“The Sandman”: Antropomorfik “Rüyalar Lordu”nun İnsanlaşma Öyküsü

7830
0
Paylaş:
the-sandman- Paslanmaz Kalem

Mitoloji, tarih ve folklorü çizgi roman kurgularında kullanmak aslında hiç de yeni bir fikir değil; hele Neil Gaiman’a ait hiç değil. “The Sandman” serisinin onuncu kitabı “The Wake”in giriş yazısında Rolling Stone dergisinin Amerikalı köşe yazarı Mikal Gilmore’un da bir kısmını hatırlattığı gibi, Winsor McCay (1900’lerin başında New York Herald ve New York American gazetelerinde yayımlanan “Little Nemo”nun yaratıcısı), Carl Barks (ülkemizde “Varyemez Amca” ve “Vakvak Amca” olarak bilinen Disney karakterleri “Uncle Scrooge” ve “Donald Duck”ın yaratıcısı), Will Eisner (“The Spirit”in yaratıcısı), Hergé (“Tintin”in yaratıcısı) ve Alfredo Castelli (“Martin Mystère”in yaratıcısı) gibi birçok çizgi roman yazarı bu farklı diskurlardaki masal, olay, karakter ve motifleri kendi çizgi roman öykülerinde kullanmışlardı.

Winsor McCay’in “Little Nemo”su

paslanmaz kalem - the spirit

Will Eisner’ın “The Spirit”i

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ancak Gaiman, “The Sandman”le birlikte, daha önceden işlenen (Örneğin, “Rüyalar Lordu Morpheus” bile 1905 yılında yayımlanmaya başlanan “Little Nemo”nun ana karakterlerinden biriydi.) bütün bu kurgu ögelerini ele almakla kalmamış, kimilerini geliştirmiş, birçoğunu derinleştirmiş, hatta bazılarının öyküsünü baştan yazmıştı.

Little Nemo”daki Morpheus

Bu, edebiyatla ilgilenenlerce gayet sıradan bir post-modern yaklaşım olarak görülebilir ama Gaiman dehasını sadece bu yaklaşımıyla kanıtlamaz: Antik Yunan, İskandinav ve Asya mitolojilerinin yanında Dante Alighieri, William Blake, John Milton ve William Shakespeare’in eserlerinden de faydalanarak, 20.yüzyıl popüler kültür ögeleri, korku edebiyatı ve DC Comics çizgi roman evreninde yer alan diğer karakterler onun “The Sandman” potasında görkemli bir uyum ve tutarlılık nezdinde erimiştir. Arka planını, daha doğrusu, yaratacağı çizgi romanına münhasır mitolojisini, bu konular ve kavramlar üzerine kurduktan sonra Gaiman, eserine edebi statü kazandıracak son ama en önemli adımını, ana karakteri Sandman’i yaratarak attı. Temelde edebiyat çok basit, üç kavram üzerine kuruludur: “çatışma,” “çözülme” ve eserin sonunda ana karakter, yan karakter ve okuyucuda meydana gelen “olgunlaşma,” ya da başka bir ifadeyle “ders çıkarma.” Analitik psikolojinin babası Carl Jung’un “kolektif bilinçaltı” olgusunda ele aldığı arketiplerden “kahraman” arketipine benzeyen (ama tam olarak uymayan) Sandman, serideki serüvenlerle bir “olgunlaşma” yaşıyordu. Ama aşağıda ele alacağımız gibi, bu, Amerikalı mitolojist ve yazar Joseph Campbell’in “The Hero with a Thousand Faces” kitabında dile getirdiği ve Jung’un “kahraman arketipi” üzerine kurduğu teorisindeki “kahraman”dan biraz farklıydı.

Carl Gustav Jung

Bu maceraya yalnız başımıza atılmamız gerekmiyor, çünkü tüm zamanların kahramanları bizden önce bu yollardan geçtiler; labirent tamamen biliniyor; biz sadece kahramanın yolunu takip etmeliyiz…

Joseph Campbell’in 1949 yılında tek başına kaleme aldığı ilk kitabı “The Hero with a Thousand Faces”da yer alan bu ifade, demin dile getirdiğimiz “kahraman arketipi” ve “kahramanın yolculuğu”nu ya da Campbell’in terminolojisiyle tipik “monomit”i anlatmaktadır.

