12 öykü – 12 soru ile Doğu Yücel: “Her ütopyanın sonu distopyadır”

1762
0
Paylaş:

Birkaç ay önce yeni kitabı “Güneş Hırsızları”nı çıkaran Doğu Yücel fantastik – bilim kurgu türündeki 12 farklı öykü ile hayal gücünün sınırlarını zorlamaya devam ediyor.  Bunu yaparken fantezi ile gerçek dünya arasındaki ölçüyü ustaca dengelediği için, uzayın derinliklerinde kaybolmadan gezinebiliyorsunuz hikayelerin içinde. Kitap boyunca aşk masalından uzay savaşlarına, sihirli bir sinema salonundan maceralı bir otobüs yolculuğuna, her öyküde bambaşka dünyalara, “çok acayip” hikayelere sürüklüyor Güneş Hırsızları. Kitabın bir diğer güzel yanı daha var; yazarın müzik tutkusu bu kitapta iyice ön plana çıkıyor ve her öyküye bir şarkı ilham kaynağı oluyor, hatta birçoğunda şarkılar doğrudan öyküye eşlik ediyor. Doğu Yücel bu durumu bir adım öteye taşıyıp kitabında adı geçen ya da ilham kaynağı olan şarkılardan bir playlist hazırlayıp Deezer’da yayınladı. (Şuradan dinleyebilirsiniz >> http://www.deezer.com/playlist/1087693101)

Biz de bu sıra dışı kitaba özel, sıra dışı bir röportaj gerçekleştirelim dedik ve Güneş Hırsızları’nda yer alan her öykü için bir soru sorduk. Bol bol müzik, sinema, edebiyat ve bilim-kurgu konuştuğumuz “12 öykü 12 soru” röportajımız için buyurun Doğu Yücel’in fantastik sofrasına…

Rüya Tarifleri’nde bir rüya aşçısının naif ve pembe hikayesine bile Napalm Death ve Bad Religion gibi gruplardan söz edecek kadar tutkulusun müziğe. İleride daha müziğe odaklı bir çalışma yapmak istiyor musun? Mesela İzmir’li heavy metal grubu Rampage senin bir hikayenden yola çıkarak şarkı yaptı, peki sen şarkı sözü ya da bir konsept albümün hikayesini yazmak ister miydin?

Evet “Rüya Tarifleri”nde Napalm Death’in geçmesi oldukça ilginç bir hareket:) Romantik bir kadının penceresinden pembe bir öykü anlatılıyor. Her şey normal seyrinde devam ederken bir anda zıbam diye araya Napalm Death giriyor! Fight Club’da Tyler Durden filmlerin arasına penis karesi sıkıştırır ya, onu hatırlatıyor bana. Bir pop baladının arasına ‘You Suffer’ı yapıştırmışsın gibi:) Ama bunu metalciyim, araya metal koyayım da metalciler de okusun diye yapmadım tabii ki. Sırf gönderme yapmak için öyküdeki olay örgüsüne müdahale etmek o öyküyü öldürür. Öykü ne isterse o olur. Ozzy Osbourne’un “Hayatın Gıcık Anlamı”nda rol alması da bu şekilde oldu mesela. Diğer yandan hâlâ orta okulda elinde walkman ve kulaklıkla insanlara metal dinletmeye çalışan, “dinleseniz seversiniz” diyen saf çocuk olduğumu itiraf edebilirim. Bir yanım hâlâ bu teze inanıyor. “Güneş Hırsızları”na Deezer’da soundtrack yaptım, hayatında rock – metal dinlememiş okurlarımdan bazıları en çok o listedeki metal şarkılarından heyecanlandı. Demek ki dinleyince gerçekten seviyorlarmış:)

Evet, müziğe odaklı bir çalışma en büyük hayallerimden. Rampage daha önce Varolmayanlar’dan esinlenerek “Army of the Visionaries”i kaydetmişti, bana sürpriz yapmışlardı. Şimdi “Güneş Hırsızları” için şarkı yazıyorlar, bu defa sürpriz değil:) Müzikle ilgili bu noktadan sonra ne yapabilirim bilmiyorum ama şu hayattaki en büyük uktem ortaokulda kurduğum grubu sürdürmemiş olmak. Bir gün bestelerinde ve şarkı sözlerinde parmağımın olduğu, ritim gitar çaldığım bir EP kaydetmeyi hayal ediyorum. Zaten yolda yürürken ya öykü kurgularım ya da kendi kendime uydurma bir şarkı mırıldanırım. Belki bir gün bunları kaydetme cesaretini kendimde bulurum…

Sinemaya tek başına gidenlerden biri olarak, Emek Sineması’nın yıkılışı duygusal anlamda senin için ne ifade ediyor? Sanat düşmanları bir şehrin tüm sihrini birer birer bozmaya devam ederken, şehrin kurtuluşu uzaylı minik bir kahramanın parmağının ucunda mı?

