With Full Force 2012 – Festival Günlüğü

Paylaş:

“Her yıl Almanya’nın Leipzig şehrinde düzenlenen With Full Force festivalinin geçtiğimiz ay 19.sunu geride bıraktık. DevilDriver, Machine Head, Heaven Shall Burn, Soulfly, Madball, Children of Bodom, Immortal gibi grupların sahne aldığı festival, unutulmaz anlara ev sahipliği yaptı. Paslanmaz Kalem adına ben de oradaydım. Olaylı geçen festivalde aklımda kalanları ve yaşadığımız eğlenceli anları kaleme aldım.” Özgür.

1. Gün

4 arkadaş Leipzig havalimanına yaklaşık 35 km. mesafedeki Löbnitz kasabasında kurulan With Full Force festival alanına ulaştığımızda DevilDriver çoktan başlamıştı. Çadırları kurmadan sahnelerin bulunduğu bölgeye koşarak gidersek en azından birkaç şarkı canlı izleyebilme fırsatımız olur diye düşünüyorduk.  Fakat girişteki akreditasyon işleminin uzun sürmesi, davetliler için ayrılan konaklama alanının sahnelere tahminimizden daha uzak olması gibi etkenlerden dolayı, konser alanına vardığımızda DevilDriver sahneden inmişti. Böylece güne, festivalde en çok izlemek istediğim gruplardan birini kaçırarak başladık. Sıradaki grup Insomnium’u da es geçmeye karar verip çadırlarımızı kurmak için tekrar konaklama alanına dönmeye karar verdik.
İlk gözlemlediğimiz, festival alanının hemen yanındaki yapay gölü büyütme çalışmalarının organizasyonu olumsuz etkilemesiydi. Basın bölümüne ayrılan konaklama alanı, sahnelere fazla uzak ve yürüyüş yolu da gereksiz bir şekilde dolambaçlı yapılmıştı. Festival canavarları Amir ve Elif’le çadırları bir an önce kurup tekrar konser alanına döndüğümüzde MADBALL başlamak üzereydi.

New York, Madball ile gurur duyuyor!

With Full Force seyirci kitlesinin büyük çoğunluğunu Hardcore ve Metalcore dinleyicileri oluşturuyor. Zaten festivalin grup kadrosu da her yıl buna göre hazırlanıyor. New York Hardcore camiasının gözbebeklerinden Madball’un sahneye çıkmasıyla, hayatımda izlediğim en azgın seyirciye ve en acımasız pogoya tanık oldum. Kan gövdeyi götürdü, kemik sesleri göğü inletti (abartma lan!). Devildriver’ı kaçırmıştık ama Madball ve yaklaşık 15bin azgın seyirci ile festival bizim için iyi bir şekilde başlamış oldu. Açıkçası Madball, albümlerini takip ettiğim bir grup değil, şarkılarını bilmiyorum ancak sonlara doğru Agnostic Front’tan “It’s my life”ı çalmaları şık hareketti.

Madball sonrası, festival boyunca en büyük yaşam kaynağımız olan biralarımızı yudumlayıp festival alanını dolaşarak August Burns Red’i beklemeye başladık.

Çevrede bulunan yeme-içme, alışveriş ve aktivite yerleri WFF için yeterli sayıdaydı. Özellikle yiyecek – içecek çeşitleri, kalitesi ve fiyatları fazlasıyla memnun ediciydi. Bizdeki gibi en karlı ihalelerle alınmış, en kalitesiz yemeklerin normalden çok daha pahalıya satıldığı stantlardan, dünyanın hiçbir festivalinde olmayacağı gibi WFF’de de yoktu. (Lafımı da koyarım!)

