi yaşıyorsunuz arkadaşlar. “Hadi canım sende!” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, para konusu açılmışken şu an sadece şu bilgiyi not düşmek isterim. Tam 3 günlük 3 öğün yemek ve akşamları 3 kişi 2 şişe Sailor Jerry ve içebileceğimiz kadar biraya toplam harcadığımız para: Adambaşı 41€. Yani günlük harcadığınız para yaklaşık 13,5€. O yüzden Hellfest veya Avrupa’da gidebileceğiniz Graspop, Wacken, Rock Am Ring gibi festivallere gitmeyi asla gözünüzde büyütmeyin. Euro 30TL sınırına dayanmış bile olsa, bir yıla yayılan, inanılmış bir para biriktirmeyle rahatlıkla gidebilirsiniz yurtdışı festivallerine. Bunu tabii ki vize alma konusundan bağımsız söylüyorum. Avrupa’da düzgün yeme-içme sosyal devlet standardından hiçbir zaman çıkmıyor ve her zaman çok ucuz.

Evet, yaptığımız müthiş ucuz içki ve yemek alışverişiyle birlikte saat 16:00 sularında içmeye başladık ve ilk günümüzü ultra sarhoş ve Hellfest City Town’da, dev eğlenmiş bir şekilde tamamladık.

I. GÜN

Normalde İstanbul’da olsak hango’dan asla yataktan kalkamayacak bir durumda olmamız garantiliyken, tabii ki festival gazıyla saat 10:30 gibi kamp alanında birinci güne hazır bir şekilde uyandık ve yine L’eclerc’in yolunu tuttuk. Süpermarket önüne geldiğimizde 1km’lik bir sırayla karşılaştık -şaka değil 1km net vardı- ve soluğu yolun karşısındaki Lidl’da aldık. Burada Fransızlarla ilgili bir not düşecek olursam, Fransızların hayatta en sevdiği şey sıra beklemek arkadaşlar. Hiçliğin ortasında yaklaşık üç saat falan sıra bekleyebilirler. Bu üç saatin sonunda ne elde edecekleri asla ve asla umurlarında olmadan. Bu arada her şey, her zaman ve her şekilde o an ve saatinde yapılmalı. Mesela bu 1km’lik sıra yaklaşık 45 dakika sonra tamamen bitmişti. Neyse biz zaten yolun karşısında Fransa’nın ŞOK market zinciri Lidl’a gitmiştik bile. Burada yine para vurgusu yapmam gerekecek. Sıcak baton ekmek içine üç farklı çeşit Fransız peyniri, garnitür, iki farklı çeşit jambon ve 1 litrelik kan portakalı meyve suyuna adam başı sadece 2€ verdik. Kahvaltı sadece 2€ yani. Yine üzücü bir not biliyorum ama… Lidl’da bir kutu biranın fiyatı da 89 cent. 1€ bile değil 89 cent. Evet, neyse kahvaltı sonrası öğle saatlerinde VIP’de saat 16:00’da Code Orange ile başlayacak festivali beklemeye başladık.

Paslanmaz Kalem sağolsun Hellfest’e ilk kez VIP ve basın girişiyle gitme şerefine nail oldum. KISS, Electric Callboy, Within Temptation ve bilumum grubun, basın toplantılarının düzenlediği kendi özel barı, havuz kenarında dinlenme alanları, konserleri büyük ekrandan yatarak izleyebildiğiniz bölümler ve en önemlisi “gerçek” ve sürekli temiz tutulan tuvaletlerin olduğu enfes bir alan. Festival tuvaleti değil gerçek tuvaletler. Tabii ki sınırsız WIFI ve telefon, laptop dahil her şeyi şarj edebildiğiniz bir basın salonu. Gerçekten süper bir VIP deneyim. O yüzden kendi ekibim diye övmeden geçemeyeceğim:
I LOVE YOU PASLANMAZ KALEM <3.

