STEVE VS. ADRIAN: 30 Yıllık bir sevgi – nefret, hırboca bir dosluk öyküsü

1036
0
Paylaş:

Muhteşem bir müzik grubunu muhteşem yapan şey hangi faktörlere bağlıdır? Elemanların ayrı ayrı sahip oldukları müzikal dehalar mı yoksa tek başına çok bir halt olamayacak elemanların tamamen şans eseri olarak bir araya geldiklerinde sahip oldukları kimyaları mı?

Konumuz 1980’ler boyunca Metal müzik türünün en iyi albümleri arasında sayılabilecek 7 başyapıta imza atmış olan Iron Maiden. “Metal müziğin en büyük grubu”. Hani şu 1990’lara geldiklerinde ve o efsane albümleri üreten kadrodan tek bir taşın kopmasıyla tökezlemeye başlayıp 2. taş da koptuğunda topal hale gelen efsane grup.

Maiden elemanlarından Bruce Dickinson ve Adrian Smith, Maiden’da bulundukları ve gruptan ayrı oldukları dönemlerde bir seri solo çalışmaya imza atmışlardı, malum. Ancak her daim “solo albüm yapmam kadar saçma bir şey olamaz, Maiden zaten benim kendi grubum” diyen kurucu eleman / ana besteci / patron / dükkan sahibi Steve Harris de bu sene ilk kez bir solo albüm yayınlayarak bizi şoke etti… Aslında bu iyi bir şey zira yazının en başında sormuş olduğum sorunun yanıtını belki bu albüm sayesinde alabiliriz, kim bilir?

Ama önce biraz geriye dönelim. 10 – 20 sene sonra lazer tabancaları ve uçan arabaların olacağına inancın tam olduğu 1980’li yıllara.

TEŞHİRCİLİKTEN KAHİNLİĞE UZANAN YOL

[youtube id=”CI-LoFQeSNc” width=”620″ height=”360″]

Londra’nın East End bölgesinden ENDÜSTRİ MESLEK LİSESİ mezunu ve TOPÇULUĞA meraklı Steve Harris isimli bir genç, hayranı olduğu UFO, Free, Thin Lizzy, Wishbone Ash gibi gruplar tarzında müzik yapmak üzere yola çıkıyor. Herifte öyle bir enerji ve gaz var ki, ilk başlarda İngilaz Klasik Rock’ı kalıpları içerisinde müzik üretirken, örnek aldığı adamların önüne geçmek üzere onların yaptığı müziğin daha hızlısını, daha vahşisini ve daha maçosunu üretmeye başlıyor. Öyle maço ki bu herifin müzikal görüşü, kadınlar hakkında seksist şarkı sözleri yazma klişesini bile kenara atarak kadınlar ve seks hakkında hiç yazmamaya başlıyor! (bkz. “ben KARI müziği yapmam aga, ben delikanlıyım”) Yanında vayşi davulcu Clive Burr, temiz yüzlü gitar virtüözü Dave Murray (aslen kızıl saçlıdır ancak sonradan sarıya boyar), melodik solocu Dennis Stratton ve it kopuk solist Paul Di’anno ile grupla aynı ismi taşıyan devrimci ilk albümlerini yapıyorlar. “Iron Maiden” Punk esintisinin ardından geri dönen İngiliz Metalinin yeni dalgasının öncülüğünü ediyor, inanılmaz olumlu eleştiriler alıyor. Bir de bunun üzerine grup, beraber turneye çıktığı büyük grupları bile ezince…

Bu Steve Harris denilen, bas gitarı darbuka gibi çalan adam ilk albümde bestelerin de hemen hemen tamamını yapıyor. Kendisi ile dikleşenleri de gruptan postalama gibi bir huya sahip, grubun başka türlü yürümeyeceğini düşünüyor. İlk kurban Dennis Stratton oluyor. Yerine Glam Rock / Boogie kökenli, melodik, pop hissiyatlı bir gitarist getirmekte kararlı. İki tercih arasında kalıyor, biri Urchin grubunda gitar vokal yapan, Humble Pie / ZZ Top arası müzik üreten Adrian Smith, diğeri de Adrian Smith’in hem fiziksel hem de stil bakımından fotokopisi sayılabilecek, Girl grubunda T-Rex ve Sweet’in sertleştirilmiş hali bir müzik üreten Phil Collen. Adrian Smith katılmayı kabul ediyor, Phil Collen da birkaç sene sonra kardeş grup Def Leppard’a giriyor.

