Zombi istilası olmayacak gibi. YA GANGSTER OLALIM, YA SERİ KATİL!

1115
0
Paylaş:

Dizi izlemek, muhtemelen hepimize annelerimizden geçen bir alışkanlık. Ve dizilerin de iki evresi var: İlki gündüz dizileri, ikincisi akşam dizileri. Aileyle birlikte izlenen akşam dizileri konusunda, eğer şanslıysanız, dönemin polisiye, suç ve gizem dizileriyle de erken tanışmışsınızdır. Ya da benim gibi şanssızsanız çok geç olmuştur tanışıklık.

Geç olsun, güç olmasın fakat polisiye ve suç dizilerine birazcık sıcak bakmaya başladıktan sonra önünü alamıyor insan bu alışkanlığın. Bunun derininde belki hepimizi bir yerlerde durdurup düşündüren “adalet” anlayışı var, belki de sadece aksiyon seviyoruz. Ya da tüm bunlarla birlikte, sıcacık evlerimizde, koltuklarımızda apışaramızı kaşıyacak rahatlıkta yayılırken, bizden milyonlarca ışık yılı uzakta görünen suçlu insanların hayatlarına kurguyla da olsa gözlemci olmak kendimizi daha fazla güvende hissettiriyor.

Hemen her polisiye filmde ve dizide denk gelebileceğiniz bir mevzu vardır: Suçluların hayatları her daim ilgi çeker. Altta da övgü yağdırdığıma şahit olacağınız Breaking Bad dizisinde de benzer bir şekilde Al Capone’la ilgili bir sahne vardı. İzleyenler hatırlayacaktır, Al Capone pek çok film karakterine ilham olmuş bir gangsterdi ve dizide medyanın etkisiyle nasıl da ününe ün kattığı ve onu yakalayan polislerden hiç bahsedilmediğine dokundurulur. Burada kolluk güçleriyle ilgili fikirlerimi beyan etmeyi hiç istemiyorum, zira şu satıra dek gelen sevgili editörümüzün “hımmmmm” deyişini duyar gibiyim. (Tamam, kestik tamam!)

Belki de polisiye/suç dizilerini bu denli sevmemizin altındaki neden tam da efsaneler efsanesi Natural Born Killers filminden ötesi değildir. Yani elinize bir silah verilse aslında hepiniz katil olabilirsiniz. Burada “katil” kelimesini de birazcık deşmek gerekebilir. Bu konuda da Türkiye’nin medar-ı iftiharı Behzat Ç’ye gözlerimizi çevirelim. Diziyi sevmiyor olabilirsiniz, önyargılarınıza boğulmuş da olabilirsiniz ama benim gibi bir kadını kırmamanızı ve hayatınızdan 4 dakika 48 saniyeyi rica ediyorum. Yazıya ara verip (cep dizilere sarmanız ihtimalinden) geri dönmemenizi de göze alıyorum ve ilgili olan 12.bölüme bi tıklamanızı rica ediyorum.

[youtube id=”SdgWFtpA5nA” width=”620″ height=”360″]

Doksanlı yıllarla birlikte bu türden diziler çok izlenir oldu, buna bağlı olarak dizi sayısı da epeyce arttı. Günümüze gelene dek çok azı devam etti, evet ama bunda yapısal olarak (parçalanmadan) derinlikli dizilerin sayısının el kadar olması nedendir.

Peki derinliği olan polisiye/suç dizisi nedir? Örneklerle gidelim:

The Wire

[youtube id=”-MtDLRvpx-k” width=”620″ height=”360″]

2002’den 2008’e dek devam eden, yüzde yüz Amerikan malı dizi. Baltimore şehrindeki uyuşturucu çetelerini ve onlarla mücadele eden polisleri konu alıyor. The Wire’ın en iyilerden olmasının nedenlerinden biri elbette karakterlerin mükemmelliği. Senaryo ekibi her nasılsa her sezonda bir öncekinin üzerine bambaşka güzellikler koydu, en ummadığımız karakterleri gebertti, onlarca hatta belki yüzlerce aforizmayla bizi baş başa bıraktı, nihayetinde dizi 5 harika sezonu tamamladı.

Çetelerden bağımsız, tek tabanca dolaşan bir eşcinsel Omar var mesela. Ki onca karakterin içinde en sevdiğim de Omar’dır benim. “Önemli olan ne çaldığın değil, kimden çaldığın,” diyen bir adamı sevmemek de mümkün değil zaten.

Wire’ın gerçekçiliği üzerine de pek çok şey var söylenecek. Liman işçilerinin yaşadıklarından, eğitim sistemindeki problemlere ve Amerika’da siyahi olmanın ne demek olduğuna dek irdeleyip, sistemleri, adaleti, siyaseti, aileyi ve hatta toplumu öyle evirip çevirip önünüze koyuyor ki temelde Türkiye’de yaşayan bir insanı ilgilendirmediğini zannettiğiniz her şey bizim toplumumuzda da yerini buluveriyor.

