“Panoptikon”un Gözleri, Ali İsmail Korkmaz’ın Sessizliği ve Thomas Edison’ın Susuzluğu

776
2
Paylaş:
panoptikon - ali ismail - paslanmaz kalem

Ali İsmail Korkmaz’ın duruşmasının olduğu gün, 3 Şubat 2014’te, Ali’nin tebessüm eden yüzüne bakıyorum bilgisayar ekranında. Gazeteler ile İnternet’teki fotoğraflarında ve sokaklarda duvarların üzerine spreyle çizilen resimlerinde gördüğüm bu yüzü, zihnimin içinde bir kenara itip işime dönemiyorum bir türlü. O yüzün işaret ettiği sessizliği –genç bir insanın cinayet sonucu yaşayamadığı hayatının sessizliğini– benzerlerinin yanına koyup, belleğimin bir rafına kaldıramıyorum. Karşımda duran resmin sessizliğinin kulaklarımı yırtan bir sesi var – dünya üzerindeki iktidarların doğrudan ya da dolaylı yolla işlediği bütün cinayetlerde olduğu gibi.

Filhakika iktidarların “panoptikon”u bütün niyetlerini ele veriyor aslında. Dikkatle bakıldığında, totalitarizmin biçtiği ekinin ölüm değil, sessizlik olduğu kolayca görülebilir. Bu sessizliği farklı ortamlarda, farklı şekillerde ama hep aynı bağlamda okuruz: Srebrenitsa Katliamı’nın ardından Potočari’de toprağın içinden çıkan kafataslarında, Pinochet’nin cuntasının işlediği, “los desaparecidos” (İspanyolca “kaybolanlar”) ismi verilen politik katliamlarda, 90’lı yıllar boyunca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da süregelmiş faili meçhul cinayetlerde, Gezi direnişi esnasında öldürülen gençlerde, dünyanın etrafındaki her yerde yakılan ve sansürlenen kitaplarda, dergilerde, gazetelerde ve İnternet sitelerinde… Sansür ve propagandanın, yakılan metinlerin veya engellenen frekansların yarattığı sessizlik ile alna dayanan bir namlunun yarattığı sessizlik derece bakımından farklıdır ama tamamen aynı amacı güder. Bu dereceler, iktidarların sessizlik yaratma edimleri skalasının birer birimidir sadece.

Srebrenitsa Katliamı’nın ardından Potočari

“Panoptikon” kavramına dönelim: Panoptikon, İngiliz felsefeci ve sosyal reformcu Jeremy Bentham tarafından tasavvur edilen, bir kurumsal bina tasarımıdır. Binanın mimarisindeki temel prensip, bir gözcüye, kurumun bütün (pan-) üyelerini onlara fark ettirmeden izletme (-opticon) imkânı sunmasıdır. Bir gözcünün, kurumun üyelerini eşzamanlı olarak tek başına izlemesi fiziksel olarak mümkün olmasa da üyelerin o anda izlenip izlenmediklerini bilmemesinden, üyeler “sürekli izleniyormuş” hissiyle davranışlarını hep kontrol altında tutacaktır. (“Panoptikon” ismi ayrıca Yunan mitolojisinde yer alan “Panoptes” ismindeki, yüz gözlü deve de bir atıftır. Panoptes, yüz adet gözü olduğu ve uyumak istediğinde bunlardan birkaçını kapatması yettiği için iyi bir gözcüydü.) Fransız felsefeci Michel Foucault ise 1975 yılında yayımlanan “Hapishanenin Doğuşu” çalışmasında, Bentham’ın panoptikonunun modern totaliter toplumlar ve bu toplumların izleme ve “normalize etme” eğilimleri için bir metafor olarak kullanılabileceğini öne sürmüştü. Panoptisizmi, izleme ve terbiye yolu olarak seçen bir iktidar, parmaklık, zincir ve kilitlere ihtiyaç duymadan, bir “sürekli izleme” hegemonyası yaratarak, tanrısallık çağrışımlı bir varlık ortaya koymaktadır. Foucault, Bentham’ın panoptikonunun sadece

Panoptes

hapishanelerde değil, içinde hiyerarşi barındıran bütün kurumlarda, yani orduda, okullarda, hastanelerde ve fabrikalarda bile uygulandığını ifade eder.