paslanmaz kalem - joseph campbell

Joseph Campbell

Bir birey veya (özellikle mitolojide) bir tanrı bir yolculuğa çıkar, ya özel kabiliyetlerini keşfeder ya da bunların zaten farkındadır, birçok zorlukla karşılaşır ve bunları teker teker aşar, korkunç canavarları yok eder, mistik bir aydınlanma yaşar ve ya insanların dünyasına bir “kahraman” olarak ve onlara bir ödül getirerek geri döner ya da son değişimi geçirip tanrıların yanındaki yerini alır. Kadim zamanların mitoloji, folklor ve edebiyatının dışında, modern dünyanın televizyonu, romanları ve sineması da bu arketipteki “sıradışı insanlar”la doludur. Harrison Ford’un canlandırdığı Indiana Jones karakterinden tutun da Hermann Hesse’in ünlü, ruhani romanı “Siddhartha”daki ana karaktere kadar hepsi bu kılıfa uyar. (“Siddhartha”nın burada bahsinin geçmesinin nedeni, kahramanın yaptığı bu yolculuğun fiziksel olduğu kadar spritüel de olabileceğini ve özel/insanüstü kabiliyetler gerektirmeyebileceğini de göstermek içindir.) Bunlarla birlikte 1900’lerin başında ortaya çıkan çizgi romanlardaki “süper kahramanlar” ise aynı tanımlara ve kurgulara sahiptir: Olağanüstü güçlere sahip, kostümlü kahramanlar, toplumu ve hatta tüm insanlığı yine kendileri gibi olağanüstü güçlere sahip canilerden kurtarırlar. Okuyucu, daha çok erkeklere hitap eden bu maskülen öykülerdeki ana karakterlerle kendini bağdaştırır çünkü, Carl Jung’un açıkladığı şekilde, “sıradan insan iktidarsızlığından ve kederinden çekilip kurtarılır ve süper-insan statüsüne yükseltilir.” (*)

(*) Ellwood, Robert S., The Politics of Myth: A Study of C.G. Jung, Mircea Eliade, and Joseph Campbell, s.71, State University of New York Press, Albany, 1999

Çizgi romanların “Bronz Çağı” olarak ifade edilen 1970’ler sonrası eserlerden bu noktada bahsetmekte fayda var. Bu dönemde, modern kapitalist hayatın yarattığı toplumsal yabancılaşmanın etkisinde kalan yazarlar, deneyimledikleri nihilizmi ve yadsımayı eserlerine, hatta okuyucuların daha önceden tanıdığı süper kahramanlara yüklemeye başladılar. Özellikle DC Comics’in “Vertigo” isimli alt firmasından “Yetişkin Okuyucular İçindir” ibaresiyle yayımlanan seriler bu çizgideydi. Alan Moore’un yeniden, daha karanlık bir biçimde yarattığı “Swamp Thing”, yine Alan Moore’un yarattığı John Constantine karakteri ve Frank Miller’ın Batman’i baştan çizdiği “The Dark Knight Returns” serileri bu tarzın öncüleriydi.

Frank Miller’ın “The Dark Knight Returns”ü

Bütün bu serilerdeki ana karakterler, geçmişin çizgi roman kahramanlarının aksine, içe dönük, kendi kimliğinin peşinde koşan ve eski hatalarının muhakemesini yapıp türlü psikozlarla mücadele eden kişiliklerdi. Dışarıdaki canavarlardan çok içlerindeki zebanilerin peşinde koşan bu yeni tip anti-kahramanlar, çizgi roman hayranları tarafından çabucak benimsenip, kült statüsüne yükseltildi. “Çizgi roman” kavramının yeniden düzenlenmesine neden olan ve genişçe kabul gören bu değişim, toplumun genelinin yaşadığı kişisel buhranların ve kimlik arayışlarının da bir göstergesiydi. Bahsi geçen üç çizgi romandan en fazla iki sene sonra ortaya çıkan “The Sandman”in ise nasıl bir eksene oturduğunu bu bilgilerin ışığında analiz etmemiz gerekir. Evet, Sandman’in maceraları da bir “kahramanın yolculuğu”dur ama unutmamalıyız ki Sandman “insan”dan çok bir “tanrı”ya daha yakındır. Dolayısıyla, Sandman’in hikayesi Campbell’in özetlediği “kahramanın yolculuğu” kurgusunun tersine çevrilmiş halidir: Bütün çizgi roman kahramanlarının aksine, Sandman insanlaşarak gözümüzde bir “kahraman” olmakta ve kendine dersler çıkarabilmektedir. Bir saniye durup, bunun üzerinde bir düşünün: Gaiman, Jung’un “kahraman” arketipini ve Campbell’in “kahramanın yolculuğu” kavramını kullanarak çizgi roman ve edebiyat okuyucularını ters köşeye yatırmakta, kahramanlık öykülerinde yeni bir paradigma inşa etmektedir.

