STEPHEN KING! Kral tahtından inatla inmiyor!

7056
0
Paylaş:

Daha ufacık tefecikken, teyzemin evinin tavan arasında bulduğum kitapları karıştırırken rastlayınca okumaya başlamıştım King’i. Bir adet Koontz ve bir adet de King romanı vardı teyzemin evinde. Yine aynı yerde bulduğum Moğollar ve Sezen Aksu plaklarını bile hatırlıyorum da, Koontz’un romanının adını bile hatırlamıyorum bugün. King romanının adı ise “Medyum”du. Koontz’un romanında kan gövdeyi götürüyor, adeta herhangi bir korku filmini seyreder gibi okuyordum satırları; King’de ise kitabın içinde, macerayı, korkuyu yaşıyordum. King’in diğer benzerlerinden farkı buydu. E aslında, popüler edebiyatın bir temsilcisiyseniz, bir yazar olarak sahip olmanız gereken en önemli özellik de bu değil mi?

King, en kötü romanında bile bu “maceranın içinde olma” duygusunu okurundan esirgemedi. Eğer kötü bir King romanı okuyorsanız, kendinizi kötü bir film seyrediyor gibi hissetmezsiniz, kötü bir macera yaşadığınızı düşünürsünüz. Roman kötü akmaya devam etse bile, kitabı bırakmak yerine siz kahramanın yerinde olsaydınız ne yapardınız onu düşünmeye başlarsınız. King’în karakterlerine önce “normal hayatı” algılatıp, sonra onu okur dahil kitabın içindeki herkes için tersyüz edebilme yeteneği kusursuzdur. Basit ve kusursuz.

Aslında basitçe fanatik ve “sadık okur”un “King tanımı”nı yapıyorum şu anda. “Sadık Okur”, King’in her kitabında mutlaka seslendiği bizler oluyoruz. Her romanın başında ve pek çoğunun sonunda, tıpkı bir masaldan sonra sizi rahatlatmayı görev edinmiş gerçek bir anlatıcı gibi konuşur sizinle yazar. Romanın ana fikri hakkında ipuçları verir, onu kime adıyorsa onun kısaca bir hikayesini anlatır. Kapanışta da değiştirdiği yerleri, mekanları, söylenceleri özetler, özür dilercesine açıklamalar yapar. Yemekleri harika, servisi sıcak ve samimi minik bir ada restoranında yemek yemek gibidir King okumak.

Şimdi burada, dünyanın en popüler yazarlarından birinin diskografisine girecek değilim. Fakat o diskografideki çatallanmaların en büyüğünün, King’in başından geçen ve ölümün gülümsemesini çok net olarak gördüğü trafik kazasından sonra olduğunu söylemeye gerek yok. 1999 yılındaki bu kazadan sonra ufak bir bocalama geçirse de, birkaç yıl sonra efsanevi serisi Kara Kule’nin son üç kitabını yazmaya başlamış ve seriyi, içine kendisini de katarak tamamlamıştı. Kazadan önceki röportajlarında King, Kara Kule’yi artık hissedemediğini ifade etmesine rağmen, kazadan sonra hem yeni romanlarındaki üretim hızı hem de Kara Kule gibi yarım bıraktığı işlerini toparayıp paketlediği hikaye antolojilerinde gözle görülür bir artış hissedilir oldu. Özellikle kazadan sonraki iki sene içerisinde doğru düzgün oturamadığı için yazmayı bile bırakmayı düşünen biri için çok büyük bir gelişmedir bu. Her ne kadar Cell gibi tartışmalı, Lisey’s Story gibi resmen kötü ( tam kaza sonrasına denk gelmiştir) işleri de olsa arada; Peter Straub’la beraber yazdıkları Black House, filmiyle de oldukça ilgi gören Dreamcatcher, Duma Key ve sinemaya uyarlanması neredeyse kesinleşen Under The Dome gibi mükemmel romanlarını düşününce, King’in hala eski formunu koruduğunu söylemek mümkün.

