Soundgarden – King Animal (Republic Records, 2012)

Paylaş:
Yazarın notu7.5
7.5
Okuyucu Puanı: (3 Oy)5.5

“GRANC” (Bir Single) (Pardon, Bir Ön Yazı)

“90’larda Grunge, Metal Müziği öldürdü.” Bu geyiği yapanlar; Bunca zaman yaptınız, artık yapmayın, insanları zehirlemeyin. Öncelikle Metal müziğin ölümünden başlayalım. Müzik adı verilen şey ölme yetisine sahip değildir. Öldü ne demek, hangi kadının çilliğinden doğmuş da ölüyor? Popülerliğini yitirdi, albüm satışları düştü deyin. “Müziğin ölümü” kompleksli, saçma sapan insanlar tarafından kullanılan beyinsizce bir tabir. 80’li yıllarda Heavy Metal müzik, 70’li yılların sonundaki düşüşünün ardından yeni bir yüzle tekrar ortaya çıktı. Şimdi NWOBHM geyiklerini bir kenara koyalım, MTV’nin popülerleşmesi ile beraber meydana çıkan ve parsayı götüren “anthem” grupları (Quiet Riot, Twisted Sister, Scorpions, sonradan Def Leppard, Priest falan da katılmıştır furyaya), NWOBHM’den ziyade, The Who’nun sonraki dönemi, Sweet, Slade, Humble Pie vs… gibi grupların uzantısıdır, Black Sabbath’ın ya da Deep Purple’ın “Speed King”inin değil. Bunu da bir kere kenara yazalım. Bu, Metal müzik enstrümanları ile üretilmiş kolay dinlenebilir müziktir ve bunda kötü bir yan yoktur. NWOBHM denilen türle anılan gruplar ya o yöne kayıp kendini yok etmiştir (lan pardon ama, Saxon, Angel Witch falan gibi İngiliz Kıraathanesi sakini tipli herifler nasıl genç kızların kalplerini fethetmeyi düşünüyorlardı ki?), kalanlar da zaten ortadadır: Iron Maiden 14 dakikalık parça yazdı, ne kolayı, ne dinlenilebilirliği?

Bu NWOBHM ruhu, yani o “mahallenin itleri” ruhu, Thrash Metal’de yeniden şahlandı, diğer popüler kanat da Amarıka’da günümüzde “Hair Metal” olarak anılan ve 70’lerin Glam Rock’ı ile 70’ler sonunun New York Dolls ve Hanoi Rocks gibi Punk’la dirsek teması yapan gruplarının imajını benimseyen bir yönelime kaydılar. Bu yönelim tamamen Amarıka çıkışlı olduğundan o yörenin bir nevi FANTAĞZİ- POP müziği, striptiz kulübü müziği haline geldi. Banaldi, sahip olduğu banallik içinde de güzeldi. Müzik endüstrisinin bir dönem epey işe yarayan bir moda malzemesi, bir para makinesi oldu. Ancak devir değişti, bir noktadan sonra komik durmaya ve insanların taleplerini karşılayamamaya başladılar. E NWOBHM uzantısı diye bahsettiğim bu daha ekstrem gruplar da büyük çoğunluğu aptal olan genel dinleyici kitlesine hitap etmediği için… Yani eğri oturup doğru konuşalım, ‘Disposable Heroes’u Aerosmith dinleyicisi mi dinleyecekti? Metallica da işte bu müzik akımının Def Leppard’ı olmak üzere Bob Rock ile çalıştı diyebiliriz. Treş, spiid gibi türler daha da ekstrem türleri doğurarak soylarını sürdürürlerken, popüler ve kolay dinlenebilir Hard Rok başka bir yüz bulmak zorundaydı. Burada da 80’ler boyunca yeraltında ikamet etmiş ve “Amerikan Alternatif Rock/Metal”i olarak tanımlayabileceğimiz bir türün uzantıları devreye girdi. 80’ler boyunca Amerikan Hardcore’u, 70’lerin Amarıkan Punk grupları ve Black Sabbath, Blue Cheer, Sir Lord Baltimore gibi grupların ortasında bir yerlerde müzik üretmiş Melvins, Sonic Youth gibi gruplar, zamanla Green River, Mudhoney, Dinosaur Jr., yazımızın ana bahsi olan Soundgarden gibi gruplara yol verdiler. Bu herifler gayet gürültülü, kirli, sert, ancak döneminin popüler olan Poison, L.A. Guns gibi gruplarıyla taban tabana zıt duruşa sahip gruplardı. Bu adamlar sanatı sanat için yapıyorlardı ve sahneye çıktıklarında saçları nasılsa, sabah kalktıklarında da saçları aynı şekilde olabiliyordu, yani Poison gitaristi C.C. Deville gibi kafasına 3 kutu saç spreyi sıkmıyorlardı. Bu müzisyenler, dinleyiciye şekil olarak daha çok benziyorlardı, gerçek sokak çocuklarıydı, bütün gün evinde üfrüntü çekip aç karnına Blue Cheer riffleri çalan adamlardı. Dinleyici artık sahnede ULTRA FANTASTİK SÜPER KAHRAMAN şekilli gerçek dışı adamlar görmekten bıkmıştı.