Panoptikon hassasiyetiyle yarattıkları izlenme paranoyası, devreye aldıkları sansür mekanizmaları, uyguladıkları ayrıştırıcı politikalar ve başvurdukları nihai sessizlik yaratma yöntemi olarak cinayet… İşte totaliter iktidarların yaratmak istedikleri daimi sessizliğin –itaat sessizliğinin– reçetesi budur.

Ve hepimiz 2013 yılında bir kez daha gördük ki mutlak güç mutlaka bozuluyor ve sessizliğe gömülmek istenen kitlelere kolay kolay boyun eğdirilemiyor. Azıcık tarih okumuş birisi, bu örüntünün insanlığın başından beri yinelendiğini bilir: Monoton sesleriyle sessizlik yaratmaya çalışan iktidarlar, yarattıkları baskıyla başkaldırıyı, yani –göreceli bir ifadeyle– “gürültü”yü bizzat kendileri doğururlar. Ama bu “gürültü,” kimisi için insanlığa dair, hayatlarında duydukları en tatlı “müzik”tir. (Bu konuya, Paslanmaz Kalem’deki “İktidar Monotonluğu ve Tencere-Tava Müziği” yazımda değinmiştim.)

“Sessizlik” yaratmak isteyen iktidarlara tepki gösterenlerin “gürültü” üretmesinden daha anlaşılır ve doğal bir şey olamaz. Özgür bir bireyin “panoptikon”un izleyen gözlerine dönüp avazı çıktığı kadar bağırması, yeni doğmuş bir bebeğin varlığını çığlık atıp ağlayarak kanıtlaması kadar heyecan vericidir ve nezdinde diğer insanlar için büyük bir ilham barındırır.

edward-hopper-paslanmaz kalem

Edward Hopper – “New York’taki Oda”

Peki ama bu bebeğin yaptığı tek şey sadece ağlamak olmuşsa? Yani bu özgür bireylerin yaptıkları da monoton bir “gürültü” haline gelmişse? Bundan kendilerine bir fayda çıkacak mıdır? Yoksa iktidarın “sessizlik” yaratmak amacıyla çıkardığı monoton sesi daha da çok körükleyen başka bir monoton ses haline mi gelmiştir?

Peki, acaba iktidarın yaratmak istediği daimi ve zoraki bir sessizliğin yerine, hatta ona panzehir olarak, geçici ve istemli bir “sessizlik”in bir faydası olabilir mi?

Sessizliğin bu şekilde kullanıldığı birkaç örneğe bakalım: Başta, tabii ki, müzik. Batı Müziği’nde sessizlik, potansiyeli son yüz yılda kavranan bir unsurdur. İnsanlığın sessizliği yavaş yavaş kaybetmesiyle kompozitör ona daha büyük önem atfetmiş, hatta onla beste yapmaya başlamıştır. Örneğin, Avusturyalı kompozitör Anton Webern, kompozisyonlarını sessizliğin kıyısına taşımıştır. Müziğinin cezbesi, zevkle kullandığı “es”ler sayesinde kat be kat derinleşmektedir. Dinginliğin içerisinde asılı duran enfes müzikal ifadelerle çarpıcı besteler yapmıştır. Webern’in sessizliği müzikte kullanmasıyla aynı dönemde, hemşerisi Sigmund Freud onu psikanalizde kullanmaya başlamıştı. Freud, analistlerin sessizlikten korkmaması gerektiğini savunuyordu. Hastanın bilinçsiz monologunun karşısında psikiyatristin sessizliği, Freud’la birlikte bir metodolojik prensip haline gelmişti.

“Kulaklar”ımızı sessizliği “duymaya” alıştırdığımızda, onun farklı alanlara, onu bulmayı aklımıza bile getiremeyeceğimiz yerlere bile sirayet ettiğini görebiliriz. Edward Hopper resimlerindeki insanların arasında, Japon haikularında ya da Terrence Malick’in filmlerindeki sekanslar esnasında sessizliğin bu istemli ve içerikli kullanımına rastlarız. Avusturyalı şair Rilke, bu tarzdaki sessizliğin mahiyetine dair bir ipucu vermeyi bile bilmiştir: “die unterbrochene Nachricht der Stille” (“sessizlikten doğan sonsuz anlatım”).