Campbell’in “Kahramanın Yolculuğu” paradigmasını ters çeviren Neil Gaiman

Sandman’in Roderick Burgess tarafından yakalanıp hapsedilmesinden önceki haline bakarak ne kadar yol katettiğini görebiliriz: İlk kitapta hakkında öğrendiğimiz şeylerden birisi, onunla beraber olamadığı için eski aşkı Nada’yı 10.000 yıl boyunca cehennemde bırakmasıdır. Nada, kabilesinin varlığı ve selameti için onla olmayı reddetmektedir ve zaten bir ölümlünün Endless ailesinden bir bireyle olması da doğal ve doğru değildir. Bunlara rağmen Morpheus, gururundan dolayı onu affetmez. Nada’nın ardından Morpheus, oğlu Orpheus’u da sözünü dinlemediği için, başı Bacchante tarafından koparıldığında kendi kaderine terk eder. Orpheus bir ölümlüdür ve her ölümlü hatalar yapar. Ancak, anladığımız kadarıyla, Morpheus’un hiçbir hataya tahammülü yoktur; hatta konu, kendi oğlu olsa dahi.

Sandman’in, oğlu Orpheus’un hatalarına bile tahammülü yoktur

Morpeus’un ne kadar katı ve sabit fikirli bir varlık olduğu diğer karakterler tarafından sürekli okuyucuya hatırlatılır. (Örneğin Calliope, altıncı kitaptaki “Orpheus” öyküsünde, Morpheus hakkında, “O kendiyle ilgili hiçbir şeyi paylaşmaz. Onu değiştirebileceğimi düşünüyordum. Ama o değişmiyor. Değişmeyecek. Belki de değişemez,” der.) Ancak Endless ailesinin dördüncü kitabın başındaki toplantısında onun bu sabit fikirliliğini kıran ve değişiminin ilk hareketini veren kız kardeşi Death olur. Ona Nada konusunda hata yaptığını söyleyen Death’in, kaçınılmaz bir sona varacak olan olayların başlangıcına sebep olduğunu bildiği için gözyaşı döktüğünü hikayenin bir karesinde görürüz. Morpheus önce Nada’yı Cehennem’den kurtaracak (hatta sonunda ondan bir tokat yese dahi hatasını kabul edecek), sonra Lady Johanna Constantin’le bir anlaşma yapıp, kaçırılan oğlunu Fransızlardan kurtaracaktır. Serinin yedinci kitabı “Brief Lives” ise Sandman’in değişiminde çok önemli bir yer tutar. Endless ailesinin görevini terk eden üyesi Destruction, kitabın başında kardeşi Despair ile yaptığı konuşmada değişimin herkes için, hatta Endless ailesi için bile geçerli olduğunu dile getirir: Bu gelecekte olacaklar için bir imadır ve Destruction, bu imayla, bilerek kendini, bilmeyerek de kardeşi Dream’i kastetmektedir. Destruction’ın geçirdiği değişim muazzamdır: Bir zamanlar “yıkım”ın antropomorfik varlığı olan Destruction, artık tamamen insanlaşmış, sanatla ilgilenen ve varlığının tam zıttı olan hobilerle (Dream ve Desire geldiğinde, “yarattığı” yemeklerden yemeleri için ne kadar ısrarcı olduğuna dikkat edin.) ilgilenmektedir. Ona göre onun varlığının amacı sadece zıttı olan “varoluşu” anlamlı kılmaktır ve bunu da zaten sadece kendisi var olarak yerine getirmektedir; dolayısıyla kendi âleminde kalıp sorumluluklarını yerine getirmek zorunda olduğu kanısında değildir. Bu çıkarımlardan, yaşı ondan küçük olsa da Destruction’ın Dream’den (Gaiman’ın bize aktarmak istediği anlamda) daha “olgun” olduğu sonucuna varabiliriz – çünkü o Dream’den daha insansıdır. (Gaiman’ın araya sıkıştırdığı şirin bir ayrıntı bile bunu kanıtlar yöndedir: Destruction’ın konuşan, sevimli köpeği Barnabas’la olan ilişkisi ve ona her türlü eleştirisinde sonsuz özgürlük vermesi yanında Dream’in kendi âlemindeki varlıklara karşı soğuk yaklaşımı ve eleştiriye tahammülsüzlüğü ne büyük bir kontrast yaratıyor!)