Bu adamlar zaten Sub Pop ve muadili bağımsız plak firmalarında toplanmışlar ve alttan alttan belirli bir kitle sahibi olmuş, kült mertebesine ulaşmışlardı. Ta ki ilk albümünde Melvins ayarı bol gürültülü ve belirli bir “hook” içermeyen parçaları ile öne çıkan Nirvana, Ganzen Rozız’ın plak firması olan Geffen’e geçip çok daha Pixies etkilenimli, Pop nakaratlı parçalar içeren başyapıtları “Nevermind”ı ortaya çıkarana dek. İşte o zaman işin rengi değişti. Endüstrinin elinde şimdi yeni bir bomba vardı, kulağa taze gelen, gençlik enerjisini bolca barındıran ve daha önemlisi gençliğin kaymakta olduğu ruh hali ile örtüşebilecek bir gruptu bu. Ama işte, dinleyiciyi inek gibi sağmak, koyun gibi belirli bir alana toplamak için tek bir grup/çoban asla yetmez. Birbirinin hemşehrisi/köylüsü gibi duran birkaç çoban ve bunların da doğup büyüdüğü bir köy yaratmak lazımdı. Lan kıçımdan sembolizm uyduruyorum, akım lazımdı işte, akım ve akım olması için de başka gruplar. Şimdi Nirvana’nın geçmişi çok gürültülü olduğundan ve muadili olan Melvins, Mudhoney, Dinosaur Jr. gibiler gerek kolay dinlenebilir olmadıklarından, gerek de tipsizlikleri yüzünden geniş kitleler tarafından benimsenemeyeceğinden, müzikal ortaklıkların dışında başka bir ortaklık bulup oradan yürümek lazımdı. Yoksa Nirvana furyası kısa süre sonra sönüp gidecek, ekmek yeme şansı elden kaçacaktı. (“Bakın bakın, nasıl da bizim dergiye posta koyan yiğid bir grubu kapak yapıyoruz, hadi albümlerini alın biz de kene kazanalım”) Grup Seattle’lıydı, paspal, yırtık pırtık şeyler giyiyorlardı, haroin kullanıyorlardı falan filan. E aynı dönemde bir diğer Siyedıllı grup olan Mother Love Bone’un (ki müziğini geçtim, etkilendikleri gruplar bile Nirvana’dan tamamen farklı bir gruptu bu) solisti de haroinden ölmüştü, hoop buradan örgünün ilk halkasını yaptı endüstri. Bir diğer Siyedıllı olan, Nirvana ile tek ortak yanı belki Black Sabbath etkileri olarak gösterilebilecek olan Soundgarden da -haroinman olmamalarına rağmen- Mother Love Bone elemanları ile Temple Of The Dog diye bir projede yer almıştı, bu da ikinci halka oldu. Hop hop hoop, ilk albümü için Anthrax ve Megadeth’le falan turlamış olan, kökleri Glam Metal gibi alakasız bir yere dayanan, dahası ilk albümünde basbayağı Metalci imajı sergileyen Alice In Chains de menajerlerinin gazlaması ile Nirvana gibi çöp giydirilip, paso haroinle muhattap olmaları üzerinden üçüncü bir halka olarak eklendi mi size? Oldu size GRUNGE (GRANC) denilen akım.