2. albüm “Killers”ta gruba ayrıca “6. Eleman” olarak anılan usta prodüktör Martin Birch katılıyor. O günden sonra Maiden albümleri özgün ve şahane sound’ları ile de öne çıkıyorlar.

[youtube id=”57EFctMvl-g” width=”620″ height=”360″]

“Killers”ta hazırda duran besteler üzerine giden grup, it kopuk solist Paul Di’anno’yu da şutlayıp çok daha farklı bir tarza sahip Bruce Dickinson’ı alıyor. Bu kadro ile beraber grup “The Number Of The Beast” efsanesine imza atıyor. Thrash Metal için “Master Of The Puppets”, Speed Metal için “Reign In Blood”, Death Metal için “Altars Of Madness”, Hard Rock için “Machine Head” neyse, bu albüm de klasik Heavy Metal için odur. Bu albüm ile Iron Maiden bir Steve Harris projesi olmaktan çıkar, gerçek bir grup olur; Adrian Smith besteler ile gelerek Steve Harris’in agresif ve marşımsı melodilerini akılda kalıcı, duygusal hard rock motifleri ile dengelemeye başlar, kendi başına ayrı bir vizyoner olan solist Dickinson muazzam vokal armonileri ve riffler ile olaya katkıda bulunur ve en önemlisi, usta prodüktör Martin Birch bu çok farklı yetenekleri dengeleyip ortaya çıkan müziği rafine bir biçimde kulaklara ziyafet gibi gelecek bir prodüksiyonla sunar.

[youtube id=”S32tvj8BsA0″ width=”620″ height=”360″]

Iron Maiden’ın 1990 senesine dek yapacağı albümlerin tümü temelde bu üç elemanın müzikal gerginliğine, birbirleri (ve kendileri) ile yarışa girmelerine ve de bu durumda oluşabilecek olan kaosun ve saçmalıkların, grubun sağ beyin lobu olma görevini üstlenen Martin Birch tarafından dengelenerek tamamen olumlu bir yöne akıtılmasına dayanır. Ortada her daim bir ters yöne itme gücü hakimdir: Bruce Dickinson grubu sürekli daha yenilikçi yönlere çekmeye çalışırken Adrian Smith yıllar geçtikçe kökleri olan Melodik Hard Rock türüne meyletmeye ve grubu o yöne çekmeye çalışır. Diğer yandan Steve Harris grubun tarzının dirayetini korumak amacı ile müzikal “namus bekçiliği” oynar; ne de olsa Iron Maiden onun grubudur ve grubun ruhu en çok onun kalbine yakın durmaktadır. Bu üç elemanın almış oldukları pozisyonu dışarıdan gözlemleyen ve bir nevi ajan provokatörlük oynayan Martin Birch de “he güzellerim benim, kardeşsiniz siz” diyerek bu şeytan üçgeninden muazzam müzikal eserler sağar.

Maiden’ın güzelliği bir havai fişeğin patladığında saçtığı harikulade renk cümbüşüne benzer. Maiden söz konusu olduğunda bu fişeğin o renkleri yayma süresi 5 albüm olmuştur, ancak akabinde kaçınılmaz olarak sönme gelecektir zira bu 3 birbirinden farklı müzikal gücün sonsuza dek bir arada duramayacağı, bir noktada gövdenin çatırdayacağı ve bölüneceği kesindir.

VE ÇÖKÜNTÜ.

1990 senesi geldiğinde hem Bruce Dickinson hem de Adrian Smith solo albümler üretirler ve yeni Maiden albümü için gruba geri dönerler. Dickinson basit Hard Rock parçalarıyla dolu “Tattooed Millionaire” ile deşarj olur. Smith “Silver And Gold” albümü ile yıllardır planladığı AOR albümünü aradan çıkarır ve rahatlar.