August Burns Red için çocuğunu kesenler

August Burns Red, son albümden Empire ile çıktı sahneye. Daha ilk şarkıyla birlikte mosh pit’te yaşanan kaostan, sırf bu grup için çocuğunu kesmeye hazır bir kitle olduğu ortaya çıktı. Alman Hardcore seyircisine ayak uydurmak yürek ister yalnız, ABR’de bunu bir kez daha gördük. Her Circle Pit’te ve pogoda küçük sakatlanmalar ve yaralanmalar oldu, millet üstündeki kana aldırış etmeden eğlenmeye devam etti (Kafalar güzel tabii:). White Washed, Internal Cannon, Composure, The Truth of a Liar gibi sevilen şarkılarını peşpeşe patlatan grubun performansı üst düzeydi.

Pennywise’ı sevmedim, Jager’i sevdiğim kadar

California’lı Punk-Rock grubu Pennywise başladığında sahnenin tam karşısındaki Jagermeister kulesinin üst katındaydık. (WFF’nin en eğlenceli anları, konser aralarında ilginç şovlarıyla bu kulede gerçekleşti). Yaklaşık 20bin kadar seyirci Pennywise ile eğlenirken biz kuleden izlemekle yetindik. Açıkçası hiçbir zaman bu tarzın fanı olmadığımdan uzaktan izlemek bana yetti. Fark ettiğim tek şey, Pennywise’ın ülkemizde gerçekleşen Rock’n Coke festivaline çok yakışacağıydı.

Günün sürprizi Emmure’dan

Lamb of God’ın vokalistinin WFF’den 2 gün önce tutuklanmasıya çadır sahnesinin o günkü Headliner’ı olan Emmure küçük bir program değişikliği ile ana sahnede Lamb of God’ın yerini doldurdu. Hem de ne dolduruş! Grup ana sahnenin hakkını sonuna kadar verdi. Vokalist, artık yorulmaya başlayan seryiciyi konser sonuna kadar canlı tutmayı başardı. Grupta baget sallayan şahsın Mark Castillo (ex-Between The Buried And Me) olduğunu sonradan öğrenince gruba olan sevgim daha da arttı. Kendilerine bildirin, nur topu gibi yeni bir fanları oldu.
Emmure sonrası acıkan karnımızı doyurmakla ilgilendik. Currywurst (köri soslu domuz sosisi) festival boyunca yediğim en lezzetli yemekti bu arada, tadı damağımda kaldı.

Bir Suicide Silence gerçeği var

Amir ve Elif’in yol boyunca öve öve bitiremediği, heyecanla bekledikleri Suicide Silence’ı, grup sahneye çıkana kadar abarttıklarını düşünüyordum açıkçası :) Aslında, hala müzikleri konusunda fikrim değişmedi ama kendi kulvarlarında bu grubu öne çıkaran en önemli etkenin canlı performansları olduğunu görmüş oldum. Özellikle vokalist Mitch’in konser boyunca 1 dakika bile yerinde durmaması, diğer grup elemanlarının enstrümanist yetenekleri ile birleşince hak ettikleri ilgiyi gördüler.
Emmure sonrası Alman seyircisinin yorgun olduğu açıkça görünüyordu. Yine de Suicide Silence’a olan sevgilerinin ne kadar büyük olduğunu görmek mümkün oldu.

Ve nihayet Machine Head!

Festivalin benim için en önemli grubu hiç kuşkusuz Machine Head’di. Geçen yılın en iyi albümüne (Unto the Locust) imza atmış olması ve benim onları ilk defa canlı izleyecek olmamdan dolayı ilk gün heyecanla beklediğim tek gruptu. Tam saatinde sahne ışıkları karardı, son albümün introsu girdi. Biraz sonra sahnede Robb Flynn belirdiğinde hayatımın en güzel konserlerinden birine tanık olduğumu konser sonunda anlayacaktım. Aesthetics of Hate, Halo gibi hitlere de yer veren grup, I am Hell, Locust, Darkness Within ve This is the end gibi son albümün en sevdiğim parçalarını da çalınca adrenalin, endorfin, testosteron gibi bilimum hormonlarım mutluluktan şelale oldu aktı. Grubun performansı, Robb Flynn’in seyirciyle iletişimi filan derken, Machine Head büyüklüğünü bir kez daha gözler önüne serdi. Önceki gruplarda da ses iyiydi ama Machine Head’de kusursuzdu. Sonuçta 1,5 saate yakın süresiyle hayatım boyunca unutamayacağım bir konser oldu.