Rainer Maria Rilke

Evet, insanlık istemli sessizlikten istifade etmeyi öğrenmiş ama belki de asıl maharetini, yani her koşula adapte olma yetisini, farklı tür bir sessizliği ehlileştirerek ortaya koymuştur. Doğal, fiziksel ama zoraki olan sessizlik: sağırlık. Tarih, doğuştan ya da sonradan kaybettiği duyma yetisine rağmen ağzımızı açık bırakan kabiliyetlere sahip insanlarla doludur: Alman kompozitör Ludwig van Beethoven, Amerikalı yazar Helen Keller (ki kendisi ayrıca kördü), rock ’n’ rollun öncülerinden Johnnie Ray ve diğerleri. Ama bir tanesi var ki, onun başından geçen bir olay, yazımın tezi için çok güzel bir metafor oluşturmakta. Bu ünlü şahsiyetin sessizlikle olan münasebeti, istemli ya da istemsiz olsun, sessizliğin doğasına dair büyük bir gerçeğe işaret etmekte.

Amerikalı, ünlü mucit Thomas Edison dış kulak bölgesinin ardında bulunan mastoid kemiğindeki bir iltihaptan dolayı, daha çocukken sağır kalmıştı. Ama Edison, hayatı boyunca sessizliğin içinde yaşamasına rağmen, sessizliğin onu güçlendirmesine, ona ilham vermesine müsaade etti. Edison’ın biyografisini kaleme alanların topyekûn anlaştığı nokta, sağırlığının onun için bir işitsel perde görevi gördüğü ve dış dünyadan soyutlanmasına ve asıl işine –düşünmeye– muazzam bir olanak tanıdığıdır.

Edison’ın en ünlü icatlarından birinin gramofon/pikap olduğunu hatırlattığımda, ironi cuk diye yerini bulmuş oluyor, değil mi? İcatlarını belki de sessizliğe borçlu olan bu dehanın hayatımızı seslerle doldurması gerçekten ilgi çekici bir durum. Ama dikkat çekmek istediğim olay bu değil.

Haziran 1911’de, Edison, sonradan gramofon şeklini alacak aleti üzerinde çalışırken, kendisine dünyanın bütün valslerini (olabildiğince yüksek seste) çalması için bir piyanist tutmuştu. Duyamadığı seslerin yarattığı hüsran ve sinirle 64 yaşındaki Edison, şu anda müze haline getirilmiş olan evi, Glenmont’un salonunda, dizlerinin ve ellerinin üstüne çökerek piyanonun ahşabını ısırmıştı: Büyük bir ihtimalle, o çok özlediği seslerin en azından titreşimlerini duyumsamak istiyordu.

Günümüzdeki ses ve fikir gürültüsüne bakarak düşünmeden edemiyorum: Kaderimiz Edison’ınki gibi mi olacak? Onun icatları ve ardıllarının yarattığı gürültü denizi içinde, kulaklarımız çınlama noktasına gelmişken, onun yaşadığı “susuzluğun” farklı bir çeşidini mi yaşayacağız?

Kendi adıma konuşayım: Edison’ın yaptığını andıracak şekilde, ben de sessizliği duymak için ısıracak bir ahşap arıyorum.

Thomas Edison

Bu yazının başından beri ima ettiğim şekilde, muhtaç olduğum sessizliğin hem gerçek hem de mecazi anlamda olduğunu kavramışsınızdır. (Gerçek anlamıyla sessizliğe yönelik ihtiyacımızı Paslanmaz Kalem’deki “Sessizliğin Kolonizasyonu ve Yapay Yalnızlık” denememde işlemiştim.) Bu seferki yönelimim, daha çok politik bağlamına.

Budizm’de sıkça dile getirilen mesellerden birinde, bir nehre bakıp düşüncelere dalan, nehrin büyüklüğü, gücü ve kaynağı hakkında zihninde sorular uyanan bir yolcu anlatılır. Bir de bu yolcu nehrin öbür tarafına sağ salim geçme sorunuyla karşı karşıyadır. Yolcu ancak bir tepeye çıkıp nehre bir miktar mesafe ve yükseklikten baktığında, nehrin aslında o kadar da büyük olmadığını, kaynağının nerede olduğunu ve geçmesine yardımcı olacak köprünün de çok da uzakta olmadığını keşfeder.