İçme seviyemizi saat 16:00’ya doğru hızlandırdık ve Code Orange başlamadan kendimi en öne, demirlere attım. Code Orange geçtiğimiz son 3-4 yılda en kafayı taktığım gruplardan. 2020 yılında yayınladıkları “The Underneath” isimli albümlerini Paslanmaz yıl sonu listelerinde birinci sıraya koymuştum. Bu detayın grubu ne kadar çok sevdiğime dair yeterli bir bilgi olacağını düşünüyorum. Kendilerini 2015’te Graspop’ta izleme şansı bulmuş, enerjilerine inanamamış ve fanboyluğum tam o gün başlamıştı. Grup bu geçtiğimiz 8 yıllık süreçte metallic hardcore sound’undan industrial ve NIN-esk etkili extreme bir sound’a geçiş yaptı ve isim olarak da çok büyüdüler. Hellfest’in ana sahnesini açan grup olmaları da bu durumun en büyük göstergesi. Vokalist Jami Morgan grubun aynı zamanda davulcusuydu ve vokallerini davul çalarken icra ediyordu. Grubun yaşadığı en büyük değişim Jami’nin tamamen vokale geçip, davula Mike Portnoy’un (Dream Theater) oğlu Max’i transfer etmesi oldu. Grubun kalbi tüm elektronik altyapılar ve ses mühendisliğinden sorumlu Shade ve ruhu ise tabii ki lead gitarist Reba. Code Orange sahneyi her anlamda dolduran ve performanslarında her şeyini sahnede bırakan bir grup. Reba adeta dişi bir Dimebag ve grubu ilk kez izliyorsanız gözünüzü başka bir yere asla çeviremiyorsunuz. Grup sahneye yeni single’ları “Grooming My Replacement” ile çıkıp “Forever” ile kapanan tam 10 şarkılık bir setlist’le kalabalığı avucunun içine aldı. Konserin tamamını aşağıdan izleyebilirsiniz. Hellfest’i Code Orange ile açmak benim için rüya gibi bir şeydi.

Code Orange sonrası beklediğim günün ikinci grubu yeni jenerasyon metalcore devi -özellikle memleketleri Amerika’da inanılmaz büyük bir fanbase’e sahip- I PREVAIL’dı. Hellfest bu sene neredeyse tüm metalcore grupları ana sahneye taşımış ve Warzone sahnesini tamamen hardcore punk ve ska’ya ayırmış. I PREVAIL son albümlerinin en büyük hiti “Bow Down” ile sahneye çıktı ve “Body Bag” ile devam eden setlist grubun en sevdiğim parçası “Come and Get It” ile devam etti. Hiç beklenmedik bir anda gelen “Chop Suey” cover’ı ile tüm ana sahne kalabalığı tek bir koroya dönüştü. Grup kendi parçaları arasına bir de Slayer cover’ı sıkıştırdı ve “Raining Blood” çaldı. Konser, akşam Architects ve Parkway Drive ile yaşayacağımız metalcore fırtınasına bir ön hazırlık oldu.

I PREVAIL sonrası akşam yemeği için kamp alanına geçtik ve konserve ravioli’lerimize Sailor Jerry ve kola eşlik etti. Saat 20:30 sularında Hollywood Vampires’i uzaktan izlemek için ana sahnede yerimizi aldık. Ama konumlanmamız hemen arkasından izleyeceğimiz canımız, biriciğimiz Architects’in çıkacağı ikinci ana sahne tarafındaydı. Architects saat tam 21:50’de “Nihilist” ile sahneye çıktı ve 13 parçalık bir setlist ile tam 1 saat sahnede kaldı. Tüm konser mutluluk gözyaşlarıyla geçti ve kalbimiz yerinden söküldü ama tabii ki iyi anlamda. Josh’ın iki hafta önce gruptan ayrılıp yerini grubun gitar teknisyeninin alması baya canımızı sıkmıştı ama grubun performansı o kadar kusursuzdu ki bütün negatif algımız sıfırlandı. Konser bittiğinde daha gece Parkway Drive’ı da izleyecek olmamızın tarif edilemez mutluluğuyla yine biraz demlenmek ve dinlenmek için soluğu önce kamp alanı ve sonra VIP’de aldık.