Dream’den daha “olgun” olan Destruction ve çok sevdiğim, hazırcevap köpeği Barnabas

Ve Dream’deki değişikliği de zaten hemen fark eder: Dream, şoför Ruby’nin ölümüne sebep oldukları için suçluluk duymaktadır. “300 sene önce olsa bunun senin için bir önemi olmazdı,” der Destruction. Hakikaten de o an Dream kabul etmese de onun değişimi de başlamıştır. Hikayenin başlarında, kendi yaratısı olan Mervyn onun hakkında ileri geri konuşsa da ona kızmamış veya başka bir anda kız kardeşi Delirium’dan onu kırdığı için özür bile dilemiştir. (Delirium böyle bir şeye alışkın olmadığı için “Benle dalga mı geçiyorsun?” diye bile sorar.) Destruction’ın yanından ayrılıp kendi âlemine gidince kapı görevlilerine teşekkür edecek (onlar da böyle bir şeye alışkın olmadıkları için birbirlerine, “O iyi mi?” diye soracaklar) ve Nualla’yla sohbet edecektir. Ama tabii ki çevresine karşı tutumundaki bu değişikliklerden çok, en önemlisi, kendi sonunu da getirecek olan, oğlu Orpheus’u öldürmesidir. Evet, bunu oğlunun isteği üzerine ve onun acısını dindirmek amacıyla yapmıştır ama günah bir kere işlenmiştir: Morpheus geçmiş hataları için bir ölümlü gibi bedel ödeyecektir. (Hatta kendi ölümünden önce, hikayenin sonuna doğru, insanlar gibi kanı bile akacaktır.) Morpheus, oğlunu öldürerek, “suç,” “ceza,” “tercih” ve “pişmanlık” gibi insansı kavramlara vâkıf ve tabi olmuştur. Bu noktada Campbell’in kitabında ele aldığı bir başka noktayı daha hatırlamamız gerekir: Kahraman arketipimizin yolculuğu esnasında önüne çıkan engellerden birisi, babasıyla yapması gereken hesaplaşmadır. Bu konu hakkında en çok verilen örnek de Campbell’in bahsi geçen kitabından çokça etkilendiğini söyleyen yönetmen George Lucas’ın “Star Wars” serisindeki Luke Skywalker karakteridir. Luke’un belki de yolculuğu boyunca yaşadığı en büyük acı, babasının Darth Vader olduğunu öğrendiği andır.

The Sandman”de, “Star Wars”dakinin aksine, “Kahramanın Yolculuğu”nun en zor safhası olan baba-oğul hesaplaşmasının tersi bulunur

Sandman’in öyküsünün de “kahramanın yolculuğu”nun ters çevrilmiş hali olduğunu hatırlarsak, burada da rollerin ters çevrilmiş olduğunu görebiliriz: Tanrımsı kahramanımız Morpheus’un yaşadığı en büyük acı da oğluyla yaşadığı son hesaplaşmadır ve ancak bu yüzleşmeden sonra yolculuğu tamamlanacak ve insanlaşacaktır. Sonunda geldiği noktaya baktığımız zaman, Dream’in kardeşi Destruction’ın sözlerini ciddi bir şekilde değerlendirdiği sonucuna varırız: Adeta Campbell’in yukarıda alıntıladığımız sözündeki gibi Dream, kendinden önceki bir “kahraman”ın yolunu takip etmiştir ve kendi özgür iradesiyle tercihler yaparak ve bunların sonucuna katlanarak insanlaşmıştır. Böylelikle Campbell’in alıntıladığımız pasajının devamı da gerçeklenmiştir:

…ve bir tiksinti bulmayı beklediğimiz yerde bir tanrı bulacağız; başka birisini öldürmeyi beklediğimiz yerde kendimizi öldüreceğiz; dışarı doğru yol almayı beklerken kendimizi varlığımızın merkezinde bulacağız. Ve yalnız olmayı beklediğimiz yerde, bütün dünyayla bir olacağız.

Böylelikle Gaiman’ın on ciltlik serinin ardından yayımladığı “Endless Nights” kitabının önsözünde yaptığı “The Sandman” özeti de doğrulanmaktadır: “Rüyalar Lordu, kişinin ya değişmesi ya da ölmesi gerektiğini keşfeder ve kendi tercihini yapar.” Rüyalar Lordu değişmeyi kabul etmiştir ama ne yazık ki trajik ve ironik bir şekilde bunun bedeli olarak da yine ölecektir. Ve Neil Gaiman’ın bu dahiyane kurgusu serinin sonundaki ufak bir ironiyle süslendirilir. Son kitapta, son bir kez bir araya gelen William Shakespeare ve Morpheus arasında şöyle bir konuşma geçer:

Shakespeare’le Sandman

 

Will: Bütün insanlar değişebilir.

Dream: Ben bir insan değilim.

Will: Ama…

Dream: Ben değişmem. Sana, daha önceden, yazdığın masalda kendi yansımanı görüp görmediğini sormuştum.

Will: Evet, görüyorum.

Dream: Ben görmüyorum. Göremem. Ben Hikayelerin Prensi’yim, Will, ama kendime ait bir hikayem yok. Hiçbir zaman da olmayacak.

Not: Bu yazı ilk olarak Roman Kahramanları dergisinin Ocak/Mart 2011 sayısında yayımlanmıştır.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.