NE AKIM LAN?? AKIM MAKIM YOK OĞLUM UYUTTULAR LAN SİZİ!!

Buyurun ispatına. “SINGLES” filmine! Rolling Stone isimli iğrenç müzik/politika/kültür/moda/amarıka ruhu dergisinde yazarlık da yapmış olan Cameron Crowe efendi, bir ara genç olgunların birbirleri ile olan SEKİS ilişkilerini anlatan Singles (Şendullar) diye bir senaryo yazıp endüstriye kakalamaya çalışır. Olay elinde patlar. Derken Rolling Stone dergisindeki kankaları bizimkini “hacı, böyle bir akım patlatıp gençlerin cep harçlıklarını alacaklar, SİYEDIL temelli, bence sen de bundan payını kap, filme böyle HAROİNMAN tipleri sok, hemen kabul görecektir” diye uyarır. Senaryoyu Siyedıl eyaletine taşır, filme müzisyen, paspal şeyler giyen bir karakter (babalar babası Matt Dillon) ve bunun yine paspal giyimli kız arkadaşını katar, gayet kariyer peşinde koşan baş karakterleri falan it kopuğun cirit attığı Siyedıl ROK konserlerine gönderir, filmdeki alakalı alakasız her karaktere oduncu gömleği, şopar beresi falan taktırır ekmek gelsin diye. Zira ana fikir NIRVANA’NIN EKMEĞİNE ORTAK OLMAKTIR. Ama filme bununla alakalı bir Soundtrack de lazımdır, Nirvana kullanamıyordur çünkü hem Geffen çok para istiyordur, hem de Nirvana yiğid olduğundan olaya burun kıvırıyordur.

http://www.youtube.com/watch?v=rSb-qw9hxdM

O arada Epic/Columbia araya girer. “Hacı bizim de böyle ÜFRÜNTÜCÜ ve SİYEDILLI gruplarımız var, bunlardan biri de PÖRÜL CEM, hem eski grupları olan Mother Love Bone’un da solisti ÖROYİNDEN geberdi, sen bu grubun elemanlarını o filmde oynat oyuncu olarak, Soundtrack’e girecek parçalar beleş, yapım için de ekstra para çıkarız” der. Holivud ile Müzük endüstrisi el ele verir, Pearl Jam’den Eddie Vedder, Stone Gossard ve Jeff Ament, Matt Dillon’ın grup elemanları olarak rol alırlar.

Duvarlara Mother Love Bone yazıları yazılır arka plana. O arada Epic’in kankası Columbia da işe ortak olur, der ki “bizde de bi Siyedıllı var, ilk albümde metalcilerdi ama şimdi onlar da şopar gibi giyiniyolar, solistleri de ÖROYİNMAN, onlar da filmin bi sahnesinde sahnede çalar görünsün alın size şu kadar para ve beleş şarkı”. Hooop, filmin bir sahnesinde Alice In Chains görünür, Soundtrack’e parça verirler, hem yapımcı kazanır, hem plak firması, hem de grup. Bulunmaz reklam şansı yahu.

Sonra Pearl Jam elemanları der ki, “yaa biz bu Soundgarden elemanlarıyla Temple Of The Dog diye bi grup kurup albüm yaptık, onlar da A&M Records’ta, onlara da sorun belki onlar da girerler ÜJ-BEJ bi para atarlar”. Hooop Soundgarden da eklenir filme.

Böylelikle bu yeni akım Nirvana’dan ibaret gösterilmekten çıkar, işin içine alakasız müzik üreten ancak göstermelik de olsa paspal giyinip ÖROYİN kullanan başka gruplar sokulur, Rolling Stone da pastanın süsü olarak buna GRANC ismini verir. Kumpas o denli büyür ki, pastaya MTV de dahil olur. “Singles” bir müzik filmi olmamasına, normal bir romantik komedi filmi olmasına rağmen, adeta bir “müzik” filmiymişçesine MTV tarafından deli gibi gazlanır, hatta MTV bu film için özel program düzenler, gruplar sahneye canlı olarak çıkarılarak bir güzel pazarlanır.

http://www.youtube.com/watch?v=twTDZob7m-4

Kısacası dolandırıcılıktan herkes payını alır. Sinema endüstrisi, müzik endüstrisi, yazılı medya, görüntülü medya, uyuşturucu kartelleri. Ve bize yedirmeye çalışırlar: “Bu yeni bir müzik akımıdır, bu müzik akımının adı da GRANC’dır.”