İki şişe Sailor Jerry’nin dibini gördükten sonra Kiss’i son kez izlemek için yine ana sahneye geçtik. Kiss, önümüzdeki Eylül ayı itibariyle tamamen emekli olacağını açıkladı. Bu konuyla ilgili yıllardır hep rahmetli Adnan Şenses’in 10 kere jübile yapıp 15 kere dönmesi örneğini vererek biraz dalga geçeriz :) Ama konser bittiğinde ve arka arkaya belki de onuncu kez bütün gökyüzü ve üstümüz konfeti yağmuruyla kaplandığında, yıllar boyunca rahmetli Adnan Şenses’i bu minvalde andığıma birazcık pişman oldum. Dünyada hala en acayip sahne şovuna sahip grup galiba Kiss. Rammstein dediğinizi duyar gibiyim ama Kiss’in havası bir başka. Sahnenin iki yanında yer alan LOTR boyutlarındaki dev heykelleri saymıyorum, başka hiçbir konserde göremeyeceğiniz UFO kılıklı beşgen led ekranlardan gözümüzü alamadık. Her parçaya özel bir konsept tasarımı ve artık dede level’ını bile geçmiş grubun sahne performanslarındaki inanmışlığı çok acayip. Kiss izlerken bu kadar çok eğleneceğimi asla tahmin etmezdim.



Ve günün climax’i artık gelmişti. Parkway Drive saat tam 01:00’de “Glitch” ile sahneye çıktı. Grubun Hellfest’i en son ziyareti, 2018 yılında başyapıt albümleri Reverence’ın turnesiydi ve biz yine aynı ekip tam bu noktadaydık. Parkway, 4 büyükler diyebileceğim Metallica, Iron Maiden, Rammstein ve Slipknot sonrasında şu an dünyanın en büyük festival grubuna dönüşmüş durumda. Hellfest seyircisi de kendilerine aşık. Son albümleri “Darker Still” ve “Reverence” ağırlıklı setlist’in zirve anı Winston’ın kalabalığın ortasına gelip, “Idols&Anchors” öncesi bir kumandan edasıyla circle pit başlatması ve parçayı crowdsurf yaparak söylemesiydi. Grup encore’da “Crushed” ile sahneyi tamamen, gerçekten tamamen, yaktı ve neredeyse tümünü kalabalığa söylettikleri “Wild Eyes” ile final yaptı. Konser bittiğinde festival sanki o an sona erse bizim için gayet OK gibi bir doygunluk, dinginlik ve mutluluk hissiyatı vücudumuzu kapladı. Henüz daha ilk gün olmasına rağmen Architects ve Parkway Drive böyle bir efekt yaratıyor dostlar.

Konser sonrası saat 02:30 sularında VIP’ye bir bakalım dedik ve demez olaydık, yine iyi anlamda. DJ’in arka arkaya nu-metal anthem’ları ve remix’leri çaldığı bir mini after party’e düştük. Çadırlara döndüğümüzde saat tam 04:30’du. İlk günün hakkı ancak bu kadar verilebilirdi.

II. GÜN


Cuma günü öğleden sonraya kadar rahat bir gündü. Gerçek anlamda ilk izlemek istediğim grup Motionless In White’tı. Öncesinde de Övünç ve Bahar ile Skid Row izleriz diye anlaşmıştık. Sabah rutinimiz Lidl ziyareti sonrasında VIP’de sevgili Paslanmaz ekürim Deniz ile buluştuk; kendisi de 8 saati aşkın bir yolculuk ile Belçika’dan gelmişti. Günün sabah bölümünü VIP’de demlenerek ve içerik edit’leyerek geçirdik. Skid Row’un başlamasıyla ana sahnede yerimizi aldık ve ben de sonrasında izleyeceğim Motionless In White için kendimi en öne demirlere attım. Sadece ilk üç parçayı en önden izleyebildim ve üçüncü parçada aynı anda hem moshpit hem de crowdsurf yüzünde yaşadığım sıkışma sonrası önce şapkamı kaybettim sonrasında da kendimi gerilere atmak zorunda kaldım. Motionless’ı 2017 yılında yine Hellfest’te izlemiştim ama şu an olduğum kadar fanları asla değildim. Grubun geçen sene yayınladığı “Scoring The End Of The World” albümlerinde yer alan “Cyberhex” ile bir fanboya dönüştüm ve “Cyberhex”i canlı dinleyecek olmak artık benim için bir bucketlist maddesiydi. Ve evet, Cyberhex’i de kendimden geçerek söylemiş olma şansına sahip oldum ve ikinci günden geriye kalan en tatmin edici an da galiba buydu.