Kurgu dizileri ve filmleri muhtemelen daha fazla izlenir yapan şey de iyi ve kötü arasındaki keskin çizgi. Fakat süper kahramanların dahi “iyi” olmayabileceği bir kurgu dünyasında bu sınır aslında o kadar da net olmuyor. Hatta “gerçek kötüler” de çocukları eğlendiren bir şey olup çıkıyor. Gerçek hayatta kim tamamen kötü, kim tamamen iyi ayırt edemediğinde, iyilik yapan ve kötülük yapan diye ayırma algısına sahip olduğunda, işin seyri çok değişiyor. İşte tam orada sicili tertemiz bir siyasetçi çıkarları uğruna insanların hayatlarıyla nasıl oynayabiliyor ya da hayatını uyuşturucu ticareti yaparak kazanan bir insanın özünde nasıl iyi olduğu sizi de şaşırtmıyor. Tam burada dizinin en iyi karakterlerinden biri olan Frank Sobotka’yı anmamak olmaz zaten. Dizi için kaybı, resmen bizim kaybımız oldu. Mükemmel bir “sebepleri olduğu için kötülük yapan iyi”ydi kendisi.

Oz

[youtube id=”wO_sId4JOAg” width=”620″ height=”360″]

1997’den 2003’e dek altı sezon yayınlanan ve her sezonun kapanışı bir diğerinden iyi olan şahane bir diziydi. Tam adı “Oswald State Correctional Facility” olan, mahkûmların “Oz” dediği cezaevinde, daha ziyade bu cezaevinin Emerald City denen bölümünde yaşananlar konu ediliyor. Emerald City, genel hapishane uygulamalarından farklı olarak, hücre kapıları demir parmaklık değil tamamen cam olan, gardiyanların ortada durduğu ve sürekli mahkûmlarla birlikte (hücrelere girmeleri gereken saatler dışında) bulunduğu, mahkûmların deyişiyle “M City”dir.

ozDikkat eden var mıdır bilmiyorum ama Emerald City’nin adı aslında dünyaca ünlü çocuk masalı (The Wonderful Wizard of Oz) ve ondan uyarlama film ve müzikal (The Wizard of Oz) olan Oz Büyücüsü’nde de geçer. Orada Emerald City, kahramanların Oz Büyücüsü’nü bulmak için gittikleri şehrin adıdır.

Oz neden iyi bir diziydi? Tıpkı The Wire’daki gibi olağanüstü karakterleri vardı. Anlatımı da ayrıca şahaneydi. Burada da en sevdiğim karakter Kareem Said oldu. Kundaklama suçuyla hapse düşen ama Amerika’da yaşayan Müslümanların ne dediğine dikkat ettiği, var olduğu her yer için tehlike arz eden bir liderdi ve nitekim alınan önlemler de işe yaramadı, Oz’da bir ayaklanma başlattı. Bununla birlikte valinin verdiği affı da reddedip hapishanede kalmayı, medya mensupları önünde valiyi ve de sistemi alaşağı eden bir konuşma yaparak tercih etti.

Cezaevleri, suç işleyen insanları toplumdan soyutlama ve kapalı tutma amacıyla inşa edilmiş yerlerdir. Adalet nedir, buna karar verenler kimlerdir, etkenler nelerdir, bunlar tartışa tartışa bitiremediğiniz mevzular. Derler ki; bir toplumun refah seviyesine bakmak için önce cezaevlerine bakmak gereklidir. Katliamlar yapan ya da bunlara start veren insanların otel müşterisi gibi ağırlandığı fakat ıslık çaldı diye bilmem kaç yıla mahkum edilen insanların olduğu cezaevleri nasıl bir toplumu yansıtıyor, durup düşünmek gerekli.

Breaking Bad

[youtube id=”0BysxIVDLho” width=”620″ height=”360″]

2008’de yayın hayatına başlayan, 4. sezonu tamamlamış ve 5. sezonun ortasında ara vermiş, önümüzdeki yaz aylarında devam edecek olan bir suç dizisi. Buradaki suç da kariyerini mahveden eski sevgilisi ve onunla evlenen eski arkadaşını hayatından çıkardıktan sonra evlenip çoluk çocuğa karışan, olağanüstü yetenekleri olmasına rağmen bir lisede Kimya öğretmenliği yapan Walter White’ın, kendisine kanser teşhisi konduktan sonra, ailesine ölümünden sonra yetecek kadar para kazanmak için bir çeşit uyuşturucu olan kristal meth yapmaya başlamasıdır. Uyuşturucu yapılır fakat satışı vardır bir de. Olaylar başlar ve “ezik” lise öğretmeninden bir uyuşturucu kralına dek giden yola çıkılmış olunur.