[youtube id=”-a_ton6RJbc” width=”620″ height=”360″]

Ortada deşarj olamayan bir Steve Harris kalmıştır, bu nedenle yeni Maiden albümü Steve Harris’in deşarj, kafa dağıtma, gevşeme albümü olacaktır. Albüm için beste yapma aşaması çok kısa sürer çünkü Harris bu kez stres yaşamadan albüm yapmak ister. Bu durum Adrian Smith’i memnun etmez, Bruce ise çoktan kendini geyiğe vermiştir, umursamaz. Steve Harris ayrıca albümü iyi bir stüdyoda değil de çiftliğinin ahırında (!) kaydetmek isteyince bu Adrian Smith için bardağı taşıran son damla anlamına gelir; Adrian Smith grubun ilerlemeyi sürdürmesini, kaldığı yerden devam etmesini, grubun ilk dönemlerdeki sound’una dönmeye çalışmamasını istemektedir.

Ve gruptan gönderilir. Yerine de Adrian Smith gibi bir itici güç olmayan, Steve Harris’in ve Bruce Dickinson’ın yönelimlerine ek 3. bir vizyoner olamayan emir eri gitarist Janick Gers getirilir. 1990’da grubun önceki 7 albümün yanından bile geçemeyen “No Prayer For The Dying” gelir. Ardından da Janick Gers’in kısıtlı müzikal kültürüne dayandırılmış ticari günü kurtarma albümü “Fear Of The Dark” gelir. Ancak artık grubu ileri götürecek o üçlü gerginlik, şeytan üçgeni yoktur, grubun yerinde sayacağı aşikardır. Son iki albümdür emeklilik psikolojisine girmiş olan Martin Birch havlu atar, Bruce Dickinson da sıkıntıdan patladığını söyleyerek gruptan ayrılır.

Maiden’ın kariyerinin bundan sonrasında Steve Harris’in elindedir tüm ipler. Tamamen yanlış bir seçim sonucunda gruba alınan solist Blaze Bayley ile yapılan albümlerde prodüksiyon dahil tüm kontrol Harris’tedir. “The X Factor” ve “Virtual XI”, Steve Harris’in Maiden vizyonudur, eğer kontrol önceden de tamamen onda olmuş olsaydı Maiden’ın her zaman üretmiş olacağı albümlerdir. Bas gitarın önde durduğu, kötü miksajlı, garaj sound’lu, melodilerin çok basit ve bol sayıda tutulduğu, nakaratların seyirciye eşlik ettirme psikolojisi ile bol tekrarlardan ibaret olduğu kayıtlar.

Grup çuvallar, yok olmaya başlar, ta ki Bruce ve Adrian gruba dönünceye dek.

Bu iki adamın geri dönüşü ile Maiden tekrar değişmeye, tekrar bir grup haline gelmeye başlar. Tek bir farkla: Artık Steve Harris 1990 senesindeki adam değildir, o gerçek anlamda “dükkanın sahibi”dir. Artık Steve ile tartışıp ona bir şeyler dayatacak bir prodüktör ya da yarım yamalak da olsa bir demokrasi yoktur grupta. Her yenilikçi fikir, her melodi Steve’in süzgecinden geçerek albümlere yansır. Steve de yaşlanmıştır, artık eskisi kadar çok beste yapmak istemediğinden diğer elemanların getirdiği besteleri kendi bildiği şekilde düzenlemek ile yetinir. En kötüsü, prodüksiyona burun sokmayı sürdürür. Ortaya güzel müzik ve “yanlış” prodüksiyon içeren albümler çıkar.

4 albümdür Iron Maiden sürekli yükselişte olan bir müzikal grafiğe sahip, burası bir gerçek. Grubun bu yaşta ve kariyerlerinde bu noktada yapabilecekleri en iyi şey müzikal yelpazelerini genişletmeye çalışmaları. Sonuçlar her zaman iyi olmak zorunda tabii ki değil (misal Metallica ve Lou Reed faciası, ama her şeye rağmen sırf böyle bir deneye ortak oldukları için bile kutlanmaları gerek – sonuç KEPAZELİK olmuş bile olsa). Ama kim 80’lerde yapılmış besteleri tekrar tekrar dinlemek ister ki? Bunu Janick Gers’e sormak lazım.

Gelelim bu solo albümlere…

GOING MOBILE!

Bruce ve Adrian daha önceden solo albümler yayınlamış oldukları için Maiden dışında da, tek başlarına durduklarında ne gibi bir kapasiteye sahipler, güçlü ve zayıf yönleri neler, bunları biliyoruz.