Çadır sahnesinde kan banyosu

İlk günün ana sahne programı bittiğinde, çadır sahnesinde Black Metal’in önemli gruplarından Dark Funeral sahne almak üzereydi. Ancak, biz hem dinlenmek hem de ana sahnede çalan grup elemanlarıyla tanışmayı umut ederek sahnenin yan tarafında çadır olarak yer alan Backstage bölümüne geçmeye karar verdik. Tanışma hayali suya düşse de sıradaki grup olan Dying Fetus’a kadar dinlenmiş olduk. Çadır sahnesine geçip özellikle son albümleri Reign Supreme ile gönlümdeki yerini sağlamlaştıran Dying Fetus’u 2. defa izliyor olmanın keyfini çıkardım. Sonlarına doğru ise uyku ve yorgunluğa yenilip gece 3’te sahne alacak Nasum’u bekleyemeden çadırlarımıza döndük. Sonradan orada tanıştığımız arkadaşlardan öğrendik ki sırasıyla Nasum, Aborted ve Debauchery, çadır sahnesini sabaha kadar Death Metal şölenine çevirmiş. Gecenin sonunda Debauchery’nin kan banyolu striptiz şovunu da kaçırdık tabii.

2. Gün

İlk gün fazlasıyla güzel olan havanın 2. gün yağmurlu olacağı söyleniyordu. Buna rağmen festivalin en kalabalık gününü yaşadık. Hem ana sahne hem de çadır sahnesi günün erken saatlerinden itibaren tıka basa doldu.  Alman grup Elsterglanz, ana sahnede sundukları şov ve yaptıkları müzikle binlerce kişiyi hem coşturdu hem de güne hazırladı. Ama asıl eğlence 2. grup Excrementory Grindfuckers ile başladı. Klasik şarkılara yaptıkları eğlenceli cover’lar ile milleti gülmekten kırdı geçirdi. Sonradan öğrendim ki Almanya’daki festivallerin aranan Noise/Grindcore grubuymuş bu gençler.

Carnifex’in ve seyircinin efsanevi “core” performansına da şahit olduktan sonra I Killed The Prom Queen ve Ektomorf sırasıyla sahne aldı. Biz o esnada arkadaşlarla Meshuggah’a kadar festival alanının tadını çıkardık. Ben Meshuggah izlemek için ana sahnenin önünde yerimi alırken, diğer arkadaşlar All Shall Perish izlemek için çadır sahnesine gittiler.

Meshuggah konsere problemli başladı. Jens Kidman’ın mikrofonunda yaşanan sorundan dolayı ilk 2 şarkı boyunca vokal hiç duyulmadı. Tarzının en iyi grubu olduğu aşikar ama konser performansları birkaç şarkı sonra sıkıcı bir hal aldı. Ben de konserin yarısından sonra All Shall Perish’i kenardan da olsa izlemek için çadır sahnesi civarında çimlere yayıldım. Oysa Meshuggah’ın yeni albümündeki I Am Colossus’u canlı dinlemek istiyordum. Ben ayrıldıktan sonra çalıp çalmadıklarından emin değilim.