Breaking Bad’de de genel olarak “zorunda” kalındığında herkesin her şeyi yapabileceği üzerinde duruyoruz. Fakat bu dizinin de karakterleri ve olay örgüsü olağanüstü. Daha ilk bölümün, ilk dakikalarında kitliyor ekrana insanı. Şanslıyım ki bu diziyi tam zamanlı izleyenlerdenim. Elbette verilen aralar can sıkıyor, meraktan kudurtan sezon finalleri nedeniyle de yepyeni bir şeyi keşfetmenin heyecanıyla bir diziye bağlanmak da çok keyifli.

Twin Peaks, Forbrydelsen ve The Killing

[youtube id=”i7d0Lm_31BE” width=”620″ height=”360″] [youtube id=”WzbUf6nqGTc” width=”620″ height=”360″]

David Lynch ailedeki kişiliksiz velet gibi bir yönetmen. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Ha Eraserhead, The Straight Story ve tabi ki Blue Velvet şahane filmler ama onun dışında gıdım hazzetmiyorum adamdan. Ha bir de Twin Peaks hadisesi var işte. Kendisinin yönettiği ve yazdığı ilk kurgu diziydi ve önünü alamasak da buna devam etmesinin, sonrakiler bildiğin tırt çıktı. Belki TV dizisi yapma konusunda kendince Lars von Trier’le bi yarış içinde de boşuna enerji sarfediyor. (Bu satırlar için gelecek küfürleri, hakaretleri şahsıma iletiniz, blog bundan sorumlu değil.)

Twin Peaks, 1990 ve 1991 yıllarında yayındaydı, çekilmiş olan iki farklı sona rağmen, reytingler yerlerde sürününce (don lastiği gibi uzatırsan mevzuyu, olacağı bu) yayından kaldırıldı. Lynch de durur mu, dizide sürekli katil arayıp durmamızı fırsat bilip malum şahsın nasıl katil olduğunu işleyen, tüm bilinmeyenlere yanıt veren bir de film yaptı.

Dizi, başlarda normal gelen ama sonrasında herkesin birbirinden sayko olduğunu gördüğünüz, e bu yüzden de kimin katil olduğunu bulmanın imkânsız hale geldiği bir yerde geçiyor. Ve kesinlikle gelmiş geçmiş en iyi dizilerden biri.

[youtube id=”1l2ik7ve2nw” width=”620″ height=”360″]

Buraya kadar her şey normalken, az ileride övgüye boğacağım sevgili Danimarka’dan bir atak geldi. “Twin Peaks göndermeleri yapıyoruz!” havasında başlayan bana göre komple apart, size göre neyse ne bir dizi yaptılar: Forbrydelsen, yani The Killing. 2007’den 2012’ye dek devam edip 3 sezonda olayları tamamladı. Azimlerini gerçekten takdir ediyorum Danimarka insanlarının, fena da değil aslında dizi, bakmayın bana Twin Peaks sevdasından çemkiriyorum da böyle, ne gerek vardı buna? Tamamen orijinal bir şey yapsaydınız. (Ha yaptılar sonra, ilerleyen satırlarda göreceksiniz.)

“Yetmez ama evet” nidaları da Amerika’dan geldi tabi ki. Burada bir dip not düşelim, bugüne dek Amerika’nın bir yerlerden uyarladığı ve içine etmediği iki dizi var: Shameless ve Queer As Folk. Diğer tüm uyarlamalar rezalet, The Killing de dahil.

Ne konusuna değineceğim, ne “gülmedim!” diye surat asarken bıyık altından güldüğüm fakat aslında bayağı geren kısımlarından bahsedeceğim. Laflar hazırlamak için izledim, laflarımı ettim, kapıyı çarparak çıkıyorum buradan.

Rejseholdet

[youtube id=”CBc8Pq3Ds2s” width=”620″ height=”360″]

Bir diğer adıyla Unit One, 2000’de başlayıp, 2004’te biten, Amerika’nın FBI dizileri var (onlara da değineceğim, az sabır) bizim niye yok, diyerek Danimarka’da çekilmiş bir polisiye dizi. Başroldeki kadın kahramanımızın kariyer ve de ailevi sorunlarıyla birlikte yürütülen davalar vs. konu ediliyor. Gerçek bir polisiye tutkunuysanız dizi izleniyor, değilseniz hiç ilişmeyin bu diziye. Zira ta başında turnusol kağıdı koymuşlar, renginize göre devam edip etmeyeceğiniz netleşiyor.

Yine de bahsetmeyecektim bundan ama hem bu yazının bu kadar uzamasına sebep olduğundan, hem de yukarıda Twin Peaks ve apartları dizilere de değinip lafı Danimarka’ya getirmiş ve alttaki şaheser diziye de bağlamak istemişken bir nevi araç oldu bana.

