Müzik, Yıldızlar, Işık, Renkler ve Değişik Çağrışımları

6707
0
Paylaş:
miro - paslanmaz kalem

Ben renkleri şiirleri biçimlendiren kelimeler, müziği biçimlendiren notalar gibi uygulamaya çalışırım.

                                                                                                                     Joan Miró

2015 yılının başında, Sakıp Sabancı Müzesi’nin ev sahipliği yaptığı Joan Miró’nun “Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisinin girişinde dikiliyorum. Dört sene önce Londra’daki Tate Modern Müzesi’nde gezdiğim Miró sergisinden hazırlıklı olarak geldiğim bu sergide mp3 çalarım yine yanımda ve yine o zamanki gibi bu ziyaretimi de işitsel ve görsel algılarımı birleştiren bir deneyim haline getirme niyetindeyim. Miró’nun ayrıksı, sürreal çalışmalarında gözlerimi gezdirirken onlara eşlik edecek albümüm ise önceden belli: Aphex Twin’in 2001 seneli, çift CD’lik albümü, “Drukqs”.

joan miro - paslanmaz kalemKulaklıklarımı takıp sergiyi dolaşmaya başladığım anda, ilk parça olan “Jynweythek”in aydınlık piyano melodilerinin kulaklarıma gelmesiyle ne kadar doğru bir tercih yaptığımı kendi kendime tasdik ediyorum. Albümün trafiği içerisinde, her piyanolu, sakin parçanın ardından sıkı bir acid techno parçası gelse de bu sert elektronik müziklerin dahi Katalan ressamın çalışmalarına çok yakıştığına kanaat getiriyorum. Aphex Twin’in bu albümdeki gibi ritmik, köşeli müziği ve rengârenk melodileri zihnimin içinde Miró’nun somut-soyut arasında gidip gelen sembolik figürleriyle çok güzel bir şekilde bağdaşıyor. Resimlerdeki çizgiler, renkler, lekeler ve desenler albümün zihnimde yarattığı işitsel mekânda insanlığın ortak bilincindeki sembollere işaret ederek benliğimde sayısız ilham kıvılcımını ateşliyor: Gökyüzü, Ay, Güneş, balıklar, kadınlar, kuşlar ve yıldızlar…Hem de ne çok yıldız! Kesişen çizgilerden oluşmuş, asterisk biçimindeki yıldızlar… Beş köşeli yıldızlar… Yıldız takımları… Miró, eğer bütün resme yıldız serpiştirmemişse, neredeyse her resminin bir köşesine bu figürden bir tane yerleştirmeye yemin etmiş gibi.

Kavramsal bir sanat anlayışına erişmek için çalışıyorum; gerçekliği asla bir durak noktası olarak değil, bir başlangıç noktası olarak kullanıyorum.

                                                                                                                      Joan Miró

jean arp - paslanmaz kalem

Jean Arp – “Takımyıldızlar” (1938)

“Drukqs” ve Miró’nun resimleri (kaldı ki Miró’nun fazlasıyla etkilendiği ressam/heykeltıraş Jean Arp’ın çalışmaları da) lava lambalarındaki şekiller gibi: Anlam her yeni saniyede, her farklı perspektifte ortaya çıkıyor, değişiyor, yok oluyor ve sonra yeniden ortaya çıkıyor. Bu uçucu imgeler retinamda ve kulaklarımın içinde çakarken Aphex Twin ve Miró’nun anlamsız gibi ama bir yandan da sonsuz anlamlı olduğunu fark ediyorum. “Anlamsız”lar çünkü asla doğrudan bir mesajı bana dikte etmek gibi bir dertleri yok. “Çok anlamlı”lar çünkü muğlaklıkları ve malzeme tercihlerindeki (Miró’nun kırmızı, mavi ve sarı gibi temel renkleri tercih etmesi ve Aphex Twin’in özellikle piyano gibi temel bir enstrümana öncüllük vermesi) sadelikleri bana zihnimin kaldırabileceğinden çok çağrışım yaptırıyor. Adeta kendime görsel-işitsel bir Rorschah Testi yapıyor gibiyim: Bu imgeler nedir? Bu imgeler tamamen bana ait, kişisel simgeler mi? Yoksa Jung’un söylemlerindeki gibi insanlığın ortak bilinç dışından, mitolojiden ve rüyalardan bir şeyler mi görüyorum?