Bas gitaristin kırmızı maskeli kostümüyle All Shall Perish, çadır sahnesini birbirine kattı. Performansları insanüstüydü. Meshuggah yerine bu grubu en başından izlemediğim için kızdım kendime.
Konser sonrası, sahne arkasında Meshuggah elemanlarıyla kısacık da olsa gayet samimi bir sohbet imkanı bulduk. Amir fırsattan istifade grupla fotograf çektirmeyi de ihmal etmedi. Photoshop’la sonradan eklenmiş gibi durduğuna bakmayın, ben şahidim, foto gerçek:)

Cannibal Corpse ziyafeti

Cannibal Corpse ana sahnenin sıradaki grubuydu. George “Corpsegrinder” Fisher yine her zamanki ihtişamıyla sahneye “ağırlığını” koydu ve grup, yeni albümün ilk parçası Demented Aggression’a -en doğru tabiriyle- “hayvan gibi” girdi. Konserde bir ara gözlerimi Alex Webster’ın parmaklarından alamadığımı farkettim. Bu grup kesinlikle Death Metal’in “All Star Band”i.  Yeni albüm haricinde Hammer Smashed Face, Make Them Suffer, I Cum Blood gibi hitleriyle muhteşem ziyafet yaşattı bize. Death Metal’e desteklerinden dolayı seyirciye teşekkür ederek sahneden ayrıldılar. Bu Cannibal Corpse’u 3. izleyişimdi ve öncekiler gibi yine muhteşemdi. Bir türlü kafamı vererek dinleyemediğim son albümleri Torture’a da bu konserden sonra daha fazla ilgi göstermeye başladım. (Albüm güzelmiş yav:)

Immortal’ın laneti

WFF kitlesine açık ara en uzak müziği yapan grup Immortal ama bu kimin umrunda! Biz çok eğlendik. Gerçi Abbath’ın her zamanki arızalığı yine üstündeydi. Bir ara konseri yarım bırakıp gitti, arkada nasıl ikna ettiler bilmiyorum, sahneye geri dönüp konseri tamamladı. İlk parçalarda gitar ve vokalin ses seviyesinde sorun vardı, daha sonra düzeltildi ve festival alanı Abbath’ın vokaliyle ve Immortal’ın lanetli müziğiyle inledi. Yaklaşık 45 dk. sahnede kalan grup, hatırladığım kadarıyla Damned in Black, Sons of Northern Darkness ve All Shall Fall albümlerinden çaldı. (At The Heart Of Winter’dan hiç çalmadı mı yav?)

Heaven Shall Burn, ateş ve su

2010’daki Unirock festivalinde sahne aldığında ülkemizin ilk büyük Circle Pit’ine öncülük eden Heaven Shall Burn, WFF’da 2. günün Headliner’ıydı. Grubun sahnesi hazırlanırken hava bozdu ve beklenen yağmur kokmaya başladı. Intronun (Echoes) girmesiyle seyircinin ıslık ve çığlığı ortamı inletti. Hemen ardından gelen “The Weapon They Fear” ile de yaklaşık 30bin kişi adeta çıldırırcasına eğlenmeye başladı. Iconoclast albümünün en sevdiğim şarkısı “Endzeit” çalmaya başlayınca, seyircinin hep bir ağızdan gruba eşlik etmesi ve WFF 2012’nin en büyük Wall of death’ini yapması, Alman seyircisinin HSB’ye sevgisinin ne kadar büyük olduğunu kanıtlıyordu. Birkaç dakika sonra iyice şiddetlenen yağmura, başlangıçta neredeyse kimse aldırış etmeden konserin tadını çıkarmaya baktı. Biraz sonra kontrolden çıkan hava, ardı ardına çakan şimşekler, gök delinmişcesine yağan yağmur ve güçlü bir fırtına şekline dönüşünce insanlar üstü kapalı yiyecek – içecek stantlarına kaçıp konseri oralardan izlemeye çalıştı. Bu arada HSB’nin alev alev yanan sahne şovu yağmurla birleşince, ortaya çıkan ateş ve suyun büyüleyici görüntüsü görülmeye değerdi.