Bruce yanına aldığı müzikal dinamo her kim ise (Roy Z, Alex Dickson) ona göre şekil alan, ancak şekil alırken bir yandan da Lars Ulrich’in James Hetfield ve Kirk Hammett’ı bir A&R yetkilisi gibi fikirleri ile yönlendirmesi sonucu (bkz. Ulrich’in ‘Enter Sandman’ riffine son halini vermesi) besteciyi ve besteleri şekillendiren bir vizyoner, gerçek anlamda “sağlam kulak sahibi”. E dahası adamın en büyük yetisi muhteşem lirik ve nakaratlar yazabilmesi, bir de üzerine albümleri konsept bazında, bir bütün olarak değerlendirebilip, neyin çıkartılıp neyin kalması gerektiğine karar verebilmesi durumu olunca… Bunun kanıtı muazzam-üstü “The Chemical Wedding” albümüdür (ki bu albümde Adrian Smith’in de bir rolü vardır).

[youtube id=”l1jK4HN9Nfw” width=”620″ height=”360″]

Adrian Smith ise gerçek bir müzisyen. Her enstrüman için üst üste katmanlarca bölüm yazabilen, kendi tarzında müzikal kompozisyon oluşturma anlamında bir dahi. Adrian Smith’in imzasının olduğu bir albümde iki şey garanti altındadır: Leziz gitar tonları ve her yeni dinleyişte farkına varacağınız farklı müzikal ayrıntılar. Diğer yandan Adrian Smith’in en zayıf yönü de gene bu ayrıntılara boğulma durumudur. Bir AOR çalışması olan ilk solo albümü “Silver And Gold”da bile enstrümantasyon o kadar yoğundur ki bu durum çoğu zaman akılda rahatça kalması planlanan parçaların dinlenebilirliğinin önüne geçer.

İlk Psycho Motel albümü “State Of Mind”da muhteşem müzisyenliğin ve leziz bestelerin yanında saçma sapan bir parça sıralaması ve buna bağlı bir dengesizlik vardır. Bu yüzden albüm bir bütün olarak işlemez. İkinci ve çok daha üstün Psycho Motel albümü “Welcome To The World” ise Klasik Hard Rock ile Grunge’ın karakterli bir bileşimidir, ancak berbat bir zamanlama sonucunda, Grunge tarzının demode olduğu bir zamanda üretildiği için tamamen es geçilmiştir. Bunların tümüne ek olarak, bütün bu çalışmalarda olayı rafine bir hale getirecek ve projeyi gözetecek bir prodüktör olmayışı, prodüksiyonu kendi başına kotarmaya çalışması her daim ayrı bir handikap oluşturmuştur.

[youtube id=”35v3XjuV62s” width=”620″ height=”360″]

Madem Adrian Smith’le girdik, önce onun solo projesi Primal Rock Rebellion ile başlayalım vurup kırmaya.

PRIMAL ROCK REBELLION – AWOKEN BROKEN – SPINEFARM RECORDS, 2012

Aslında vurulup kırılacak bir şey yok… Meshuggah’ımsı İngilaz grup Sikth’in frontman’i Mike Goodman ile yaptığı albüm “Awoken Broken”, içine girmesi zaman alan, ancak içine girdiğinizde sizi müzikal bir ziyafete sürükleyecek başarılı bir albüm.

Adrian Smith’in sürekli kendini yenilediği, yeni arayışlar içine girdiği iyi bilinir. Maiden’ın en yenilikçi albümü “Somewhere In Time”a gitar synthesizer’larını getiren odur, Hard Rock tarzını bırakıp King’s X’in “Dogman” albümü gibi bir şeyler kaydetmek isteyen de. Maiden’a drop d akord yöntemi dışında halen en yenilikçi besteleri sunan elemandır. Sikth gibi bir grubun frontman’i ile çalışma fikri ise gerçekten beklenilenden çok daha uçlarda bir “yenilik”, zira Adrian Smith’in ürettiği müzikte her daim melodik vokaller parçaları taşıyan etmen olmuştur.