Bron/Broen (Bridge)

[youtube id=”YQO2uV9WzSs” width=”620″ height=”360″]

2011’de tek sezon ve sadece on bölüm olarak yayınlanan bir nevi mini dizi. Gerçi 2013-2014’te 2. bir sezon olabilir lafları dolaşıyor internette ama henüz bununla ilgili bilgi gelmedi bana. (!)

Danimarka ile İsveç’i birbirine bağlayan köprünün ortasında, tam olarak sınırda, bir yarısı İsveç’te, diğeri Danimarka’da olacak şekilde bir ceset bulunursa ne olur? İki ülkenin de bu konuyla ilgilenmesi için görevlendirdiği polis ve ajan olan kimseler birlikte çalışmak zorunda kalır. Fakat aslında bu cinayetin ucu bambaşka yerlere giderse, soruşturmayı yürüten iki insan da birbirinden zıt karakterlerde olurlarsa ne olur? Yok efendim, öyle abuk subuk laf sokmalar olmuyor. İyi bir senaryo ekibi girişmişse bu işe muhteşem bir polisiye/suç dizisi çıkıyor.

Muhtemelen yakın bir gelecekte parası bol Amerikalılar el atarlar buna da ve uyarlamasını çakarlar. Siz onlara uymayın, orijinalini izleyin.

Sons of Anarchy

[youtube id=”xHQMvhcj0EI” width=”620″ height=”360″]

2008’de başlayan ve 6.sezonunu 2012’yle birlikte bitirdiğimiz, 7. sezonu bilinmeyen bir tarihte yayınlanacak olan Türkiye distribütörü olmaktan onur duyduğum muhteşem bir dizi. Çeşitli kaynaklarda dizinin esinlenildiği kimsenin Shakespeare, eserin de Hamlet olduğu yazıldı edildi. Hiç de saçma bir düşünce değil aslında bu.

Jenerik müziği Velvet Revolver gitaristi Dave Kushner imzası taşıyor ve iddia ediyorum ki bu dizinin soundtrack’leri tüm zamanların en iyisi. Azıcık da olsa distortion’a aşinaysanız sadece müzikleri için dahi sevmeye başlarsınız ki 2.sezondan itibaren olay örgüsüne de bağlanıyorsunuz. İlk sezonda daha ziyade karakterleri tanımaya başlıyorsunuz. Dizinin baş karakteri Jax tam bir denyo cıvır. Senelerdir diyorum, yine diyeceğim, “beybi feys” motorcu olmaz, olamaz! Ha bir de platonik aşkım Opie var elbette, dizinin benim için en iyi karakteri.

Konuya da değinelim, bir kasaba düşünün ki polisinden çok motorsiklet çetesinin adalet anlayışına güveniyor. O kadar ki valisinden emniyet müdürüne, işi düşen çeteye koşuyor. Fakat bu çetenin icra ettiği şey adaletten fazlasıdır çünkü kurucu lider öldükten sonra başa geçen Clay silah ticaretine ve tabi ki para kazanmaya da kendini adamıştır. “Bizim kasabamıza asla uyuşturucu giremez!” gibi iddialı söylemlerini de tükürdüğünü yalar poziyonunda mideye indirir nihayetinde. Silahlar İRA’den gelir, Amerika’daki diğer çetelere satılır.

sons of anarchy

Kurucu lider olan Jax’in babası oğluna bir de basılmamış bir kitap bırakmıştır. Jax ilk bölümde bulur bunu ve okumaya başlar. Anarşizmin aslında ne olduğunu ve çetenin var olma amacı için düşündüklerini yazmıştır adam. İşte tam oradan bir alıntı yapmak istiyorum:

“Emma Goldman’ı ilk okuyuşum kitaptan değildi. 16 yaşındaydım, Nevada sınırına yakın bir yerde yürüyüş yapıyordum. Paragraf, bir duvara kırmızı boyayla yazılmıştı. O kelimeleri ilk gördüğümde sanki onları birisi kafamın içinden alıp oraya yazmış gibiydi: ‘Anarşizm: İnsan iradesinin özgürlüğü ve inancın hâkimiyeti, insan vücudunun somut şeylerden ayrılıp özgürlüğüne kavuşması, zincirlere ve hükümetin baskılarına karşı özgürlük, bireylerin özgürce bir araya gelmesinden oluşan toplumsal düzen.’ Ana fikir açık, basit ve doğruydu. Bana ilham verdi. İsyankâr bir ateş yaktı içimde. Ama en sonunda Goldman, Proudhon ve diğerlerinin öğrendiği şeyi öğrendim: Gerçek özgürlük, fedakârlığı ve acı çekmeyi gerektirir. Çoğu insan özgürlüğü sadece istediğini zanneder. Aslında, toplumsal düzenin esaretini, katı kuralları ve materyalizmi arzularlar. İnsanların gerçekten istediği tek özgürlük kendi rahatları için olan özgürlüktür.”