Foto: Christian Thiele

HSB, o yağmurun altında kendilerine eşlik etmeye çalışan seyircinin daha fazla zor durumda kalmasını istemediği için, özür dileyerek ve teşekkür ederek konseri tam zamanında bitirip sahneden indi. Sanki yağmur zaman ayarlıymış gibi grup sahneden indikten kısa bir süre sonra durdu. Biz de Backstage’e geçip, kimimiz üstünü kurutmaya çalışarak, kimimiz sıcak bir şeyler içerek kendimize gelmeye çalıştık. (Çay içtim lan evet, hem de mentollü! Günde 20 bardak çay içen ben, 4 günde toplam 2 bardak çay içtim diye dalga konusu oldum:) Backstage’e kurulan küçük bir sahnede klasikleşmiş Rock’n Roll şarkılarını çalan cover grubu, içeride bulunan insanların yağmurla kaçan keyfini yerine getirmeye çalıştı ve başardı da.

Yıldırım düştü, 51 kişi yaralandı

Uyumak için çadırlarımıza geçtikten kısa bir süre sonra gök gürültüsü, yağmur ve şiddetli fırtına etkisini göstermeye başladı.  Çadırlarımız uçmak üzere olduğu için, geceyi hemen yanı başımıza park ettiğimiz arabada geçirdik. Tam uyumak üzereydim ki önce şimşek çaktı, 5 – 10 dakika sonra da ardı ardına ambulans sirenleri çalmaya başladı. Daha sonra da acil durum alarmı birkaç dakika aralıksız olarak çalmaya devam etti. Bizden uzakta olan diğer konaklama alanında bir şeylerin ters gittiğini anladım. Festivale beraber gittiğimiz 4. arkadaşımız Ulaş da o alanda kalıyordu. Hem de festivalde edindiği arkadaşlarından aldığı emanet bir çadırla. (Ulaş naber?:) Durumunu merak edip hemen telefona sarıldık ama kendisine ulaşamadık. Neler olup bittiğini öğrenmek için o havada sabahı beklemekten başka şansımız yoktu.

3. Gün

Sabah konser alanına geçince, gece konaklama alanına yıldırım düştüğünü ve 9’u ağır, 51 kişinin yaralandığını öğrendik. Neyse ki Ulaş’a bir şey olmamıştı ama çok yakınındaki çadırlarda bulunan insanlar yaralanmış ve hastaneye kaldırılmıştı.

Olaylı geçen gecenin ardından katılımcıların büyük bir çoğunluğu festival alanını terk etti. Sonuçta yağmurdan ve fırtınadan yüzlerce çadır zarar görmüş, insanlar yaralanmış veya zor durumda kalmıştı. Haliyle, festivalin 3.gününe yaklaşık 10.000 kişi ile güneşsiz bir havada girdik. Sahne alan tüm gruplar seyircilere geçmiş olsun dileklerini ileterek konsere başladı.

Volbeat sevenler Guns of Moropolis’i de sevdi

Günün ilk grubu Guns of Moropolis, Rock’n Roll Metal / Rockabilly tarzındaki şarkılarıyla fazlasıyla Volbeat’i andırdı. Vokalistin sesini kullanma şekli bile zaman zaman Michael Poulsen’i anmama sebep oldu. Benim gibi “kocaman” bir Volbeat fanının da bu grupta eğlenmesi kaçınılmazdı haliyle. Guns of Moropolis ile uykum açıldı, kendime geldim. Grubu şimdiden yakın takibe aldım. Volbeat seviyorsanız eğer, Guns of Moropolis’in 2011 yılında yayınladığı “In Dynamite We Trust” albümüne bir şans verin. Yine de tabii ki “bir Volbeat değil”.

Gojira kalmadı, Neaera versek?