Neyse ki Goodman bu albümde atonal, gırtlaktan vahşi vokallerine ek olarak melodik vokaller de yaparak kendini aşmış ve Smith’e ayak uydurmuş. “Awoken Broken” çok geniş bir müzikal yelpazeye sahip. ‘No Place Like Home’, ‘Search For Bliss’, ‘Bright As A Fire’ gibi tipik gaz Smith bestelerinin yanında ‘I See Lights’ (ki çok yanlış bir tercihle albümden internete sürülen ilk parça oldu), ‘Awoken Broken’, ‘Snake Ladders’ gibi daha ekstrem parçalar mevcut. Bazı parçalarda ise (ki bu parçalar albümün en iyileri) bütün bu yönelimler bir araya gelerek orijinal bir sound ortaya çıkıyor: Candlemass nakaratlı ‘White Sheet Robes’, spastik verse riffleri ve whammy’li soloların melodik bir nakarat ile dengelendiği ‘Savage World’ ve tabii ki hip-hop davul loop’ları üzerine çalınmış enfes bir riff ile açılıp yine enfes bir keman pasajı ile tamamlanan ‘No Friendly Neighbor’. Bu parçalarda Goodman hem “vayşi” vokal stilini, hem de yeni edindiği Hard Rock vokal stilini güzelce sergiliyor.

[youtube id=”xk7oFKeUCMw” width=”620″ height=”360″]

Albümün en güçlü parçası ise Smith’in gelmiş geçmiş en iyi ballad’ı ‘Tortured Tone’… Albümün tam merkezinde yer alan bu parça, tarzlar, stiller vs… ötesine geçerek duyguların ve melodilerin konuştuğu bir düzenleme başyapıtı. Albümü ilk dinleyişimde bu parçanın ötesine geçemedim, bir 10 defa başa sarıp bu parçayı dinledim ki benim gibi bir “albüm insanı” için çok absürd bir durum bu, diğer birçok tanıdığım da benzer durumu yaşamış. Albümü kesinlikle müzikal anlamda şaha kaldıran inanılmaz bir parça bu, özellikle final nakaratında Adrian Smith’in Bryan Adams stili vokallerinin eklenmesi ile olay kelimelerin tarif edebileceği alanın dışına çıkıyor.

[youtube id=”WX5NgSsXSWk” width=”620″ height=”360″]

Müzikal anlamda dopdolu olan bu albümün içine girilmesini epey zorlaştıran iki de faktör mevcut maalesef. İlki yukarıda bahsettiğim ayrıntılara boğulma olayı. ‘Tortured Tone’ dışında albümde kusursuz düzenlemeye sahip parça yok. Bir noktada parçaların gereğinden fazla “müzikalleştiğini”, bazen de “müzikalleşmesi” gereken yerde fazla düzleştiğini hissediyorsunuz. Ve buradan da olayı ikinci sebebe bağlıyorum: PRODÜKTÖR. Herif gene mütevazılığından prodüktörsüz çalışmış, hem de bu sefer kendi evinde kaydetmiş. Eğer olayın başında durup gidişatı gözetecek bir prodüktör olsa vereceği tavsiyeler ile hem bu parçalar şahlanırdı (zira her parçada inanılmaz müzisyenlik ve melodiler mevcut), hem de prodüksiyon adam gibi olurdu. Primal Rock Rebellion’ı Smith kendi başına, muhtemelen sadece VST teknolojisinden faydalanarak kaydetmiş ve editing esnasında bazı çapaklar temizlenmeden bırakılmış. Compression denilen olayın suyu çıkarılmış, miksajı nasıl yaptılarsa mastering’de olay Frankenstein canavarına dönmüş. “Casual” dinleyici sırf bu kulağı yoran sound yüzünden zaten hali hazırda alışılması zor olan bu albüme 2. bir şans vermeyecek, “fena değilmiş işte” deyip kenara atacaktır muhtemelen, zira “casual” dinleyici kulağından içeri gireni oturup analiz etmez, kendini nasıl hissettirdiğine bakar. “Awoken Broken” bu anlamda rahat bir dinlenirliğe sahip değil ne yazık ki.

Eğer Adrian Smith bu albümü mütevazılığını kenara atarak gerçek bir prodüktör ile, gerçek bir stüdyoda kaydetmiş olsaydı sonuç bundan çok daha iyi olurdu. Elimizdeki albüm harika müzisyenlik içeren bir albümün ön prodüksiyon çalışması gibi daha ziyade. Eğer başında bir “Martin Birch” olursa Primal Rock Rebellion’ın ikinci albümü bir başyapıt bile olabilir çünkü hem Adrian Smith yaratıcılığının zirvesinde, hem de Mike Goodman o zamana dek clean vokal olayını daha ileri götürmüş olacaktır. Kısacası Adrian Smith’in ihtiyacı olan yegane şey, bir yönlendirici.