Emek Sineması her sinemasever için mabetten farksız bir yer. İzmirli olmama rağmen en özel sinema deneyimlerimden birçoğunu orada yaşadım. “Contact”i izlediğim günü unutamam. Salon tamamen doluydu ve o kritik sahnelerde çıt çıkmıyordu. Spoiler On- Sanki hep beraber Jodie Foster’ın ışınlandığı gezegene gitmiştik – Spoiler Off. Böyle bir büyülenmeyi AVM’lerin fast food katlarına sıkıştırılmış cep sinemalarında yaşayamazsınız…

İnsanoğlunun evriminin başlangıcında uzaylı müdahalesi olabileceği teorisi var ya, sanırım aynı şekilde medeniyetin saplandığı bataklıktan kurtulması için de bir uzaylı parmağına ihtiyacımız var. Ben yakın zamanda akıllı uzaylı varlıklarla temasın gerçekleşeceğini düşünüyorum. Biz şanslı bir nesiliz, televizyonun da, cep telefonun da, internetin de icadını yaşadık. Bu tarihi anı da yaşayabiliriz, neden olmasın:) Belki yüz yüze değil ama uzaktan yabancı bir akıllı canlıyla görüşme yaşanabilir. O zaman her şey değişir. Zaten buna benzer bir olay olmadan insanoğlunun adam olacağı yok.

Karanlığın Ortasında, bir mafya babası “kulağını mı keselim, gözünü mü?” dediğinde “gözünü” diyenlerin buluşma öyküsü mü? ☺ Karanlığın anlamını sorgularken “müziksiz kalmak mı yoksa ışıksız kalmak mı daha karanlık?” diye düşündün mü? Daha politik açıdan bakarsak, karanlık bir dönemden geçtiğimiz bu zamanda senin ışığın hangisi? Müzik mi, sinema mı, edebiyat mı?

Düşler ve kabuslar forumunda yazdığım mafya babası fantezisini söylüyorsun. O aslında bu kitapta da yer vermek istediğim bir öykünün bölümüydü. Sonra yazmaktan vazgeçtim… Işığım hangisi? Çivisi çıkan dünyanın ilacı bence ancak müzik olabilir. Buna gerçekten inanıyorum. Edebiyat da önemli, sinema da. Ama bence ikisi de doğaları gereği hayatı değiştirmek konusunda yeterince etkili olamazlar. İyi edebiyat zaten giderek seçkin bir sanat disiplini olmaya doğru gidiyor. Sinema ise halk için eğlence olmuş durumda. Müzikte de böyle bir tehlike var ama belli olmaz. Yeni bir John Lennon çıkabilir ve ‘Imagine’ gibi devrimci bir şarkıyı herkesin ağzına dolayabilir. Bunların ötesinde müziğin her tür engelin ötesinde bir sanat olduğunu düşünüyorum. Edebiyat ve sinema için eğitim gerekir, okumak görmek gerekir. Müzik ise her türlü engeli aşabilen yegane sanat dalıdır. Sağırların şarkı sözleri ve aldıkları titreşimlerle müzik dinlediklerini biliyor muydunuz? Eğer güçlü bir şarkı yaparsanız sağır sultan bile duyar ve hayatı değiştirebilirsiniz. John Lennon vurulmasaydı belki de şu an farklı bir dünyada yaşıyor olacaktık. Bu yüzden, hayata dair, anlama sahip, hakiki, insanları uykudan uyandıracak müziklerin yaygınlaşması şart. Burada görev müziksevere düşüyor. Bu açıdan baktığımızda şarkı sözlerinin önemini yitirmesinden çok rahatsızım. Şarkı sözlerine ulaşmadığımız internetsiz çağlarda bile şarkı sözlerine dinleyici daha çok dikkat kesiliyordu. Şimdilerde kimsenin umrunda değil sanki. Bir albümün değerlendirmesinde şarkı sözleri mevzu bahis bile olmuyor. Eğer müzik algısı bu yönde değişiyorsa, müziğin etkisi eğlendirmenin ötesine geçmez tabii ki.