Miró’nun yıldızlarının bendeki çeşitli çağrışımları içinde birkaçının son derece kişisel olduğundan eminim. Mesela aklıma ilk şu geliyor: asterisk biçimindeki bu yıldızların tipografideki sıkça kullanımı. Edebi metinlerde önceki pasajla sonraki pasaj arasında zaman geçtiğini belirtirler. Ya da ironik bir biçimde bu yıldızların sansür amaçlı kullanımları da bulunur. Örneğin, “Bir b*ktan anladığın yok!” gibi bir cümledeki kullanımıyla hassas okuyucuların edepleri koruma altına alınmış olur. Miró’nun yıldızlarına bakıp bunları düşünürken Aphex Twin’e kısa bir ara verip REM’in “Automatic for the People” albümüne dönüyor, albümdeki en parlak ışıkları saçan, en kösnül parçayı açıyorum: “Star Me Kitten”, yani “Yıldızla Beni Yavru Kedi”. “Yıldız” çağrışımından aklıma gelen bu şarkının anlamı ne peki? Sözleri okuyunca anlıyoruz: Michael Stipe “Fuck me kitten,” (“S*k beni yavru kedi”) gibi, değişik mecralarda sansüre uğrayacak bir mısrayı kendisi baştan sansürlemiş ve üzerine Miró’nun yıldızlarından serpiştirmiş: “**** Me Kitten”. Oto-sansürün hiç böylesine sevimli, yaratıcı ve çift anlamlı olabileceğini tahmin edebilir miydiniz?

asterisk-paslanmaz-kalem

“Alice Harikalar Diyarında”daki yıldızlar

Eylül 2016’da yine Sakıp Sabancı Müzesi’ndeyim ve bu sefer de ışık, yıldızlar ve renklerle kafayı bozmuş bir başka üstadın sergisini geziyorum: Heinz Mack. Bu sefer de bu modernist sanatçının minimalist ve fütürizm imalı çalışmalarına uyacak şekilde, mp3 çalarımda Aphex Twin’in “Selected Ambient Works 85–92” albümünü dinliyorum.

Resimden bahsettiğimizde, renkten bahsederiz.

                                                                Heinz Mack

heinz-mack-paslanmaz-kalem

Heinz Mack – “Kromatik Takımyıldız” (2009)

Mack için renkler ve dolayısıyla da renklere hayat veren ışığın önemi çok büyük. Serginin bir kısmını oluşturan “Kromatik Takımyıldızlar” serisinin girişinde, duvarda şu açıklama asılı duruyor: “…Sanatçının ufkunu ışığın doğurduğu tüm renklerle tekrar yorumladığı ‘Kromatik Takımyıldızlar’ serisine esin veren yalnızca görsel sanatların en köklüsü olan resme dönüş anı değil, aynı zamanda sanatçının gençlik yıllarında aldığı klasik piyano eğitiminden hareketle kurguladığı müzikal ritim duygusudur. Mack, tuvallerine yansıttığı prizmatik renklerin arasındaki ahenkli ilişkiyi adeta ritmik bir müzik sekansı olarak yorumlamış, bu yolla sanatın arkasında durduğunu iddia ettiği aşılmaz karanlığı ışık ve renkler ile takas ettiği yeni, sonsuz bir sanatsal üretim alanını kendisi için mümkün kılmıştır.” (Orijinal İngilizce metne aşırı sadık kalınması sonucu, fazla sıfat-fiil kullanmaktan doğan ifade bozuklukları bizzat küratöre aittir.)