İlk hırbomuzu geçtikten sonra geliyoruz asıl hırboya…

STEVE HARRIS – BRITISH LION – EMI RECORDS, 2012

Steve Harris’in hayatı 3 döneme ayrılıyor:

  1. 1. Aile adamı, görev adamı, reyiz Steve: İlk karısı ile evli olduğu, 80’lerin sonuna dek giden dönem.
  2. 2. Raydan çıkmış, Nikki Sixx’in gazına gelmiş Steve: No Prayer ile Fear Of The Dark arası, KARILI-KIZLI lirikler yazıp Amarıkan radyolarına girmeye okey verdiği dönem (ki yemedi).
  3. 3. Korumacı, defansif Steve: Karısının, prodüktörünün ve vokalistinin kendisini terk ettiği dönem. Hem evlatlarına ve ailesine, hem de grubuna karşı panik içinde korumacı ve aşırı kontrolcü davranmaya başladığı dönem.

Bu 3. dönem Steve’in kendi kararlarını uyguladığı, sorumluluğu kendi üzerine aldığı dönemdir. Rezil prodüksiyonlu Blaze albümleri de, “Dance Of Death”in facia kapağı da, “Dance Of Death”in berbat mastering’i de, tepki olarak “A Matter Of Life And Death” ve “The Final Frontier”ın HİÇBİR mastering işlemine tabi tutulmamış olması da bu kontrol manyaklığının bir sonucudur. “Üç beş yakaroğluna ipleri teslim edelim de madara mı olalım” düşüncesinin gövde gösterisidir.

Şimdilerde Steve’in 4. dönemine doğru gidiyoruz. Bu “British Lion” albümü de bunun miladıdır denilebilir. Herif önce sahneye GAPRİ ile çıktı, sonra çoluğunu çocuğunu bırakıp yeni karısı ile Bahama’lara gitti ve yılların yorgunluğunun ardından “gevşemek benim de hakkımdır lan” dedi. Bu Maiden’ın beklenen final albümü için iyi de olabilir, kötü de.

Bu albüm için ise maalesef kötü olmuş… Zira bu bir Steve Harris solo albümü bile değil!

Bu yazıyı okuyanlar arasında deli Maiden fanları varsa belki hatırlarlar. Steve ‘90’lar başında prodüktörlük ve genç grupların elinden tutma sevdalısı olmuştu. (Gerçi prodüksiyondan anladığı şey çiftliğinin ahırındaki ahşap kirişi göstererek “sound’u şahane güzelleştiriyor” demenin ötesine geçmedi o da ayrı konu, bkz. aşağıdaki belgesel) O aralar tuttuğu iki grup vardı, biri Dirty Deeds’di –ki bu heriflere hakikaten de prodüktörlük yapmıştı-. Diğeri de British Lion gibi kıro isimli bir gruptu.

[youtube id=”xjxou8-o3uk” width=”620″ height=”360″]

Açıkçası yılların Maiden fanıyım arkadaşlar. BEN MALIMI BİLİRİM (Deniz Tuncer’e selamlar olsun). Steve Harris birden bire karizmatik bir biçimde ortaya çıkarak “yıllardır turnelerden ve albümlerden vakit kaldıkça birkaç dostum ile beraber üzerinde çalıştığım bir albümdü bu, grup elemanlarımın bile haberi yok” dediğinde bir gram bile inanmadım sözüne. Herif bariz biçimde “Bruce uçak bakım firması kurdu, Adrian da solo albüm yaptı, ilgi gene onlar üzerine kaldı, bütün takdiri onlar topluyorlar” diye komplekse girmiş, “gerçek Altuğ benim laaan, kim bu adamlar” diyerek sert bir çıkış yapmak istemiş.

Neden mi? Arkadaş sen demiyor muydun basın bülteninde “ben Britanyalılığım ile övündüğüm için albüme bu ismi verdim” diye. Ee, meğer o elinden tutmak istediğin British Lion grubunun besteleriymiş bunlar da üzerine konmuşsun???