Motionless sonrası Övünç ve Bahar’la Alter Bridge’i baştan sona izledik ve sıcağa da biraz yenik düşerek akşama güç toplamaya kamp alanına geçtik. Ravioli ve Sailor Jerry ritüelimizi biraz uzun tuttuk. Güneşi batırdıktan sonra Mötley Crue’ya uzaktan bakmak için festival alanına geçtik. Crue’ya 250m uzaktan bile 10 dakika dayanabildik. Kiss ne kadar kusursuz bir performansa sahipse Mötley Crue tam tersine çok çok kötü bir sound ile artık aşırı kilodan zor nefes alan bir Vince Neil ve sahnede umarsızca dolaşıp arada grubun vokallerine eşlik eden güzel kızlarla dolu bir performanstan ibaretti. Gruba sövme session’ımıza biralarımız eşlik etti. İkinci günün after partisi efsanevi Dj Mike Rock’a aitti. Övünç ve Bahar’la artık neredeyse 10 yıla dayanacak bir dostluğa sahip Mike Rock ile after parti backstage’inde buluştuk ve çadır alanında biriktirdiğimiz tüm enerjimizi burada tükettik. Hellfest’in after partilerinde gece 02:00’de alkol seviyesi de zirve yaptığından crowdsurf’ler moshpit’ler havada uçuşuyor. İkinci günü de yine eğlence namına inanılmaz tatmin olmuş bir şekilde kapattık.

III. Gün


Cumartesi bu sene en sert gündü. Pazar günü Hatebreed, Pantera ve Slipknot olmasına rağmen… Güne erken uyanıp toparlanabilsem sabah 10:30’da Corey Taylor ve Shawn “Clown” Crahan’in oğullarının grubu “Vended” ile başlayacaktım ama bu tabii ki sadece tatlı bir hayaldi. 10:30 sularında daha henüz çadır alanında yeni kendimize geliyorduk. Saat 12:15 itibariyle Warzone’da izleyeceğim Zulu ile gün içerisinde akşam 5’e kadar nefes almadan izleyemeyi planladığım grupları sıralıyorum: Zulu, The Dali Thundering Concept, ten56., Fever 333. ve Loathe. Arada Puscifer, Soul Glo, daha önce iki kere izlediğim Asking Alexandria’yı es geçmem gerekti.

Zulu, Warzone’da izlediğim ilk grup oldu. Grup; hip-hop, funk, dub soslu bir sound’a sahip Los Angeles’lı bir siyah hardcore punk grubu. Geçtiğimiz Mart ayında yayınladıkları “A New Tomorrow” isimli albümleri 2023’ün en kayda değer hardcore yapıtlarından. Performansları öğle sıcağında hardcore dance ile coşmak isteyen güruhu karşılıksız bırakmadı. Zulu üzerine koştur koştur Altar sahnesine geçtim ve Fransız yerli yeni jenerasyon progressive soslu metalcore grubu The Dali Thundering Concept’e yetiştim. Fransızlar kendi gruplarını inanılmaz sahipleniyorlar. Altar kalabalığı da grubu bağrına basmıştı. Kısa ama vurucu bir setlist ile tüm konseri circle ve moshpit’e boğdular. Hemen ardından bir yan sahnede ten56.’e geçtim. ten56., Betraying The Martyrs’in eski vokalisti Aaron Matts’in öncülüğünde kurulan bir beatdown hardcore grubu. Sound’ları gayet extreme ve tek parça içinde iki ve hatta yetmez üç breakdown matematiğinde bir kurguya sahip. “Diazepam” ile açılan setlist “Saiko” ve “Yenta” ile devam edip vuravur bir şekilde “Kimo” ile sona erdi. 35 dakika, 12 parçalık bir breakdown şenliği.