Benim için festivalin en büyük hayal kırıklığı, Gojira’nın iptal edilmesiydi. İptal ile ilgili ne gruptan ne de organizasyondan hiçbir açıklama gelmemesi de ayrı üzdü beni. Gojira’nın yerini Alman Melodik Death Metal grubu Neaera aldı. Grupla çok ilgilenmeyip, kendimizi tişört alışverişine kaptırdık. Eğer Gojira iptal olmasaydı, şu satırların yerinde en az 1 sayfa Gojira konser yazısı olacaktı :(

Kill Devil Hill izlemeyen bin pişman

Kill Devil Hill, festivalin tek All Star projesiydi ve bundan hiçbirimizin doğru düzgün haberinin olmaması ile dev bir skandala imza attık!!! Grup, Bas gitarist Rex Brown (Pantera ve Down), davulcu Vinny Appice (Black Sabbath, Heaven & Hell ve Dio), gitarist Mark Zavon (W.A.S.P) ve Pissing Razors vokalisti Dewey Bragg’den oluşuyor. Bizse grubun kim olduğundan habersiz, Ulaş’ın keşfettiği, festivaldeki tek Türk yiyecek standında bir yandan karnımızı doyururken bir yandan da stant  sahipleriyle samimi bir sohbet gerçekleştirdik. (2 gün boyunca bizden hiç ücret almadan leziz dönerleri ile karnımızı doyurdukları için kendilerine teşekkür borçluyuz:)) Türkiye’ye döndükten sonra Kill Devil Hill’in kim olduğunu araştırınca kendimden utandım. Bu grubu izleme fırsatını ben kaçırdım, siz kaçırmayın dostlar. Strange şarkısına çektikleri videoklipleri ile sizi baş başa bırakıyorum. (Bence Erdem’e baskı yapsak, bu grubu Türkiye’ye kesin getirir!)

[youtube id=”WZ_KuxSSeaw ” width=”620″ height=”360″]

Unearth ilk şarkıya girince hızlı adımlarla konser alanına doğru gittik. Sahne önlerinde yerimizi aldığımızda, ilk şarkı Watch it Burn bitmek üzereydi. “Shadows in the light” çalmaya başladığında iyice ısınan seyirci Mosh Pit’i hareketlendirdi. Eyes Of Black’te gerçekleşen “Wall of Death” ile de eğlence ikiye katlandı. Grubu canlı izledikten sonra “keşke eski albümlerine de bir şans verseydim” dedim. Sırf vokalistin Kvelertak tişörtü için bile kanaat notumu yüksek verdim bu arkadaşlara.

This is Pro-Pain, everybody jump!

Pro-Pain öncesi Hardcore ve Punkçu arkadaşlar sahneye doğru yaklaşmaya başladı. Biraz sonra New York’un Hardcore/Punk neferi Pro-Pain sahnede, bizse sahne önlerinde yerimizi almıştık. “Everybody jump” komutuyla konser başladı. 20. yılı geride bırakan grup, Gary Meskil’in samimi frontmanliği ile önce mosh pit’i sonra da neredeyse tüm konser alanını coşturmayı bildi. Bir ara yorgunluğum ağır basınca, bir sonraki grubun Trivium olduğunu hatırlayıp konserin devamını arkalardan izlemeye karar verdim. Ben arkalarda dinlenirken, grup fanlarını coşturdu.

In Waaaaveeees!!!

Trivium’u, WFF’de daha iyi şartlarda ve daha güzel bir ortamda izleyeceğimi düşünüp 1 hafta önce İstanbul’daki Hi-Voltage festivalini es geçmiştim. Açıkçası bu bir riskti, ama aldığıma kesinlikle değdi. Sahneden “in waaaaaaveeeees” çığlığı yükselirken aldığım hazzı, yaşadığım mutluluğu kelimelerle anlatamam. Küçücük adam Matt, sahnede adeta devleşti. Hem clean hem de scream/brutal vokallerde sesini albüm kalitesinde kullanması muazzamdı.