Weeds

[youtube id=”2W6dOEdEAAQ” width=”620″ height=”360″]

2005’te başlayan ve 8 sezonu devirmiş olan bir Jenji Kohan şaheseri. Mary-Louise Parker (Nancy Botwin) inanılmaz güzel bir kadın. Kocası öldükten sonra çocuklarına bakabilmek için torbacılığa başlar ama bir anda her şey yoldan çıkar. Önce mahallesinde, sonra şehirde, nihayetinde ülkesinde ortalık birbirine girer. Soluğu bir başka ülkede alır. Bu dizinin de asıl adamı bana göre mali müşavir ama ot tiryakisi Doug. Gerçekçi olsun diye bir intihar mektubu yazıp, kendini asarak mastürbasyonunu maksimum zevkli hale getirmesiyle gönlümüzde yer edindi.

Bir diğer şahane karakter de sonradan diziye dâhil olan Esteban.  Nancy’nin gizli kalan fantezilerini de hayata geçirmesiyle birlikte bugüne dek gördüğüm en yakışıklı aktörlerden biri kendisi.

Weeds’in gittikçe vasatlaşan bir temposu yok değil elbette ama en kötü sezonunda dahi pek çok diziye fark attığı gerçeği de malum.

The Sopranos

[youtube id=”YDDkCiUhHCc” width=”620″ height=”360″]

1999’dan 2007’ye dek 6 sezon boyunca devam edip nihayete eren başyapıt denebilecek bir dizi. Dizinin fanları olarak ağız birliği ettiğimiz şey “her bölümünden ayrı bir film çıkar”dır.

Dizide bir mafya babası ve ailesinin hayatını izleriz. Dizinin başında Tony Soprano’nun havuzunun yanında, havuzdaki kazları izlediğini görürüz. Kazlar göç ettiğinde panik atak geçiren ve psikiyatriste gitmek zorunda kalan Soprano’nun kariyerinin bitişi gibi zannedilen hadise bir anda her şeyi tersine çevirir.

Life on Mars & Ashes to Ashes

[youtube id=”v–IqqusnNQ” width=”620″ height=”360″] [youtube id=”CMThz7eQ6K0″ width=”620″ height=”360″]

David Bowie’nin tanrı olduğu düsturu ile bu paragrafa başlayalım ve devam edelim. Life on Mars 2006 ve 2007’de yayınlanan iki sezonluk bir dizi. Bir ajan olan Sam Tyler bir cinayeti araştırırken, ortağı hislerine güvenir ve bir ipucunun peşinden gitmeye karar verir. Sam ortağının yakalandığını düşünüp aynı izin peşinden gider ve yolda bir kaza geçirir. Kendine gelir ama o sırada arabanın radyosunda Life on Mars şarkısı duyuluyordur ve gözünü 70’li yıllarda açmıştır. Komada, doğal olarak da rüyanın içinde midir, yoksa bir zaman yolculuğu olmuştur da gerçekten 70’lere mi gitmiştir, iki sezon boyunca bu sorulara yanıt bulamazsınız. Ofisinin olduğu yere gider Sam ve orada bir emniyet müdürlüğü bulur. Her şey kitabına uygundur, şefin yardımcısıdır. Olaylar gelişir.

Ve ikinci sezonun finalinde şaibelere karışan Sam Tyler’ın hikayesi burada bitmez. Ashes to Ashes dizisinde Sam’in raporunu okuyan bir başka ajan Alex Drake vardır. O da kendini bir anda 80’li yıllarda bulmuştur. Sam’in raporunda bahsettiği ekip başka binaya geçmiştir ama her şey rapordaki gibidir. Alex de bunun koma mı yoksa zaman yolculuğu mu olduğunu anlayamaz ama bir yandan da yine polisiye olaylar devam eder gider. 2008’de başlayan bu dizi de 2010 yılında 3.sezonun sonunda öyle bir final yapar ki hem Alex için, hem de Sam için tüm gizem çözülür.

Kurgu bazında benzerinin olmadığı polisiyeler Life on Mars ve Ashes to Ashes. İlhamı David Bowie olan dizilerin kötü olabileceğini de zannetmiyorum gerçi. Birisi tamamen 70’lerde diğeri 80’lerde geçen bu seriyi izlememek herkesin kaybı bana göre. Bizlere polisiyeleri sevdiren Agatha Christie ve Sir Arthur Conan Doyle hikayelerinin basit görünen ama akıcı metinlerini bu seride bulacağınızın garantisini bizzat ben veriyorum.