Şimdi kendimize soralım: Sahip olduğumuz düşüncelerin ne kadarı gerçekten bize ait? Politik ya da başka bir mevzuya dair olsun, düşüncelerimizin ne kadarı “analiz” dediğimiz o zihinsel elekten geçirilip avucumuza düşenlerdir? Acaba fikirlerimiz bu düşünme ediminin ardından sahip olduğumuz savlar mı, yoksa karşıt görüşlü olduğunu düşündüğümüz kişilere yönelik tepkisel zihin kıvılcımları mı sadece? Ya da belki de sosyal medyadaki benzeş düşünceli arkadaşlarımızdan 9365932914. kez paylaştığımız beyanlar mı?

The Wire dergisi yazarlarından Dan Warburton’ın sevdiğim bir lafı var: “Gürültü, kızdırma gücünü kaybetmiş olabilir. Sessizlik kaybetmemiştir.” İnsanın aklına hemen Gezi direnişindeki “Duran Adam” (Erdem Gündüz) geliyor, değil mi? Duran Adam, sessizliğiyle, yüz binlerce kişinin ülke çapında çıkardığı gürültüden daha çok tepki uyandırmıştı. Rilke’nin mısraındaki gibi, onun sessizliğinde sonsuz bir anlatım vardı ve yaşadığımız döneme dair çok büyük gerçekleri ifşa ediyordu.

duran adam - paslanmaz kalem

Dünyadaki iktidarların yaratmaya çalıştığı sessizliğe karşılık –farklı niteliklerde de olsa– yine sessizliği savunmam büyük bir ikilem gibi duruyor, biliyorum. Yanlış anlaşılmamak için tek bir cümle içinde söylüyorum: Baskının karşısında asla itaatkâr ve daimi sessizliği savunmuyorum. Ama Budist meselindeki tepeye çıkıp dereye yeniden bakan yolcu gibi, en azından bir süreliğine bu tepki gürültüsünün dışına çıkıp, sessizliğe sarılıp, dile getirdiğimiz fikirleri bir elekten geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. İçimden çok kuvvetli bir ses, aynen Thomas Edison ya da Duran Adam’ınki gibi, çözüme, barışa ve mutluluğa yönelik fikirlerin sessizliğin içinden çıkacağını söylüyor – sonu gelmeyen, artarak büyüyen tepkisel gürültünün daha çok gürültüye ve sonuçsuzluğa sürüklediğinden eminim.

Açıkça söyleyeyim: Bu fikir, belirli bir düşüncedeki kişilerden çok, kesinlikle herkese yönelik. Pratiğe döktüğümüz zaman, şuna benzer şeyler söylüyorum aslında: Canım kardeşim, arkadaşının attığı, o aşağılayıcı, ötekileştirici twiti bilmemkaçıncı kez paylaşmayıver bir günlüğüne. Canım ablam, liderinin kürsüden dikte ettiği, bir saniye olsun muhasebesini yapmadığın beyanatları papağan gibi tekrarlamayıver bir kez olsun bir tartışmada. Sevgili dostum, bir kez olsun binme o linç trenine… Herkes o salvoları savururken, küfür kıyamet birbirine girmişken, bir kez olsun bağırma.

Ve o istemli ama kısa sessizlik anından sonra, gözünüzün önünde cereyan eden fikirler, düşünce eleğinde takılmadan yeniden avucunuza düşüyorsa, yolunuz açık olsun! Sessizliğin sağladığı analiz ve yaratıcılığın ardından gelen düşünceniz size ananızın ak sütü gibi helal olsun!

Ama adeta programlanmış gibi yinelemeye alıştığınız o fikir belki de o kadar da güvenilir değildir? Ve belki de anın buhranı içinde çıkmış, aslında özünüze ait olmayan bir düşünce kırıntısıdır? Ya da istemli sessizliğinizin getirdiği içgörü karşısında bütün dayanağını yitirmiştir?

Hepimize tavsiye ettiğim bu eylemin aslında ne kadar zor bir şey olduğunu gördüğümüzde, sessizliğin kıymetini de belki daha iyi kavrayacağız. Çünkü dıştaki gürültüyü bir süreliğine engellediğimizde, içimizin bu gürültülerle ne kadar kirlendiğini, özümüzü duymaya ne kadar uzak kaldığımızı fark edeceğiz. İnanıyorum ki panoptikona, Ali İsmail Korkmaz’ın daimi sessizliğine ve diğer tüm sessizleştirme edimlerine yönelik politik panzehir de buradan çıkacak.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.