In Waves’i, hiç sevmediğim Ascendancy albümünden “Pull harder on the strings of your martyr” ve ardından “Rain” takip etti. Neyse ki In waves’ten sonra merakla beklediğim diğer şarkı “Black” çok gecikmeden geldi. “Ignition”, “Detonation” gibi The Crusade albümünün en iyilerine de yer veren grup, son albümden bir kaç şarkı daha çalıp sahneden indi. Tadı damağımda kalan, mutluluktan ayak tabanlarımdaki ağrıya aldırış etmeden eğlenmemizi sağlayan muhteşem bir konser bıraktık geride.

Kulaklarım Broilers’da, aklım Comeback Kid’de

Çadır sahnesinde Comeback Kid ile ana sahnede Broilers’ın çakışması, kulaklarımın ve gözlerimin Broilers’da, aklımın ise Comeback Kid’de kalmasına sebep oldu. Alman Punk/Rock grubu Broilers’ı ilk şarkıdan itibaren izlemek istiyordum çünkü festival boyunca adını çok duymuştum. Özellikle Amir’in “Die Toten Hosen gibi len :) kesin seversin!” tavsiyesi üzerine elimizde Alman biralarıyla, -gurbetçi Türk kılıklı vokalistinin aralardaki Almanca anonsları haricinde- eğlenceli müziklerinin tadını çıkardık. Sonuç olarak; Die Toten Hosen gibi lan, kesin seversiniz. Bu arada, ardı ardına Street Dogs ve Comeback Kid ile çadır sahnesine kafa göz dalan, daha sonra Broilers’ın sonlarına doğru gelip birkaç renkli arkadaşla eğlenceye devam eden şahıs, Elif’in ta kendisiydi.

 

Children of Bodom vs. Flogging Molly

Saatler 20:00’ye yaklaşırken ana sahnede Children of Bodom, çadır sahnesinde ise Flogging Molly çıkmak üzereydi. Arkadaşlar Flogging Molly izlemek için çadır sahnesine giderken, ben ise tercihimi Children of Bodom’dan yana kullandım. Aslında benim de niyetim CoB’u (özellikle klavyeciyi) birkaç parça izledikten sonra, farklı enstrümanlarıyla ve eğlenceli müziğiyle dillere pelesenk Flogging Molly için çadır sahnesine geçmekti. Ancak, Alexi Laiho önderliğinde tahminimden çok daha samimi ve iyi bir performans ile sahnedeydi CoB. Bir şarkı daha dinleyeyim, klavyeciyi (bu adamın bir adı var olm!) biraz daha izleyeyim derken, kendimi son şarkı Hate Crew Death Roll’da buldum. Seyircinin katılımı çok iyi olmasa da Everytime I Die çalmaya başlayınca Mosh pit’i Headbanger’lar doldurdu. Ağırlıklı olarak son albümlerden çalındığı için setlist beni tatmin etmedi ama sonuçta Flogging Molly benim için yalan oldu.

Cavalera, çocuklarına sahip çık!

Günün beklenen anı geldi çattı ve Soulfly intro (Resistance) eşliğinde sahnedeki yerini aldı. Max Cavalera’nın kısacık selamının ardından World Scum ile konser bomba gibi başladı. Soulfly’ın müzik tarzı tek başına seyirciyi gaza getirmeye yeterken, Max Cavalera’nın anonslarının etkisiyle de eğlence tavan yaptı. Daha 3. parçada Refuse & Resist cover’ı ve hemen ardından Frontlines, Propecy ve Back To The Primitive gibi en gaz Soulfly şarkılarını ardarda çalmaları ortalığın toz duman olmasını sağladı. Sanırım festivalin en çok crowd surfing (google it!) yapıldığı grup Soulfly oldu. Ben de bu vesile ile hayatımın en kalabalık crowd surfing’ini yaptım. Bu arada, sahne önündeki güvenliğin en önemli görevi, en öne ulaşan “crowd sörfçüleri” kucaklayıp sağ salim yere indirmek. Ve bunu yaparken en küçük bir sert davranışa ya da söze maruz kalmıyorsunuz. Yani bizimkilerin aksine, güvenlik ne için orada olduğunun bilincindeydi.