Sherlock

[youtube id=”-hncC_s6XlM” width=”620″ height=”360″]

Nice Sherlock Holmes uyarlaması gördük. Bazen, bizzat karakterden ilham alınıp bambaşka karakterler çıktı karşımıza, bazen de hikâyeler günümüze taşındı, hatta bazen birebir uyarlandı. Ve gelmiş geçmiş en başarılı dedektif karakterin Sherlock Holmes olduğundan ne kadar eminsem, İngiliz yapım olan BBC’nin Sherlock’unun da son dönem pırtlayanlar içinde en iyisi olduğundan da bir o kadar eminim. (Elementary ne ya, Robert Downey Jr’dan Sherlock mu olur ya?)

Orijinal Sherlock 21.yüzyılın Londra’sındadır, Watson bildiğimiz Watson’dır, ilk bölümden itibaren her şey bildiğimiz biçimde fakat günümüzde geçmektedir. 2010’da başlayan dizinin 3. sezonu bu sene gösterime girecekti fakat uzadıkça uzadı süresi. Yaz aylarında izleyebileceğiz diye umuyorum.

Karakterlerin ve olayların güzelliğinden başka bir şahane unsur da mini dizi formatında, her sezonun sadece 3 bölüm olup, her bölümün gayet uzun olması. En iyi Sherlock bizim Sherlock.

Criminal Minds

[youtube id=”JS70MFXbYEc” width=”620″ height=”360″]

FBI dizilerinin ardı ardına patladığı dönemde, 2005’te başlayan CM’ın 8.sezonu şu anda devam ediyor. FBI’ın Davranış Analiz Birimi ekiplerinden biri olan ve Reid dışında tüm karakterleri tipik ajanlardan ibaret, esasında tepeden bakınca vasat görünen bir dizi.

Fakat bu diziyi güzel yapan şey bir dahi olan Doktor Spencer Reid’le birlikte işledikleri konular. Bugüne kadarki tüm polisiye/suç dizileri içinde konuları bu kadar iyi seçilen bir dizi daha yok. Konu derken kastım hem ekibin ilgilendiği seri cinayetler, kundaklamalar, çocuk kaçırma vakaları vs., hem de her sezon finalinin ekipte birinin geçmişte yaptığı, çözdükleri vakalarda kendilerine kafayı takan psikopatların yaptıkları ve de bugün başlarına geliveren bir olayla ilgili olması.

Sıkılmadan üçüncü sefer baştan sona izleyebildiğim CM’ın diğer güzelliği Reid’den de bahsetmem şart. Hem fotografik hafızası olan, hem sayfaları neredeyse çevirme hızında kitap okuyabilen, zekanın ölçülemeyeceğine inanan ama dahi olduğunu da kabul eden, hayatında piyano tuşlarına basmamış olmasına rağmen, önüne piyano geldiğinde bunun matematiksel olduğunu bildiğinden gayet iyi çalabilen, aşık gibi aşık olsa da sosyal medyadan ve dahi teknolojiden zerre hazzetmeyen, güncel olayları takip etmeyen muhteşem bir adam kendisi. Size kendini vampir zanneden seri katillerin tarihini anlatır en ince detayıyla birlikte ama Twilight denen saçmalıktan zerre hazzetmez. Seri katillerin heavy metal, hard rock ya da rock’n’roll ile olan alakasını görüp Beethoven dinlediği için gurur duyar ama onun da A Clockwork Orange ile özdeşleştiğinden bihaberdir. Daha da yazarım ve zerre sıkılmam, çünkü Doktor Spencer Reid benim izlediğim en iyi dizi karakterlerinden biri.

Criminal Minds’ın bir de sabit bir izleyici kitlesi var. Çoğu diziden hayranlıkla bahsetmez fakat zevkle de izleyip bunu dile getirebilir. O sabit kitleye güvenen yapımcılar, bir bölüm konuk ettikleri bir başka Davranış Bilimi Birimi’nden de bir dizi yaptılar. Criminal Minds: Suspect Behavior adındaki bu dizi 2011’de başladı fakat ikinci sezonun ilk bölümü yayınlanır yayınlanmaz kaldırıldı. Kesinlikle sıkıcı, orijinal diziyle hiç alakası olmayan bir ekipten bahsediyor bu da. Vaktinize yazık, hiç ilişmeyin.

CSI Las Vegas & NewYork & Miami

[youtube id=”MzbpxxJgRzY” width=”620″ height=”360″]

Bakmayın üçünü birden değerlendirdiğime sadece Las Vegas’ın tema müziğini koydum ki içlerinden sadece onu severek izledim. Diğerlerini tamamlamadım bile. Las Vegas ekibinin lideri ve başroldeki Gil Grissom ayrıldıktan sonra bunun pek tadı kalmadı gerçi de, diğerlerine nazaran yine de polisiye/suç dizilerini sevenleri oyalayabilecek düzeyde.

2000’de yayın hayatına başlayan dizi 13. sezonla birlikte yoluna devam ediyor ki sanırım uzun vadede en çok izlenen polisiye dizi bir diğer yandan. E demek ki kitlesi var, izletiyor kendini.