“Noel Baba’yı Kim Öldürdü Lan?” adlı öykün daha önce 20 farklı yazarın öykülerinden oluşan “Kar İzleri Örttü” adlı kitapta yer almıştı. Kendi kitabına da koymak istemenin özel bir sebebi var mı?

Joey DeMaio’nun (SAV) dediği gibi: “İyi öyküler ağaçlarda yetişmiyor.” (“Şarkılar” demişti tabii ki.) Her biri için ciddi bir mücadele veriyorsunuz. Zaman harcıyorsunuz, kafa patlatıyorsunuz. Bu yüzden tek bir derlemede kalmasını istemedim. Aslında bu kitaptaki “Noel Baba’yı Kim Öldürdü Lan?” ve “Dünyanın Sahiplerine Bakmıştık” kitabın çıkış tarihini de etkilediler. İkisi de yılbaşında geçiyor. O yüzden Kasım ayının kitabın çıkışı için doğru bir zamanlama olduğunu düşündüm, takvimimi ona göre ayarladım. Böyle de garip huylarım var:) Şimdi bir başka derleme için yeni bir öykü yazdım, adı “Hayatımın Rolü”. Bu derleme bildiğim kadarıyla Şubat’ta çıkacak. Eğer yıllar sonra bir öykü kitabı daha yazarsam bu öyküyü ona da koyarım, hiç acımam:)

Aynasız Güzelin Masalı, türü bakımından diğerlerinden çok ayrı bir yerde duruyor. Bir çoban, çobana aşık olan güzel kız ve kızın peşindeki avcı gibi klişeleri, hayal gücünün ötesine taşıyıp uzayda buluşturduğun etkileyici bir masala dönüştürürken esin kaynağın kim ya da neydi?

Aşk öykülerine yazar olarak da okur olarak da mesafeliyim. Sonuçta hemen hemen hiç aşk şarkısı yazmamış Iron Maiden’ın ve aşka nadiren bulaşmış Stephen King’in askerlerindeniz:) Aşk tıpkı inançlar gibi sömürüye açık bir malzeme. Gerçekten usta işi ve samimi bir şekilde kullanılmadığı sürece benim için bir şey ifade etmiyor. Bilimsel tarafı olmayan, içten içe aşkı sorgulamayan her aşk öyküsü bence insanların duygusal boşluğundan istifade eden klişelerden ibarettir. O yüzden eğer öykü kendini yazdırmıyorsa ve gerçekten bir yaşanmışlık yoksa aşk öyküsü yazmam. Bu öykünün perde arkasında otobiyografik bir an var. Çıkış noktası Hayalet Kitap’a benziyor yani:) Diğer yandan, instagram’la, like kapma budalalığıyla, selfie trendiyle yükselişe geçen kibir dalgasının da etkisi var. Binbir Gece Masalları’na düşkünlüğüm, Müfit Özdeş’in bilimkurgu ile masal edebiyatını bir araya getirdiği anlatıların da payını es geçmemeli.

dogu-yucel

Melek adlı öykün, anlatım dili ile 1999 yapımı Dogma filmini anımsatıyor sanki. Dolmuştaki teyze karakteri ile iyiliğin ve kötülüğün yaratıcısı olan bir tanrıyı mı tasvir ettin? Diğer yandan, bir gün bu dünyada iyilerin kazanacağına inanıyor musun?