OLDU ANASINI SATİYM, BİZ DE KERİZDİK!!!

Evet arkadaşlar, kerizdik. Grunge diye bir tür olduğunu zamanında yedik. “Aha bu da grunge” diye dergiler hangi gruptan bahsettiyse, hangi grup şopar gibi giyinip ÖROYİNDEN ölüyorsa gittik keriz gibi albümlerini aldık, içinden türlü türlü Blues, Alternatif ve Kolej Rock gruplarının şarkıları çıktı. Aklımıza tüküreyim, kandırıldık. AMA SİZ YEMEYİN!!! Grunge diye bir tür hiç olmadı, Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden ve Alice In Chains aynı müzikal kulvarda ASLA bulunmadı! Hepsinin kökeni çok çok farklıdır, birbiri ile alakasızdır. Pearl Jam 70’ler Amerikan Rock’ının ve Mother Love Bone’un (ki Mother Love Bone da 80’ler Hard Rock’ı ile Zeppelin karışımıdır) uzantısıydı. Soundgarden, Melvins gibi Sabbath esintisindeki grupların devamıydı. Alice In Chains, Black Sabbath ile Allman Brothers’ı karıştıran bir grup olmadan evvel cayır cayır Hard N Heavy üretiyordu. Nirvana ise Dinosaur Jr, Pixies ve Sonic Youth’un buluştuğu yerdi. “Singles” filmi üzerinden bir moda olarak “grunge” pompalanmadan evvel bakın bakalım Soundgarden basında hangi janr içinde tanımlanıyormuş: Aralık 1991. Kapakta ne diyor: “Bu adamlar Metal müziğin geleceği mi?”

Grunge nerde? NERDE LAN NERDE???

Yok granc falan. Ne Metal öldü, ne de granc var oldu, kandırıldınız, keriz yerine konuldunuz, boşu boşuna leş gibi giyindiniz falan filan. Ama hatanın neresinden dönülse kârdır, bakın hatadan dönmeniz için size yardım ediyorum, dünyanın en iyi müzik belgeseli olan şu linkteki şeye bakın. Intirneti geyik, zevzeklik, hatun/herif götürmek için falan kullanıyorsunuz, biraz kültürünüz için kullanın da ülke hafiften değişim göstersin. İşte o granc diye bildiğiniz Nirvana ve Soundgarden – ama özellikle de Soundgarden- Amerikan Alternatif Rock/Metal’i olarak tanımlanabilecek ve Sir Lord Baltimore’dan The Obsessed’e, Pentagram’dan Kyuss’a, Sleep’ten Melvins’e uzanan bu geniş ailenin birer parçasıdır.

http://www.youtube.com/watch?v=-njKCr6ieKE

Hem zaten Kurt Cobain’in en yakın arkadaşı Dylan Carlson’ın bir Drone Doom grubu olan Earth’de çalması??? Dave Grohl’un yıllar sonra The Obsessed ve Trouble elemanları ile proje yapması??? Soundgarden gitaristi Kim Thayil’in bir diğer Drone Doom grubu olan Sunn 0))) ile takılıp parça kaydetmesi??? Hala mı inanmıyorsunuz? Zamanında bir de Duman elemanları keriz gibi Siyedıl’a falan gitmişler. Üfrüntücü olmak dışında bir faydasını neden göremediler sanıyorsunuz? Eyvahlar olsun… (Birbirinin eli cebinde olan ve tabiri caizse aynı kaba işeyen bu endüstrilerin “Singles”daki ekmek yeme başarısını sürdürme çabası “Judgement Night” filmi ve REPÇİYLE METELCİYİ bir araya getiren SAUNDTREKİ olmuştur) Şimdi kritiğe geçebiliriz.