Gerçi, onu benim gibi, yirmi yıldan fazla süredir takip edenler için üç farklı Stephen King var. Birincisi, hem öğretmenliği, hem ailesini hem de yazarlığı bir arada götüren, herşeyi yapıp hiçbir şeyden fedakarlık etmek istemeyen bir bağımlı; hem de sigara, alkol, meth, kahve, ne ararsanız hepsine… İkinci dönem “artık hep böyle yazacak galiba” diye korktuğumuz “The Green Mile” King’i; sigara, alkol ve uyuşturucuyu bırakmış, dolayısıyla uyarıcılardan arınmış bir bünyeyle romanlarındaki şiddet dışavurumunu azaltmış, orta yaşlı kadınların favorisi, best-seller’dan uyarlama filmlere göz kırpan King. Bu döneminde King’in daha şiddet dolu romanlarını takma bir isimle yayınladığını görüyoruz. Üçüncü King ise Bag Of Bones ile korkuya görkemli bir dönüş yapan ama Green Mile’da başlattığı yönden de vazgeçmeyen “çift karakterli” King. Bugün ardı ardına hem Under The Dome’u hem de 11/22/63’ü okuyorsak sebebi bu. Bu üç çağının her birinde en azından bir kitabı bulunan Kara Kule serisi ise, bir nevi yazarın yazın yolculuğunun tamamını içeren bir gösterge. Okurlarıyla arasında kopmayan en büyük bağ.. Shakespeare’in Hamlet’inden Tolkien’in Orta Dünya’sına; Lucas’ın Star Wars evreninden Mad Max serisine kadar, çok geniş bir modern edebiyat kültürü referansları denizi olan Kara Kule, aslında tam da bir Amerikalı yazardan bekleneceği gibi, eski dünyanın bu edebi hikayelerini oldukça popüler ve kolay okunabilir bir Western sosuna bulayarak yepyeni bir menüde koyuyordu sofraya.

İşte Under The Dome’un başarısının ardından Full Dark No Stars ile bizleri beklemeye alan “rakçı” babanın şimdilik yayınlanmış son romanı olan The Wind Through The Keyhole, bir Kara Kule romanı. Hemen gaza gelmeyin, hikaye bir Kara Kule hikayesi fakat, çoktan sona ulaşan silahşör Roland’ın yolculuğunun devamı değil, o yolculuğun içinde kalmış anlardan birine saklanmış pandoranın kutularından biri.

Kitap, sadık Kara Kule fanatiklerine büyük bir takla attırarak anlatılmamış bir Eddie-Susannah-Jake-Oy-Roland ka-tet’i macerasıymış gibi başlıyor. Fakat sayfalar ilerledikçe anlıyoruz ki, bu maceranın içine saklanmış Roland’ın geçmişinde yer alan bir hikayenin derinliklerinde gizli, başka bir masal aslında beklediğimiz. Lafı çok dolandırdım farkındayım, sadeleştireyim; bu bir “hikaye içinde hikaye”nin romanı. Dolayısıyla sayfalar ilerledikçe ve Roland anlattıkça, serinin kitap versiyonunun değil, çizgi roman versiyonunun okurlarının daha aşina olduğu bir geçmişe doğru yolculuk söz konusu. Bu sefer King, kendisini neredeyse tamamen aradan çıkararak bizi Roland ile başbaşa bırakıyor. Onu ne kadar özlediğimizin farkında ve Kara Kule serisini sona erdirdiği için bence kendini biraz suçlu hissediyor. Belki de tıpkı kazadan bir iki sene sonra kendisine gelip iyi işlere imza atmaya başlaması gibi, çizgi romanla hayata geçince Roland’ın yüzündeki derin çizgilere yansıyan kaderini de daha yeni yeni görmeye başlıyor.

Özellikle benim gibi Kennedy suikastını merkeze alan, suikasti inceleyen Warren komisyonunun “olayın üstünü örten” raporunu doğrular bir yaklaşımla yazdığı ve “retrolu” Mad Men fırtınasından oldukça etkilenerek kurguladığını düşündüğüm son romanı “11/22/63”ü beğenmeyenlerdenseniz, bu kitap size ilaç gibi gelecek. King’in gerek çevre ve ortam anlatımında fazlaca detaya girmesi, gerekse Amerikan taşra kültürünün temel özelliklerini ve karakterlerini bolca kullanmasıyla The Green Mile’daki yönelimini hatırlatan bir kitap “11/22/63”. Eğer sinemaya uyarlanırsa tıpkı onun gibi büyük bir gişe filmi olacaktır diye düşünüyorum. Zira romanı iyice sakız gibi uzatan ve ana kahramanın Kennedy’nin katiline ulaşmak için yaptığı keşif gezilerinin her gününü, her detayına kadar fazlasıyla uzun tekrarlarla anlatan King, resmen filmi yönetecek kişiye yol gösteriyor. Görsel anlamda Hitchcock retrosu zevki verebilecek eseri yazılı olarak okuduğunuzda aklınıza sadece tek bir şey geliyor, “Keşke bu bir senaryo olsaymış”.

Ama yazarımızın “karanlık tarafını” bilenler için de sürprizleri var. Hele ki önümüzdeki yıl çıkacak iki kitabından birisinin Shining’in devam romanı olan Dr.Sleep olması beni çok heyecanlandırıyor. Diğer kitap Joyland ise kapalı bir kutu. Ama zaten işin güzel yanı da bu; eğer bir King okuruysanız, o kutuyu bizzat maceranın içinde kendiniz açabilirsiniz

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.