ten56. sonrası ana sahneye yollandım ve Mr. Jason Aalon Butler’ı en sonunda, dünya gözüyle izlemek için yerimi aldım. letlive. dağıldıktan sonra karaları bağlamış bir insan olarak Jason Butler Fever 333’yi kurduğunda açıkcası pek bir umudum yoktu. Ama Jason’ın siyah Rage Against The Machine olmaya soyunduğunu bilmiyordum tabii ki. Fever 333 şu an Avrupa ve Amerika müzik festivallerinin %90’ında sahne alıyor. Ve Jason Butler tüm performanslarda kalbini, ruhunu, benliğini sahnede ve hatta festival alanının her yerinde bırakıyor. 12:50’de sahne alan grup 13:30’a kadar 40 dakikalık ve sadece 8 parçalık bir setlist ile kalabalığın aklını başında aldı. Jason, “Biteback” ile başlayan konser süresince sahnede tırmanılmayan yer bırakmadı, kendini yerden yere vurdu ve konserin son bölümünü tamamen seyircilerin arasında geçirdi. İnanılmaz bir enerji patlaması. Fever 333 önümüzdeki 2-3 yıl içerisinde daha da büyüyecek ve festivallerde headliner slot’larında yer almaya başlayacak. Bunu da buraya not düşmek isterim.


Fever 333 sonrası dinlenmek ve nefes almak için VIP’ye geçtim. Övünç, Bahar ve Deniz’le takılıp bira içtik ve biraz konser kritiği yaptık. Sonrasında bu festivalde belki de en unutamayacağım olay gerçekleşti. Basın akreditasyonum ile festival boyunca toplamda 800’ün üzerinde fotoğraf ve video çekmişim. Fotoğrafların çoğu da Hellfest’ten insan manzaraları… VIP’de güzel outfit’li bir abla vardı ve yanına gidip kendisine fotoğrafını çekebilir miyim diye sordum, o da tabii ki dedi. Ben fotoğraflarını çekerken yerde, yanında oturan erkek arkadaşı da ona Erol Altar tarzı direktifler veriyordu. Erkek arkadaşına o sırada pek dikkat etmedim, teşekkür edip yanlarından ayrılırken ise; “Bir dakika ya, ben bu adamı bir yerden tanıyorum” gibi bir hissiyat geldi. Yüzünün büyük kısmını kapatan güneş gözlükleri, kafasına geçirdiği hoodie’sine dikkatle bakıp, daha yakından süzdüğümde bir de kim çıksın. Son iki yıldır net bir şekilde en kafayı bozduğum metal vokalisti Will Ramos. O an yaşadığım sarhoşluğun verdiği yetkiye de dayanarak, “Will sen misin? Vallahi de sensin!” diye tekrar yanlarına gittim. Kendisi heyecanımı görünce “Dude, tamam dur biraz sakin ve sessiz ol” diye gülümseyerek karşıladı beni. Heyecanımı anlayabilmesi adına elini tutup kalbime götürdüm :) Çok uzun değil, bir 7-8 dakika kendilerini kilitledim, yapacak bir şey yok o kadar yol gelmişiz bir de Will’i görmüşüm, 10 dakika muhabbet de mazur görülmeli yani. Lorna Shore, Hellfest’e kadar çıktığı Avrupa festivallerinde “To The Hellfire”ı çalmıyordu. Ama Hellfest’te saat 20:00’de sahne alacaklardı ve tam 1 saat çalacaklardı. Kendisine “Turne boyunca To The Hellfire’ı çalmadınız, bugün çalacaksınız değil mi? Lütfen çalın ya…” diye sordum. Will de “Bu bir sır, sana söyleyemem my friend” dedi. Hellfest’in tüm masrafı zaten daha Perşembe günü Architects ve Parkway Drive ile çıkmıştı ama galiba en unutulmaz anı Will Ramos ile tanışmamdı.