Soundgarden – King Animal (Republic Records, 2012)

İlk iki albümü ile Sup Pop Records bünyesinde en fazla ilgi gören gruplardan biri olan Soundgarden için kırılma noktası, üçüncü albümleri “Badmotorfinger” ile geldi. İlk iki albümleri “Ultramega OK” ve “Louder Than Love”, Metal müziğin agresifliği ve sertliği ile Melvins, Sonic Youth, Big Black ve benzeri grupların deneyselliğinin bir karışımını sunuyordu. Parçalar akılda kalıcı ve melodik yapılara sahip olmaktan ziyade, birkaç istisna dışında solist Chris Cornell’ın enteresan biçimde Sammy Hagar’a benzeyen gırtlaktan vokalinin önde gittiği 4’er dakikalık müzikal saldırılar niteliğindeydi. Tabii çok belirgin biçimde Saint Vitus gitaristi Dave Chandler’ın etkisindeki gitarist Kim Thayil ve dinamik davulcuları Matt Cameron’ın gücünü küçümsememek gerek. “Badmotorfinger” öncesinde solist Chris Cornell, ÖROYİNDEN ölen kankası Andrew Wood anısına, Wood’un grubu olan Mother Love Bone’un elemanları ile beraber Temple Of The Dog diye bir yan proje kurdu. Beraber bir albüm yaptılar. Albümdeki parçaların neredeyse tamamı Cornell’a aitti ve müzikal açıdan Temple Of The Dog için yazdığı parçalar, Soundgarden için yazdığı parçalara kıyasla çok daha kolay dinlenilebilir, melodik ve akılda kalıcıydı. Burada farklı bir yönde beste yapma fikrini deneyen Cornell, bu yeni yönelimi Soundgarden’a taşıyınca “Ultramega OK” ve “Louder Than Hell” kadar yıkıcı, yıpratıcı, yenilikçi, deneysel, ancak bir o kadar da akılda kalıcı, Klasik Rock köklerine yakın duran parçalar ortaya çıktı. “Badmotorfinger” yaratıcılık anlamında 90’lar Rock müziğinin zirvelerinden biridir. Her parçası devrim niteliği taşıyan bu albüm, Black Sabbath’ın ağır, kafa kırıcı rifflerinden (‘Slaves & Bulldozers’) 80’ler Metal müziğinin çarpıtılmış haline (‘Room A Thousand Years Wide’ ve sonundaki saksafon solosu), Blue Cheer’ın Acid Rock takılımlarından (‘Searching With My Good Eye Closed’) saldırgan Heavy Metal epiklerine (‘Jesus Christ Pose’), garip ölçü değişimleri barındıran Punk ataklarından (‘Face Pollution’) hiçbir benzeri olmayan Rock güzelliklerine (‘Mind Riot’) varan bir müzikal yelpaze sunuyordu. Kerrang!’da “yılın albümü” ve “geleceğin Metalini yapan adamlar” diye kapak oldular, Ganzen Rozız alt grubu olarak bunları kanatları altına aldı falan filan.

Yukarıda Kerrang!’ın söz konusu kapağını koymuştum, gördünüz. “Singles” filmi ve Rolling Stone ve MTV başta olmak üzere medyanın “GRANC PATLAMASI” geyiği üzerine Kerrang! 1992 yılından itibaren Soundgarden’ı “Metal’in geleceğini yazan grup” olarak değil de “Grunge kahramanları” olarak tanımlamaya başlar. Bir anda kitlesi değişir Soundgarden’ın. Açık fikirli Metal dinleyicileri tarafından övgülere boğulan bir grupken, Mudhoney ile el ele paspal giyinen gençlerin Nirvana’nın yanında çeşni olarak duvara posterini astıkları adamlardan olurlar. Neyse, gel zaman git zaman Kurt Cobain hayatını yitirir. Pearl Jam Epic gibi dev bir firmanın Geffen’in Nirvana’sına karşı oynattığı at iken efendi efendi çıkar der ki “biz artık klip mlip çekmiyoruz, single olayını da yalarız, işinize gelirse” ve güzelce dev bir popülariteye sahip kült grup olma yolunu seçerler. E geriye iki at kalmıştır, Alice In Chains ve Soundgarden. Solist Layne Staley’nin ÖROYİN manyaklıkları yüzünden Alice In Chains yeni albüm yapmakta gecikince meydan Soundgarden’a kalır. Ve muhtemelen en büyük albümleri olan “Superunknown”u üretirler. “Superunknown”da Soundgarden’ın “Badmotorfinger”da rafine etmiş olduğu seçme fikirler kemikleşerek grubun karakteristiği halini alır. Saçma sapan, fantastik gitar akord düzenleri, aksak ritmler, hayvani bas sound’u, Cornell’ın artık ustalaşmış olduğu gırtlaktan vokali. Deneysel yönelimlerini de kenara atmadan inanılmaz güçlü bir seri parça yazmıştır grup bu albüm için, ancak artık Metal müziğin karakteristik özelliği olan bol distortion’lı gitar ve keskin davul tonları daha organik tonlarla değiştirilir bu albümde. Ticari açıdan doğru bir hamledir, zira Soundgarden bu albüm ile (özellikle de evrensel bir hit olan ‘Black Hole Sun’ ile) devleşir.