Evet, böylece Steve Harris daha en baştan 1-0 yenik duruma geçiyor, ah be baba, ah be… 10 parçalık albümde British Lion grubunun 2 farklı tecessüdünden kalma 9 parça yer alıyor. Bir kısmını solist Richard Taylor eski gitarist Grahame Leslie ile (aslında sadece bir tanesini), bir kısmını da sonradan gelen gitarist David Hawkins ile yazmış. Steve Harris ise 2000’ler Maiden albümlerinin tümünde olduğu gibi her parçaya aranjör olarak el atmış ancak yayınladığı ilk “solo” albümde el alemin kendine getirdiği besteleri aranje etmekle yetinmesi abes bir durum. Neticede söz konusu olan adam, Maiden’ın ilk 2 albümünü neredeyse tek başına bestelemiş, Maiden’ın klasiklerinin büyük kısmını tek başına yazmış adam. Ve solo albümün bestelerini pazardan topluyor!

Parçalar farklı farklı dönemlerde yazılmış, bu çok belli. ‘This Is My God’, ‘Karma Killer’ ve ‘These Are The Hands’ gayet modern sound’lu parçalar. ‘Eyes Of The Young’ bariz 90’lar başında “belki hit olur” diye yazılmış. ‘Lost Worlds’ ve ‘Us Against The World’ ise biraz üzerinde uğraşılsa Maiden tarafından kullanılabilecek parçalar.

[youtube id=”XwHs4n18BUo” width=”620″ height=”360″]

Albümün en iyi parçası ise aynı zamanda albümde müziğini Steve Harris’in tek başına yazdığı tek parça, ‘The Chosen Ones’. Ancak bu parçanın Maiden ile alakası yok, hatta şöyle söyleyeyim, bu tam anlamıyla bir UFO parçası! Steve Harris sonunda hayalindeki UFO tarzı besteyi yapmış, solist Richard Taylor da tam anlamıyla Phil Mogg gibi bir sese sahip olduğundan ortaya cuk diye oturmuş.

Ve bunca yazdığım şeye karşın albüm maalesef çok vasat bir albüm olmuş.

Öncelikle Phil Mogg dedim ya. Paul Rodgers stili, kısıtlı oktav aralığına sahip iniltili İngiliz Hard Rock vokalleri… İngiltere’de her nedense çok sevilen, İngiltere dışında ise dinleyicilerin “nesi efsane ki lan bu vokallerin?” diye düşünmesine sebep olan şu vokal tarzı. İşte bu Richard Taylor efendi o tarz vokale sahip ancak tabii ki o solistlerin yandan yemişi. Kesinlikle ama kesinlikle şu albümün en büyük handikapı bu adamın varlığı. ‘The Chosen Ones’ ve kapanıştaki enfes akustik ‘The Lesson’da herifin vokaller bir biçimde müzikle bütünleşiyor, ancak özellikle ‘Us Against The World’  ve ‘Judas’ gibi parçalarda adam nakaratta sesi yetmediği için inliyor ve rezil oluyor. Bir de bunun üzerine kupkuru, garaj sound’lu prodüksiyon ile adamın sesinin zayıflığı hepten vurgulanınca…

Ha prodüksiyon demişken, Steve bu albümün de kayıtlarını kendi başına yapmış. Miksaj için Maiden’ın son 4 albümünde çalıştığı Kevin Shirley’e gitmiş ama Shirley Steve’e karşı gıkını çıkaramadığından saçma sapan bir miksaj çıkarmış. Hayatınızda profesyonel bir albümde duyabileceğiniz en berbat Ride sound’u bu albümde arkadaşlar.

Hadi albüm Steve Harris’in solo albümü, sound da onun gibi olsun dedik diyelim. Basların neden diğer enstrümanların bu kadar önünde olduğunu anlayabiliriz bu sayede. Neticede ‘80’ler Maiden albümlerinde de bu böyleydi… İyi de o albümlerde Steve Harris, John Entwistle gibi resmen solo-bas çalıyordu, parçaları neredeyse baslar götürüyordu. Özellikle de kendi yapmadığı bestelerde, adeta imzasını mümkün olduğunca belirgin biçimde atmak istediğinden baslar coştukça coşuyordu, oturun dinleyin ‘Revelations’ı, ‘Powerslave’i, ‘Two Minutes To Midnight’ı.

[youtube id=”hjoxJsgbWbM” width=”620″ height=”360″]

Bu albümden tek umutla beklediğim şey işte buydu: Klasik egomanyak Steve Harris bas bölümlerinin dönüşü. Bir kere albüm adamın ismini taşıyor, e besteler de başkasına ait. Ama hayır… Baba Maiden’ın son 10 senesinde olduğu gibi bas bölümlerini tamamen özelliksiz ve düz tutmuş, ya öküz gibi akor vuruyor ya da gitarı takip ediyor. Gitar bölümlerinin dışına taşan melodiler, lick’ler sergilemiyor. Sadece ama sadece o lakır lukur tonlar onun stilini anımsatıyor, o kadar.