Will ile yaşadığım starstruck (yıldız çarpması) durumu yüzünden az daha Loathe’u kaçıracaktım. Koşarak Altar sahnesine gidip en önlerde yerimi aldım. Sadece açılış parçası “Agressive Evolution”ı kaçırdım ve ikinci parça “Dance On My Skin”e yetiştim. Loathe pandemi zamanında keşfettiğim ve son üç yıldır takıntı haline getirdiğim gruplardan. Liverpool çıkışlı yeni jenerasyon progressive/djent diye yapacağım tanımın yetersiz kalacağı nu-metal ve hatta shoegaze’i de bir alt tür olarak müziklerine yediren eşsiz sound’a sahip bir grup. Sonbahar aylarında albümleri yayınladığında tüm yıl sonu listelerinde ilk 10’da göreceğinizin garantisi de benden. “Two-Way Mirror” ve “Is It Really You?” isimli kalp söken iki parçayı arka arkaya dinlemek düşsel bir deneyimdi.

Loathe sonrası sırada “Djent”in atası, öncüsü Born of Osiris vardı. Aşığı olduğunuz bu kadar çok grubu aynı gün içerisinde izlemek gerçekten çok ama çok acayip bir deneyim. Gitarist Lee Mckinney liderliğindeki Osiris, “Bow Down” ile başladıkları konserleri süresince 1 saatlik progressive bir ziyafet sundu. Lee Mckinney, Misha Mansoor (Periphery) ve John Browne (Monuments) ile birlikte djent’in en önemli gitaristlerinden. Vokalist Ronnie Canizaro ve ikinci vokalist/keyboardist Joe Buras’ın ses uyumları ve teknikleri enfesti.

Osiris ile progressive’e de iyice doyduktan sonra kamp alanında Övünç ve Bahar ile buluşup akşam ritüelimizi gerçekleştirdik. Ne yiyip içtiğimizi artık tekrar yazmıyorum :) Evet, sıra Lorna Shore’a gelmişti. Lorna’nın ilk 20 dakikası Iron Maiden ile çakışıyordu ancak bunu hiç problem etmiyordum. Will ve saz arkadaşları, cehennem festivalini, tam 1 saatliğine gerçek bir cehenneme çevirdi. Will’in vokal tekniğine dair birçok Youtube reaction videosu izleyebilirsiniz ya da kendi Youtube kanalından tek vokal performanslarını. Lorna Shore’a katıldıktan sonra “To The Hellfire” yayınlandığında Metal Hammer vokal performansı için: “Kurt adam tarafından ısırılmış bir Gollum gibi” yazmıştı. Konser, festival süresince gördüğüm en sert kitleye ve en acımasız sound’a sahip performans oldu. Üçüncü parça olarak “To The Hellfire”ı çalmadan önce Will, şimdi uzun süredir çalmadığımız bir şarkıyı çalacağız, esprisini yaptı. Bu espriyi, parçayı çalmaları için benim kendisini darlamam üzerine bulduğuna yemin edebilirim ama söz veremem :)

Lorna Shore’un bitişiyle birlikte Iron Maiden’a yetişmek için, Övünç ve Bahar’la buluşmak üzere ana sahne ortak noktamıza doğru koştum. Fransızların Maiden çılgınlığı bir başka oluyor. Görebileceğiniz en büyük kalabalık her zaman Maiden’da yaşanıyor. Slipknot da dahil olmak üzere. Sadece geçtiğimiz sene ilk kez Metallica geldiğinde toplanan kalabalığın Maiden’ı geçebildiğini yine Övünç ve Bahar’dan dinlemiştim. Bütün bu kaosa ve telefonlarımızın çekmemesine rağmen Övünç’ü elimle bulmuş gibi en önlerde buldum. Birbirimizi böyle arayıp bulmanın coşkusu çok ayrı oluyor. 4-5 parçayı birlikte dinledikten sonra Bahar da gelip bizi bulunca, Maiden’ı yine tüm görkemiyle ve duygu seliyle tecrübe ettik. Ve yine her izleyişimde olduğu gibi yeryüzünün en büyük metal grubu savıyla biten bir konser oldu.