Grubun “heavy” kanadı olan gitarist Kim Thayil, Cornell’ın artık yavaştan “singer-songwriter” tadına dökmeye başladığı bestelerinin ağırlığı altında ezilir, grubun sound’u içinde kendine uygun bir yer aramaya başlar fakat bulamaz. Thayil’ın neredeyse hiç etkisinin olmadığı ve baştan sona orta tempolu, düşük enerjili parçalar içeren “Down On The Upside”, grubun sonunu getiren albüm olur. Artık Soundgarden sound’u ilerlemeyi durdurmuş, yeniliklerden muzdarip hale gelmiştir. Grubun yaptığı gençler tarafından en çok kabul görmüş parçalarının bayık kopyalarını üretmekle sınırlanmıştır. Yavaştan bir pop ikonu halini almakta olan Cornell, solo kariyerde de aynı başarıyı yakalayabileceğini düşünür, grup dağılır. Eski dinleyiciler pek üzülmez. Soundgarden artık 90’ların başındaki gibi ağız sulandırıcı bir grup değildir. Kendi koyduğu çok yüksek standartların altına düşmüş bir gruptur. Kim Thayil ve basçı Ben Shepherd ortalardan kaybolur. Matt Cameron’ı önce The Smashing Pumpkins, ardından da Pearl Jam kapar. Chris Cornell efendi ise “zaten bütün hitleri ben yazıyodum” ayağına solo kariyere girişir. İlk solo albümü “Euphoria Morning” tam da Soundgarden’ın son dönemini kana bulamış olan, “akustik gitarda yazıldım” diye bas bas bağıran bestelerle doludur. Eleştirmenler albümü beğenirler ama ticari açıdan albüm Cornell’ın elinde patlar. Neyse ki Cornell halen jenerasyonunun en iyi (yaşayan) seslerinden biri olmayı sürdürmektedir. Bu sayede dağılan Rage Against The Machine grubunun 3 elemanı ile kurulan Audioslave oluşumuna davet edilir. Menajerleridir herifleri bir araya getiren. Bir de üzerine artık marka olmaktan ibaret prodüktör Rick Rubin’e gidilir, şık şıkıldım bir albüm kaydederler. İlk albümde her ne kadar baştan sona şahane besteler yoksa da, grup elemanlarının birbirlerine temkinli yaklaşmalarından doğan tatlı bir uyum hakimdir. Söz konusu uyum sonraki iki albümde hafiften bozulmaya başlar. Kağıt üzerinde bakıldığında hem Rage Against The Machine, hem de Soundgarden Groove tabanlı, bluesy ve ağır riffleri ile tanınmış gruplardır ancak Cornell’ın artık o tip riffler ile ilgisi alakası kalmamış, vefat eden kankası Jeff Buckley’e özenmeye başlamıştır. Bu sebepten dolayı Audioslave kısa sürede infilak eder. Cornell’ın sonraki adımı James Bond filmine parça yazmak olur. “Carry On” diye bir solo albüm yapar, burada da Michael Jackson’ın ‘Billie Jean’ parçasının akustik yorumunu koyar. Cornell konserlerde gitar çalmayı bırakır, kadrosuna iki gitarist birden alır. Bilindik yüzünden uzaklaşma çalışmaları Timbaland ile hazırladığı “Scream” albümüyle devam eder. Cornell’ın tek problemi kafayı “singer-songwriter” olayına takmış olması değildir, saçma sapan bir menajere sahip olmasıdır da. Albüm tamamen başkaları tarafından yazılmış, yabancılar tarafından aranje edilmiş bir sektör ayak oyunudur. Trent Reznor albümü “utanç verici” olarak tanımlar. Cornell’ın saygıdeğerliği bir anda yerle bir olmuştur.