Dizinin karakterlerinden uzun uzun bahsetmek istemiyorum, bir bölüm için gelen ama beğenilince daha sonra da konuk edilen bir genelev patroniçesi olan Lady Heather’dan bahsetmeden geçmek de istemiyorum. Tamamen S&M fanteziler ve çoğuna göre anomali ya da ekstrem diye düşünülen fanteziler için bir genelev çalıştıran bu kadın aslında Grissom’u resmen etkisine alabilecek kadar zeki de bir kadın. Sadece onun olduğu bölümleri izlemek dahi keyifli.

Dexter

[youtube id=”ej8-Rqo-VT4″ width=”620″ height=”360″]

Bir seri katilin başrolde olduğu tek dizi olan Dexter 2006’da yayınlanmaya başladı ve 8.sezonu da önümüzdeki yaz aylarında devam ediyor olacak. Bu sezon  (uzatmalara gitmezse) son sezonu olacak dizinin ve artarak ilerleyen bir kitlesi var. 2006’da “cool” bir durumdu Dexter izlemek ama şu anda şiddet karşıtı ne kadar tanıdığım varsa fanı dizinin. Bunca senedir seri katil psikolojisine meraklı olduğumdan, kitap, film vs. ne bulduysam elden geçirdiğimden bana tu kaka diyenlere insan gerçekten hayret ediyor.

Bilmeyene anlatır gibi konusundan da bahsedeyim, Dexter bir depoda annesi katledildiğinde günlerce onun akan kanlarının ortasında kalmış bir bebektir. Annesinin kanını içerek (hoş bunun da kesinliği yok) hayatta kaldığından mıdır, yoksa doğuştan psikopat olduğundan mıdır bilinmez, öldürmek onun için bir güdü, hatta bir ihtiyaç. Ve kendisini evlatlık alan polis de eğilimlerini fark ettiğinde ve yok edilmeyeceğini anladığında nasıl yakalanmayacağını Dexter’a öğretir ve hedef olarak gerçek adaleti sağlayamayan mahkemelerin salıverdiği suçluları gösterir. Dexter bir adli tıp uzmanı olur ve olaylar gelişir.

dexter

Fakat, hiçbir Dexter yazısında değinilmeyen ama karizmasıyla Dexter’ın ezikliklerinin yanında adeta muhteşem olan, kendisiyle aynı depoda bulunan ama yaş olarak Dexter’dan daha büyük olan kardeşi Rudy Cooper’dan yani nam-ı diğer “ice truck killer”dan bahsetmek şarttır. Hem Dexter gibi tipsiz de değil kendisi. Gayet yakışıklı, gayet edebiyle seri cinayet işleyen bir adam, üstelik zeki de. İnsani bir şey hissetmiyorum, aşk nasıl oluyor, amanın da çocuğum oldu babayım ya da tanrı var mı sorgulamalarıyla karizmasını çöpe de atmıyor. Olması gerektiği gibi bir seri katil yani.

Dexter da genel olarak çok başarılı bir dizi diğer yandan. Bitecek olması da ekranlardaki kan miktarının azalacak olmasından mütevellit birazcık üzüyor beni. Hem diğer yandan Criminal Mind ile öğrendiğimiz cinsel sadist tanımını birebir uygulamada gösteriyordu da bize. O bıçak var ya o bıçak, aslında o penis gibi oluyor. Yani kurbanlarıyla cinsel bir şey yaşamıyorsa da, bıçaklayarak tatmin sağlamasının manası buluyor. Siz Criminal Minds’a çemkiren zavallılara elbette bu ders.

Konuyu toparlamak ve de değinmediğim birkaç diziye de çemkirebilmek için ek başlık:

the-followingBu sene yayın hayatına başlayan nur topu gibi bir dizimiz daha oldu: The Following. Kevin Bacon, Nicolas Cage kadar olmasa da oldukça fazla nefret ettiğim bir aktör. Doğduğundan itibaren suratına botoks basmışlar gibi mimik olmayan bir sıfatla ve o rezalet oyunculuğuyla nasıl böyle bir kariyer yaptı, bu kadar tanındı, hatta aranan oyuncu oldu, hiçbir fikrim yok. Adam kabus gibi arkadaşlar! Fakat Following’i izlenir yapan asıl şey Edgar Allan Poe aşığı bir seri katil olan Joe Carrol rolündeki James Purefoy. Hem karakter çok başarılı, hem de oyunculuk oldukça iyi. Bu dizinin konusu da seri cinayetler işleyen bir edebiyat öğretmeninin 7 sene sonunda hapishaneden kaçmasıyla başlıyor. İçeride olduğu mühlette müritlerinden bir “kült” hatta tarikat yaratan Carrol, bitmemiş işini bitirip yine yakalanıyor. Fakat FBI’yla dalga geçer gibi (gel de sevme) yine kaçıyor. Bu tarikattakilerin hemen hepsi seri katiller, psikopatlar, eski askerlerden oluşuyor. Olaylar geliştikçe gelişiyor, ilk sezon devam ederken 2. sezon onayı da tabii ki alınıyor!