Maiden sonrası VIP’de bir 45 dakika nefes aldık ve günün son konserleri için sahnelere dağıldık. Clutch, Meshuggah ve ana sahnede Carpenter Brut. Carpenter Brut, Hellfest’te ilk kez ana sahnede çıkıyordu. “Terror On The Mainstage” konseptiyle. Franck Hueso’nun darksynth projesi olan grup, canlı performanslarına sahneye gitarist ve davulun da eşliğinde 3 kişi olarak çıkıyor. Vokal içeren parçalarda konuk sanatçılar da sahneye geliyorlar. Konserin sürprizi son albümün konuk sanatçılarından Greg Puciato’nun da Imaginary Fire’da sahneye çıkmasıydı. Performans hayatımda şahit olduğum en acayip ışık tasarımını sahipti. Tam tanımıyla electro metal diyebileceğiniz bir müzik Carpenter Brut’ün müziği. Konserin tamamını aşağıdan izleyebilirsiniz.

Carpenter Brut sonrasında bu inanılmaz günü kapattım ve saat 02:30 sularında çadırın yolunu tuttum.

IV. Gün

Veee geldik son güne. Pazar günü artık kalan son gücümle 12:30’da Warzone’da Resolve’u izlemek için hazırlanıp çadırdan çıktım. Hava kapalıydı ve yaklaşık 10 derecelik bir düşüşle sıcaklık 18-19 seviyesine inmişti. Warzone sahnesi festival alanında Valley ile birlikte çadır alanına en uzak mesafede yer alıyor. 3km’ye yakın bir mesafeden bahsediyorum. Sabah tüm hangover’ımla birlikte asla hava durumu kontrolü yapmadan t-shirt’üm ve şortumla Warzone’a kadar yürüdüm. Yağmurluk almayı asla düşünmedim. Resolve’un başlamasıyla birlikte öyle bir yağmur indirdi ki, sadece iki parça dinleyebildim ve altına sığınabilecek hiçbir yer olmadığı için kendimi sırılsıklam bir şekilde festivalin ortasındaki ormana attım. Hellfest’in ortasında küçük bir orman bulunuyor. Ağaçların altında yağmurun dinmesini beklemeye başladım ama yağmur asla dinmiyordu ve ben hipotermi geçirecek derecede ıslanmıştım, bu böyle olmayacak dedim ve çok hızlı adımlarla ve aşırı üşüyerek çadıra döndüm. Tamamen soyunup, kurulandım, yağmurun dinmesi bekledim ve 1 saat boyunca çadırda yattım.

Yağmur dindikten sonra çadırdan çıkıp Övünç ve Bahar ile buluşmak üzere VIP alanına geçtim. Saat 16:00’da Hatebreed ve hemen sonrasında üçümüzün belki de en merakla beklediğimiz grup Electric Callboy vardı. Arada Hellfest merch alışverişimizi de yaptıktan sonra ben Hatebreed için ana sahneye, Övünç ve Bahar ise medarı iftiharımız She Past Away’i dinlemek için Temple’a geçtiler.

Hep demişimdir tek bir Hatebreed konseri toplamda 15 TED Talks’a eşdeğer güçtedir diye. Jasta’nın enerjisi ve şarkı aralarındaki full motivasyon “pep” konuşmaları ölüyü mezarından kaldırır. “To The Threshold” ve “Destroy Everything” ile başlayıp “I Will Be Heard” ile biten konser, son gün için yorgunluk emareleri göstermeye başlayan kalabalığa elektroşok etkisi yaptı.

Hatebreed ve She Past Away sonrasında beklediğimiz an geldi. Electric Callboy çılgınlığına hazırdık. Grup Tekkno Train’in introsuyla 50 bine yakın kişilik kalabalığı direkt aldı. İnanmıyorsanız konserin tamamı hemen aşağıda. Sanki tüm Hellfest günlerdir Electric Callboy’u bekliyor gibi hazır ve nazırdı. Callboy’un sound’unu seversiniz sevmezsiniz her şeyi geçtim, eğer herhangi bir open air festival söz konusuysa kağıda yazmanız gereken ilk grup: Electric Callboy. Metal, elektronik, indie hangi müzik türüne sahip festival olursa olsun. Eğlence guaran”fuckin”teed. Sadece neredeyse her parçaya özel hazırladıkları konsept perukları yeter. Bir noktada Övünç’le ikimiz mutluluktan ağlayacaktık, Bahar bizi durdurdu: “Yapmayın çocuklar beni de ağlatacaksınız…” Pozitif haleti ruhiye patlaması.