İşte yine renkler ve ses! Yine “görsel”le “işitsel”in birleştiği bir sanatçı ve çalışmaları! Kulağımda Aphex Twin’in “Heliosphan” parçası dönerken, ben “Kromatik Takımyıldızları”nın içine düşüyor ve memnuniyetle derinliklerinde kendimi kaybediyorum. Evet, kulağımdaki müzik elektronik ve karşımdaki resimler de tüm gelenek-dışılıkları ve minimalizmleriyle gelecek imalılar ama yine de hepsi varoluşum(uz)a dair benliğimdeki en esaslı noktaları ateşliyor gibiler. Aphex Twin’in temel seslere dayanan basit ama kararlı melodileri ile ışıklar saçan, feyyaz klavyeleri ve Mack’ın, anlatılana göre, benzer bir ilkeyle tuvale işlediği canlı renkleri zihnimde atom, molekül, gezegen, yıldız ve galaksi gibi imgeleri, yani tüm kozmosu uyandırıyor. “Renkler” ve renklerle birlikte tüm yaşamın kaynağı olan “ışık”a bu kadar vurgu yapılırken, çağrışımların böyle olmasına şaşırmamalı.

elektromanyetik spektrum - paslanmaz kalem

Elektromanyetik Spektrum

Özellikle böyle sergilerde denk geldiğim, “işitsel” olan ile “görsel” olan arasındaki bu muazzam uyum beni her seferinde mutlaka şaşırtıyor. Ama bir bilim insanına sorsak, buna şaşırmamamız gerektiğini çünkü duyularımızın birbirinden ayrılıp beşe bölünmeden önce birbirlerine daha yakın, hatta belki de birlikte çalışan bir mekanizma olduklarını söyleyecektir. Kaldı ki sinestezi gibi bir olgunun varlığı bile buna dair bir işaret aslında: Hatırlayınız, sinestetler (mesela Richard D. James, nam-ı diğer Aphex Twin ) “renkleri duyma” ya da “sesleri görme” yetenekleriyle ünlüdürler. Ama “beyaz gürültü” ya da bir müzik türü olarak “blues” gibi olguların varlığı ya da size bir müzikal tonun “sıcak” veya “soğuk” ya da “karanlık” veya “aydınlık” olduğunu söylememin sizde bir anlam bulması, aslında bu yetenekten eser miktarda her bireyde olduğunun bir göstergesidir. (Bir de tabii ki ışığın ve ses dalgalarının elektromanyetik spektrumun farklı bölgelerinde yer alan, belirli frekanslara sahip dalgalar olduğu gerçeği var. Yani aslında, temelde bu iki olgu da vücudun farklı uzuvlarıyla duyumsanan elektromanyetik radyasyon türleridir.)

talk talk - paslanmaz kalemSinestet olsun ya da olmasınlar, iyi müzisyenler işitsel ile görsel arasındaki koparılamaz bağın her zaman bilincindedirler. Herkesin No Doubt tarafından yorumlanan “It’s My Life”ıyla bildiği İngiliz new wave grubu Talk Talk’un şaheseri “Laughing Stock” albümünün kayıt aşaması buna dair güzel bir örnek. Grubun lideri Mark Hollis’in mükemmeliyetçiliği sonucu müzik tarihinin en uzun sürede ve en zor kaydedilen albümlerinden biri olma unvanına sahip çalışmanın kaydı, çoğu zaman karanlıkta, ışık gerektiği zaman da tek bir flaş lambayla yapılmıştı. Üzerlerinden bütün saatlerin kaldırıldığı duvarlara sıvı ışık projeksiyonları yansıtılmıştı. Stüdyoya giren on sekiz müzisyenin ufak müzikal temalardan başlayarak yaptığı sade doğaçlamalarıyla çeşitlenen bu albümün soundu da bu atmosferi anımsatmaktadır. Hollis’in Hristiyanlık’la ilgili sözleri üzerine kurulu bu konsept albümden “After the Flood”a bir kulak verin, örneğin: Karanlığın/sessizliğin içinden doğup gelen ezgiler bir renk/armoni bütünlüğü içinde ilk başta kulaklarımıza hitap ederken, derinlerimizde bir yerde naif ışık ve renk tayflarına da hayat vermekte.