Ee, ne kaldı geriye? Besteler başkasının besteleri, bas stili kendi bas stilin değil, seni çağrıştıran tek şey maalesef yüz kızartıcı biçimde son 15 senedir üzerinde durduğun kötü prodüksiyon. Bu mu olmalı Steve Harris solo albümü? Bu mu Iron Maiden’ın geri kalanını devreden çıkardığın zaman ortaya çıkacak olan albüm?

Eğer bu albümde o lakır lukur bas tonu olmasaydı kimse bunun bir Steve Harris solo albümü olduğunu tahmin edemezdi. Açıkçası müzikal açıdan bu albümü değerlendirmek de pek istemiyorum zira tekrar tekrar bıkmadan belirttiğim gibi, bunlar başkalarının bestelerinin Harris tarafından aranje edilmiş halleri. Peki nedir “British Lion”? Neden bu albümün kapağında kocaman “Steve Harris” yazıyor? Sakın bu hali hazırda mevcut olan bir grubun üzerine konup, apar topar albüm kaydedip, albümü de solo albüm kisvesi altında yayınlatma durumu olmasın? Bence başka açıklaması yok çünkü şu albümün üzerinde bu adamın ismi yazmasa doğru dürüst kimse kâle alıp dinlemezdi bile.

Haa… Cidden oturup şu besteleri kendi başına üretmiş olsaydı, mimarlarından biri değil de tek mimarı o olsaydı, işte o zaman farklı bir analiz gerekirdi. İşte o zaman bu albüm anlam kazanırdı. Şu haliyle bu albümün ne olduğu bile belli değil. Solo albüm değil, British Lion albümü değil, hiçbir şey değil. Kesin olan tek şey, bunun kötü vokalli orta karar bir Hard Rock albümü olduğudur.

SONUÇ VE ANA FİKİR

Bazen parçaların toplamı, olması gerekenden çok daha büyük bir bütünü ortaya koyar. Tek başına orta karar sayılabilecek parçalar birleştiğinde harika bir bütün oluşturabilir (bkz. Voltron). Maiden bunun örneğidir. Adrian Smith’in de, Bruce Dickinson’ın da büyük yeteneklerine karşılık bazı zaafları olduğu, tek başlarına durdukları zaman aldıkları bazı kararların kötü olmasından anlaşılabilir. Ancak günümüzde Maiden’ın asla eski Maiden gibi olmayacak olmasının sebebi Steve Harris’tir. Kanıtı da “British Lion” albümüdür. Zamanında taptığımız bu büyük adam, sırtında koca bir dev grubun yükünü yıllarca taşımaktan dolayı yılmış, törpülenmiştir. Belki Steve Harris bugün de ‘80’lerdeki Steve Harris olsa, diğer elemanların bugünkü halleri ile birlikte ‘80’lerdekinden bile daha üstün bir Maiden’ın liderliğini yapıyor olabilirdi. Ama “British Lion” gösteriyor ki Steve Harris artık Maiden’ı ileri değil, geri götüren güç konumunda. Maiden kariyerinin sonuna gelmişken ve artık üreteceği tek bir stüdyo albümü kalmışken buna da şükretmek gerek evet…

Ama neden daha iyisi olmasın? Neden bir biçimde Steve Harris’in içinde üretim ateşi tekrar tutuşup Adrian ve Bruce’un yetenekleri ile o eski gerginliği yakalayarak yeni bir ölümsüz başyapıta imza atmasın? Bu konuda tek umudumuz Bahamalar’daki yaşantının Steve Harris’e güzel bir tatil gibi gelip pillerini şarj etmesini sağlamasıdır.

Biraz sabırlı dinleyiciler için Primal Rock Rebellion çok güzel müzikal tatlar ve gayet ilgi çekici denemeler içeren, dolu dolu bir dinleti vaat ediyor. “British Lion” ise maalesef beklediğimiz o dillere destan olacak Steve Harris solo albümü değil, vasat ve özelliksiz bir İngiliz Hard Rock albümü.

 

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.