Callboy sonrası son akşam yeme-içme molamız için kamp alanındaydık. Sonrasında ana sahnede Tenacious D üzeri Pantera izlemek için konumlandık. Tenacious D konseri asla sadece bir konser değil, stand-up metal bir performans. Tüm konser boyunca katılarak güldük, tüm kalabalıkla birlikte. We love you Jack Black <3

Ve evet… Artık sıra bu sene Hellfest’in üzerine inşa edildiği son iki gruba gelmişti. Pantera ve Slipknot. Pantera saat tam 21:00’de aşırı duygusal bir video introsu ve Darrell kardeşlerin silüet bir görüntüsü üzerine David Lynch’in Eraserhead’indeki kaloriferdeki kadının parçası “In Heaven” (Lady In The Radiator Song) ile konseri açarak gözlerimizi doldurdu. Arkasından sahneye gerilmiş Pantera bayrağı aşağı indi ve grup “A New Level” ile sahneye çıktı. Neredeyse tüm Pantera hitlerinin çalındığı, “Suicide Note Pt. II” sürpriziyle, bundan yıllar öncesi gerçekleşmesi gereken reunion’ı tüm benliğimizle kucakladık. Phil aşırı formda ve çok rahattı. Tüm konseri ağzında bir sakızla geçirdi, öyle bir rahatlık. Rex de yaşadığı sağlık sorunlarına rağmen çok fit görünüyordu ve bizleri çok mutlu etti. Zakk Wylde kendi tarzında ve biraz dağınık çalıyor olsa da Dimebag’i onurlandırma görevini tamamına erdirmişti. Duygu yüklü bir 1 saat 20 dakika geçirdik.

Saat 22:20 sularında Billy Idol’ın “White Wedding”inin çat diye ortadan kesilmesiyle, sahnedeki Slipknot bayrağı aynı hızda bir patlamayla koptu ve “Prelude 3.0” introsu girdi. Slipknot tüm amansızlığıyla, “The Blister Exists” ile sahneye çıktı. Konserle ilgili söylemem gereken ilk şey, tüm festival boyunca duyduğum en kusursuz ses sistemi Slipknot konseriydi. Gerçi bu çok da şaşırtıcı bir data olmasa gerek. Corey aşırı formundaydı ve grup sanki bir hafta önce Craig Jones’un gruptan ayrılmasına gelen eleştirilere cevap niteliğinde inanılmaz bir agresiflikte çaldı. Parçaları BPM’i arttırılmış gibi icra ettiler ve Corey ciğerini gerçekten sahnede bıraktı. Clown eşinin sağlık problemleri nedeniyle Amerika’ya dönmek zorunda kalmıştı ve konsere dair tek eksik yan buydu. Tortilla Man Clown’ın yerini doldurma adına Duality ve birkaç diğer parçada sahnenin sol tarafına doğru koşarak beyzbol sopasını onun için salladı. Turnenin sürprizi yıllar ama yıllar sonra grubun Snuff’ı setlist’e almış olmasıydı. Slipknot gücünden hiçbir şey kaybetmeden yoluna devam ediyor. Clown’ın bir gün tüm grup elemanları ölse de Slipknot varolmaya devam edecek savına insanın gerçekten inanası geliyor.

Konserin bitişiyle ana sahne ekranlarına gelen bir teşekkür mesajıyla birlikte bu sene festivale 240bin kişinin katıldığı bilgisi yansıtıldı. Arkasından 2024 yılının konsept filmi ve logosuyla birlikte tam 15 dakika sürecek havai fişek gösterisi başladı. Parkway Drive – Glitch, AC/DC – Thunderstruck, Van Halen – Jump ve Rammstein – Feuer Frei! ile birlikte. Festival kapanışıyla: “Allahım seneye yine gelmemiz gerekiyor…” duygusu ruhunuza öyle bir işleniyor ki dostlar, umarım bir gün herkes Hellfest’li olur. Bir yıla yetecek kadar konser ve anı biriktiyorsunuz.

Seneye görüşmek üzere…

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.