Pek tabii ki günümüz öncesi sanatçılar da bu olgulara vakıftı. Mesela Tevrat’taki “Ezgilerin Ezgisi” bölümüne Fransız şairler Paul Napoleon Roinard ve Paul Fort tarafından hazırlanan tiyatro uyarlamasının 1891 gösteriminde, sahnede okunan mısralar müzik, renkli projeksiyonlar ve hatta suflör kutuları ve balkonlardan sıkılan parfümlerle desteklenmişti. Ama bütün bunlardan bahsederken, ışık-renk-ses uyumunun tarihteki zirvesi olan müzik türünden ve bu türün hâkim özelliklerini en iyi uygulayan gruptan bahsetmeden olmaz: psychedelic rock ve Pink Floyd.

the pink floyd - paslanmaz kalem

THE PINK FLOYD, All Saints Hall, Notting Hill Londra, Ekim 1966

“Bu şarkının rengi nedir?” Böyle çapraşık bir sorunun bir pop ürününün tanıtım kampanyasında kullanılması müzik endüstrisinde belki de sadece Pink Floyd’a özeldir. Topluluğun “İngiltere’nin öncü yer altı grubu” olarak tanıtıldığı 1967 yılında, ilk singleları “Arnold Layne” Radio Luxembourg’da dinleyicilere bu sorunun sorulduğu bir yarışma eşliğinde sunuluyordu. Bu tarihe gelene kadar, uzun doğaçlamalara dayanan canlı performanslarında renkli ışık projeksiyonları çoktan Pink Floyd’un sahne şovu haline gelmişti. Grubun ilk menajeri Peter Jenner’ın aktarmasına göre, Pink Floyd’un rüştünü ispatladığı yer olan Londra’daki All Saints Church Hall konserlerinden birinde ilk defa, Amerikalı LSD gurusu Timothy Leary’nin iki arkadaşı, Joel ve Toni Brown tarafından yansı projektörü kullanılarak müzikle uyumlu garip resimler duvara yansıtılmıştı. Görsel imgeler ile Pink Floyd’un doğaçlama müziklerinin üst üste binmesinin yarattığı etkiyi fark eden Peter Jenner, bu buluşu hemen benimseyip geliştirmeye yönelmişti. Estetik değerlendirmeleri bir an için kenara bırakırsak, sonraki yıllarda üst düzey teknolojilerle sürdürecekleri bu buluşun grubun seyircisiyle ilişkisini ta kariyerlerinin en başından tanımladığı gerçeği önümüzde durmaktadır. Bilhassa ressam Barrett olmak üzere, grubun bütün üyeleri performanslarının hem işitsel hem de görsel etkisinin, yani bunların yarattığı perdenin arkasına saklanmayı ve kimliklerini burada gizlemeyi tercih ettikleri için daha sonradan dünya çapında üne sahip olduklarında dahi, bir miktar anonimliği her zaman koruyabilmişlerdir. Ayrıca grup renkli ışık şovlarını o kadar benimsemişti ki 70’lerdeki ışıkçıları Arthur Max’i “beşinci Floyd” olarak tanıtıyorlardı. İlaveten konser afiş ve tanıtımlarında dahi menüde seyircileri bu şovların beklediğine mutlaka yer veriyorlardı. Örneğin, 12 Mayıs 1967 Queen Elizabeth Hall konseri afişleri: “MAYIS İÇİN OYUNLAR: Baharın zirvesi için uzay çağı dinlencesi – elektronik kompozisyonlar, renk ve resim projeksiyonları, kızlar ve THE PINK FLOYD.” (Grup bu tarihte isimlerinin başındaki “the”dan daha kurtulmamıştı.)games for may - pink floyd - paslanmaz kalem

Işık dış dünyanın bütün görkemlerini gözlerimize sunarken belki de hâlihazırda, onu oluşturan tüm renkleriyle, en büyük görkem bizzat kendisi. Zihnimizin kavrayamayacağı uzaklıklardan teleskoplarımız yardımıyla bizlere ölmüş yıldızların haberlerini getirirken, aynı zamanda mikroskop lenslerimizden geçerek çıplak gözle göremeyeceğimiz küçüklükler hakkında bizi bilgilendirir. Göz kamaştırıcı yumuşaklığı ve zarafetinin yanında fevkalade gezegenimize hayatı getiren bu fiziksel olgunun farkına varan, ondan faydalanan ve onu oluşturan renkleriyle birlikte bizzat kendisini eserlerine işleyen sanatçılar her zaman azami dikkatimi çekiyor. Patti Smith’in “Çoluk Çocuk”unda okuduğum, Amerikalı fotoğrafçı Robert Mapplethorpe’un fotoğraf sanatı hakkındaki sözü aslında bütün sanatlar için geçerliymiş gibi aslında: “Aslında hepsi ışığı doğru kullanmakla alakalı.”

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.