Açıkçası o noktadan sonra Cornell’ın tekrar yüzeye çıkmasının tek yolu Soundgarden ile tekrar birleşmesiydi. Kendi başına çıkıp “ben Soundgarden tarzına dönüyorum” dese bile kimse sallamayacaktı; güvenilirliği o denli ayaklar altındaydı. Diğer yanda ise kaybolduğu günden beri yeri asla doldurulamamış efsane bir isim vardı. Müzik dünyası Soundgarden’ın dönüşünü mutlulukla karşıladı… … karşıladı da, ya bu para için yapılmış kirli bir toplanma idiyse? Bu sorunun yanıtını da ilk Soundgarden Reunion konserinde aldık. Konserin setlist’i “Louder Than Love”, Badmotorfinger” ve “Superunknown”daki öne çıkmamış parçalar ile doluydu, “Down On The Upside”dan ise hemen hemen hiç parça yoktu, single’lar dahil. “Tamam” dedik, “galiba bu herifler ciddi.” Akabinde toplama albüm geldi, konser albümü falan filan geldi, turneler geldi. Herkes merakla beklemeye başladı yeni albüm nasıl olacak diye. Soundgarden eski ruhunu koruyabilecek miydi, yoksa Cornell’ın artık Soundgarden’ın müzikal anlayışıyla zerre alakası kalmamış, bayık, kendini aşırı ciddiye alan pop besteleri Soundgarden’ın ismini de lekeleyecek miydi – evet, o denli gitmişti insanların güveni Cornell’a. Maalesef ilk yayınladıkları parça, The Avengers filmi için yazdıkları ‘Live To Rise’ oldu. Soundgarden adı altında yayımlanması bir fiyasko olan bu parça, tipik Soundgarden gitarlarının yüzeye çıktığı enstrümantal kısımları dışında, artık fiks hale gelmiş akustik bir Chris Cornell balladıydı. Ve çoğu akustik Cornell bestesi gibi gereksiz ve mide bulandıracak kadar hedefe yönelikti.

Bu parça ile beraber beklentiler sıfırlandı. En azından benim beklentilerim. Bu parçanın albümde de yer alacağı açıklanmıştı çünkü; belli ki Cornell yakalandığı saçma sapan pop müzik hastalığından kurtulamamıştı ve Soundgarden’ı da mahvedecekti. Neyse ki korkulan olmadı. Zira: 1. ‘Live To Rise’ albümde yok, 2. “King Animal” gerçek bir Soundgarden albümü. Artık Cornell şerefsizi nasıl tekrar testosteron içeren bir şeyler çalabilmiş bilmiyorum ama albüm, grubun üzerinde harcadığı vakte çatır çatır değmiş. “King Animal”, “Down On The Upside” sadece tek seferlik bir hataymışçasına, bayrağı “Superunknown”da bıraktıkları yerden devralıyor ve “Down On The Upside”da kaybetmiş oldukları bir takım şeyleri grubun müziğine geri kazandırıyor.

Öncelikle albümün olumlu yönlerinden başlayalım. Müzisyenlik ve müzisyenler arasındaki kimya albümün başından sonuna dek müthiş bir seviyede. Grup sanki hiç dağılmamış da bunca senedir hep devam etmişçesine birbirlerinin numaralarına doğru cevapları veriyor elemanlar. Ben Shepherd eskisi kadar deli, Matt Cameron eskisi kadar akıl almaz, ritim bölümü albüm boyunca ustalığını konuşturuyor. Kim Thayil zaten değişmedi, Dave Chandler tarzı kaotik çıkışlar, kirli tonlar ve sitar’ı andıran gitar efektleri ile bildiğimiz Kim Thayil işte. Cornell ise o eski günlerdeki telaşlı, çığlık çığlığa, agresif vokal stiline dönüş yapmış ki en büyük sürpriz bu aslında. Prodüksiyon “Down On The Upside” çizgisinde ama davul tonları “Badmotorfinger” dönemine yakın duruyor, bu da bir artı. Gelelim bestelere. Albümü iki bölüme ayırabiliriz. 13 parçalık albümün ilk 6 parçası Soundgarden’ın klasik albümleri ayarında ve de seviyesinde. ‘Been Away Too Long’ direkt olarak ‘Superunknown’ parçasını anımsatıyor. ‘Non-State Actor’ ve ‘By Crooked Steps’ dolambaçlı, “Badmotorfinger” döneminden fırlamışa benzeyen parçalar. Albümün en iyi üç parçasından ikisi ise arka arkaya sıralanan iki Kim Thayil bestesi; psychedelic ‘A Thousand Days Before’ ve “Louder Than Love” kanı taşıyan ağır ve sert ‘Blood On The Valley Floor’. Cornell bestesi ‘Bones Of Birds’ ise bu albümün ‘Black Hole Sun’ı.