The Closer, 80’lerde yayınlanan bir dizinin 2005’teki uyarlamasıydı ve 7.sezonu da tamamladıktan sonra geçtiğimiz sene yayın hayatına son verdi. CIA’de sorgu konusunda uzmanlaşmış olan bir kadını, tamamı erkeklerden oluşan bir ekibin başına getiriyorsunuz ve kadının gariplikleriyle de birlikte olayla gelişiyor. Eğlenceli diziydi aslında, vasatı biraz zorlasa da fena değildi.

Leverage, 2008’de başlayan ve geçtiğimiz sene 5.sezonunu yayınlanmış olan bir dizi. Karakterleri birbirinden hıyar hırsızlardan oluşan ve bir araya geldikten sonra kendilerince haklının yanında olup dümen çeviren bir ekip. Fakat itiraf edeyim bu diziyi izleme sebebim hayatımın dizilerinden biri olan Coupling’ten bildiğimiz Gina Bellman oldu. Yayından kaldırıldı deniyordu ama anlaşması yenilendi haberleri geldi. Sanıyorum ki devam edecek önümüzdeki dönemlerde.

Cold Case, hikâyeleri de karakterleri de birbirinden denyo olan, bomboş bir diziydi. 2003’te başladı, biraz geç fark ettiler ama 2010’da 7.sezonla birlikte hayatına son verdiler.

prison-breakPrison Break, söylentilere göre Lost’un yayın hayatına başlayıp de giderek efsaneleşen izleyici kitlesi sebebiyle başlamış bir diziymiş. Tutunca devamını getirmişler ki ilk sezonda bitirmek niyetiyle yola çıkılmış. Ha kötü de olmadı tabi, zira bu dizide gerçekten iyi olan tek karakter T-Bag idi ve 3.sezonda düştükleri ikinci hapishane tam anlamıyla muhteşem bir mekandı. Gardiyan yok, polis yok, sadece suçlular var. İçeride biri öldürülse cesedi alıp çıkıyor görevliler. Bir de üstüne içeride tam leş bir lider var ve olaylar geliştikçe gelişti. 2005’te başlayan dizi 2009’da 4.sezonu tamamladı, baş karakter öldü. Nihayete erdik cümleten.

Bu dizinin ekibi baktılar ki ekmek var bu işte, Breakout Kings adında bir dizi daha yaptılar. Dizi 2011’de başladı fakat ikinci sezonun ilk bölümüyle birlikte yayından kaldırıldı. Çünkü gerçekten rezaletti. Ha PB gözdem T-Bag konuk oyuncu olarak yer aldı bu dizide ve önceki karakteri T-Bag olarak yakalanıyordu rol gereği. O açıdan izledik bitti gitti.

24, fikir olarak şahaneydi, karakterler de oldukça başarılıydı fakat sonlara doğru biraz baymıştı açıkçası. 2001’de başlamıştı dizi ve 2010’da 8.sezonu yapıp intihar etti. Ha TV dizileri içinde oldukça iyi de bir yeri var bana göre, heyecan hiç durmamıştı çünkü.

Simon Baker’dan zerre hazzetmiyorum ve The Guardian olsun, The Mentalist olsun, pek de sevmediğim diziler oldu benim. 3 sezon The Guardian için çoktu bile fakat Mentalist, 2008’de başladığı yayın hayatına 5.sezonuyla birlikte devam ediyor. Yine diğerinden hallice bir dizi ve bunu da bana izletir yapan şey yine bir cani, bir katil Red John karakteri oldu. Bu karakter de dizi tarihinin en başarılılarından kesinlikle.

behzat-cVe gelelim gururumuz Behzat Ç’ye. Birkaç ay öncesine dek inatla “arak” diyen arkadaşlara diş bilerken adli tıp uzmanı seri katillerin (bkz. Dexter) olaya dâhil olmasıyla birlikte artık çemkiremiyorum. Açıkçası ayrıntılı bir Behzat Ç yazısı da yazmak istiyorum fakat dizinin akıbeti belli olmadığından bundan da emin olamıyorum. Bu sezon bitecek deniyor fakat internet üzerinden de devam edebilir diye not düşülüyor. Bir grup insan bitmeyecek de diyor. Kafalarımız karışık. Ben de kitapları dizinin ilk sezonu bittikten sonra okuyanlardanım ve Türkiye’de yapılmış en iyi dizilerden biri olduğundan da eminim. Ayrıca Erdal Beşikçioğlu’nun olağanüstü oyunculuğu da var elbette. Yine de not düşeyim: Behzat Ç’yi seviniz.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.