Sırayı karıştırıyor olabilirim; konseri David Kinkade’in davul şovu, Roots Bloody Roots cover’ı ve Max Cavalera’nın çocukları Richie ve Igor Cavalera’yı davet edip birlikte Revengeance söylemeleri gibi anlar takip etti. Kabul etmeliyim ki Revengeance esnasında çok sıkıldım. (Lafım özellikle genç yaşından dolayı sesi henüz oturmadığı için “çile bülbülüm çile” gibi tınlayan Igor Jr.’a; Bak koçum, ben sana şarkı söyleme demiyorum, hobi olarak yine söyle ama babanın konserinde söyleme en azından. Daha iyi yapabildiğin şeyi yapmaya devam et, davul çal). Sonunda zıplamaktan helak olmuş bir şekilde ana sahne programını tamamladık.

Festivalin son bombası Fleshgod Apocalypse

Soulfly sonrası çadır sahnesindeki 2 grubu izlemeyip festivalin son grubu Fleshgod Apocalypse’e kadar dinlenmeyi tercih ettik. “Agony” albümü ile dikkatimi çeken İtalyan grubun canlı performansını merakla bekliyordum. Özellikle de albümdeki orkestral bölümlerden dolayı klavyeci arkadaşı ve insanüstü yeteneğe sahip davulcuyu canlı izlemek için heyecanlıydım. Çadır sahnesine gittiğimizde bir önceki grup Einherjer sahneden inmiş, Fleshgod Apocalypse için hazırlıklar başlamıştı. İlk dumuru sahneye klavye yerine piyano geldiğinde yaşadım; ikincisini ise klavyeci piyano çalmaya başladığında. Büyük bir efendilikle ceketinin kuyruğunu arkaya atıp taburesine oturunca sandım ki her şey daha insancıl olacak. Tabii ki yanıldım. Bir Death/Grind grubuna piyano ile eşlik eden bir adam düşünün. Öyle bir atmosfer oluştu ki hepimiz büyülenmiş bir şekilde grubu izlemekten başka hiçbir şey yapamadık.  Yaptıkları müziği albüm kalitesinde çalmak hayvani bir yetenek ister ki grubun her bir elemanı görevlerini başarıyla yerine getirdiler. Tek üzüldüğüm nokta, albümdeki her parçaya çığırtkan vokaliyle eşlik eden bas gitaristin sesi kısık olduğu için bu konserde daha kalın tonlardan idare etmesi oldu. Biraz sonra albümün en sevdiğim parçası The Violation girdiğinde ise “tabi ya!” dedim, “Adamlar bu parçaya çektikleri klibi sahnede aynen icra ediyorlar resmen”. Kostümleri, makyajları, sahne dekoru vs her şey bu kliptekinin aynısıydı.

[youtube id=”ie165Bw6kNU” width=”620″ height=”360″]

Konser sona erdiğinde yaklaşık 3000 kişilik bir seyirci grubu olarak, sanki klasik müzik konseri izlemiş gibi efendi efendi ama coşkulu bir alkışla grubu üstün başarısından dolayı tebrik edip dumur olmuş bir vaziyette dağıldık.

Ertesi sabah festival alanından ayrılıp havaalanına ulaştığımızda, uçağın uzun süreli rötar yaptığını öğrenince üzüldük ama keyfimiz yerindeydi. Sonuçta, onlarca kişinin ciddi şekilde yaralanmasına yol açıp festivale gölge düşüren yıldırıma rağmen 3 günlük festivali kazasız bir şekilde, unutulmayacak anılarla geride bırakmıştık. Seneye 20. yılını kutlayacağı için özel aktivitelere ve sürpriz gruplara gebe olan With Full Force festivalini şimdiden planlarınızın arasına alın.

 Fotolar: Elif Necim, Amir Necim

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.