http://www.youtube.com/watch?v=LkiMyBcJ470

Bu parçaların her biri bana göre klasikler ile aynı seviyede ve bunca sene sonra böyle besteler ile gelebilmiş olmaları muazzam bir başarı. Gelelim şimdi ikinci bölüme. ‘Taree’ eski albümlerdeki ucubik Shepherd akustik bestelerini andırıyor. Yine bir Shepherd eseri olan ‘Attrition’ ise ‘Face Pollution’ ya da ‘Drawing Flies’ gibi hızlı, sert ve kısa bir parça. Ve dertler bu parçalardan sonra başlıyor. Ardı ardına sıralanan ve adını bile anmayacağım üç bayık parçanın üçü de Cornell’ın elinden çıkma. Zamanında ‘Outshined’, ‘Rusty Cage’, ‘Spoonman’, ‘Gun’ gibi parçaları yazan başkasıydı diye düşündürecek kadar kendisiyle ilgisiz, başkası gibi olmaya çalışan parçalar bunlar ve daha kötüsü, bu parçalar Soundgarden’ın kimliğinden tamamen uzağa düşüyor. Yahu birisi şu adama desin artık, kardeşim 15 senedir deniyorsun, SINGER-SONGWRITER OLAYI SANA GEL-Mİ-YOR! Kapanıştaki Delta-Blues tadı taşıyan ‘Rowing’ olayı toparlıyor. Lafı uzatmayayım, albümün “b- yüzü”ndeki bu Cornell besteleri dışında falsosu yok. “King Animal” kalite anlamında bayrağı “Superunknown” zamanlarından başarıyla devralıyor. Ama işte o üç parça yüzünden Soundgarden’ın geleceğine (her ne kadar bu albümü -evet o üç parçaya rağmen- çok beğenmiş olsam da) pek umutla bakamıyorum. Neden mi? Albümün ilk bölümü olarak bahsettiğim kısımdaki 6 parçadan 5’inin bestesi diğer elemanlara ait de ondan! Herifin kendi başına albüme verdiği 4 parçadan 3’ü de vasat ve parçaların tümü düşük tempo olduğuna göre… Kriz noktası şudur: Soundgarden’ın ana bestecisi hep Chris Cornell olmuştur. Klasik albümlere bakarsanız Cornell’ın ezici ağırlığını görürsünüz. Cornell’ın parçaları gruba asıl kimliğini veren parçalardı, diğer elemanların parçaları da Cornell parçalarını çevreleyen deneysel çalışmalardı. Bu albümde durum tam tersi. Görünen o ki Cornell hala kendini Soundgarden için yaşlı hissediyor. Bu kadar genç görünen birinin kendini bu kadar yaşlı hissetmesi epey enteresan, o ayrı konu da, umarım yakın zamanda birileri bu herife uygun bir uyuşturucu falan bulur da besteleri enerjiyle dolar diyebiliyorum.

Her şeye rağmen bunca yıllık suskunluk ve Chris Cornell’ın kimlik değişimlerine karşın “King Animal” çok çok güçlü besteler ve müzisyenlik barındıran, daha önemlisi birkaç gereksiz duraksama dışında gerçekten Soundgarden gibi tınlayan bir albüm olduğu için bu yılın en önemlilerinden. Her Soundgarden albümü gibi “King Animal”ın da ilk dinlemede içine girmeniz mümkün olmayacak, ama afyon patladığında hazine değerinde bazı sesler keşfetmeniz çok muhtemel.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.