O öyküyü başka birçok şeye benzettiler. Luc Besson’ın Angel-A filmine benzeten de oldu mesela. Bence de çok özgün bir öykü sayılmaz ama Twilight Zone hissine sahip olmasından dolayı seviyorum kendisini. Evet, yaşlı teyze tanrıyı tasvir ediyor. Genelde erkek olarak çizilir tanrı, yaşlı bir teyze olsun bu defa dedim. Yaşlı teyzeleri sokakta gördüğümde çok şaşırıyorum, bana çok “mucizevi” görünüyorlar, ben o yaşta evden dışarı adımımı atmam hayatta:) İyiler kazanacak mı? Artık iyilik nedir, kötülük nedir her şey birbirine girdi. O kadar sahte iyi var ki etrafta, kendini erdem timsali gibi gösteren, basmakalıp laflarla ahlaktan söz eden, dünya iyisi olduğu sanılan ama biraz yakından baktığında ne kadar empati yoksunu, benmerkezci, kötü niyetli olduğu fark edilen… Düşündüğün zaman, bugüne kadar işlenen suçlar, başlatılan savaşlar hep “iyilik” içindir, onların “iyilik” kavramı neyse onun için. O yüzden belki de herkesin kendi çıkarına göre eğip bükebildiği soyut bir iyilik fikri yerine artık yeni, daha gerçek, daha somut bir hedef koymak gerekiyor. Ben şahsen bilimin kazanacağı bir gelecek hayal ediyorum. Bugün dünyadaki kötülüğün çoğu devlet mekanizmasına ve organize dinlere dayanıyor. Her ikisi de geçmişte bir ihtiyaçtı ama artık değiller. Devlet neden yaratıldı? Çünkü insan toplulukları kendilerini idare edemiyorlardı ama artık edebilirler, internet diye bir şey var. Zaten bu yüzden devletlerin internetle arası iyi değil. İnanç ihtiyacı da doğada olup bitenleri anlamamızdan kaynaklanıyordu. Yıldırım çakıyordu, sebebini Thor’a bağlıyorlardı. Artık bilim öyle bir noktaya geldi ki, galaksinin diğer ucundaki kozmik bir olayı bile açıklayabiliyoruz. Teknolojiyle ideal devlet mekanizmaları oluşturulabilir, her alanda bilim kontrolü ele alabilir. Çok Matrix-vari düşündüğümü sanmayın, Zeitgeist gibi akımlar, Venus Project gibi girişimler alternatif modelleri bilimsel metotla öneriyorlar. Bizim nesil görmez ama sonraki nesiller daha bilimsel hayat biçimlerini görebilirler. Ama tabii ki acı gerçek: Her ütopyanın sonu distopyadır.

Edebi açıdan kitabın en güçlü öyküsü olan Evim Güzel Evim’de Maupassant’a olan hayranlığın dikkat çekiyor. Maupassant hikayeleri senin için büyük önem taşıyor olmalı. Ya da şöyle soralım; Doğu Yücel bugünlerde kimleri okurken kendinden geçiyor?

Maupassant’ı hep severdim ama son üç senede onun dehasını daha iyi fark ettim. Her tarzda yazması beni çok etkiledi. Çünkü en baştan beri ben de onu yapmaya çalışıyorum. Ustalara baktığımız zaman belli tarzlarda uzmanlaştıkları görülüyor genelde. Poe’lar, Lovecraft’ler hep gotik öyküler yazdılar, Asimov’lar hep bilimkurgu yazdı, Vian’lar sürrealist takıldı, Çehov’lar hep klasik yazdı vs… Maupassant ise her tarzda kalem oynatan nadir ustalardan biri. Çok kısa bir sürede yazdığı yüzlerce öykü, onlarca roman var. Çok kafa dengi bir yazar aynı zamanda. Bu beni çok etkiliyor. Stephen King’e en çok bu yüzden çarpılmıştım. Benim gibi düşünen, benim güldüğüm şeylere gülen, benim dinlediğim grupları dinleyen, benim takıldığım detaylara takılan bir adam diye sevmiştim. Hadi King benim çağdaşım ama Maupassant’ın 19.yüzyılda böyle bir frekans yakalamış olması çok etkileyici. Ayrıca dili ve kurgusu da benim aradığım ve hedeflediğim tatta. Bugünlerde beni mest eden az yazar var. Bret Easton Ellis’e sardım bir ara ama bayağıdır yeni roman çıkarmıyor. Murakami’yi seviyorum ama son romanı yakın tarihin en sıkıcı romanı olabilir. King dışında yaşayan bir idol yazarım yok sanırım, onu da epeydir okumadığımı söylemeliyim.

dogu-yucel-gunes-hirsizlari-kitap“Dünyanın sahiplerine bakmıştık”, kurgusuyla 70’lerin bilim kurgu klasiği “Close encounters of the third kind”a bir tribute niteliği taşıyor ve hemen ardından gelen hikayenin adı da “Üçüncü Türle Aşırı Yakın İlişkiler”. Kitaptaki hikayeler arasında bunun gibi başka bağlar, ufak bulmacalar var mı? Eğer birden fazla varsa bize bir ipucu verebilir misin? Tersten okununca ortaya çıkan bir mesaj mesela ☺

Satır aralarına “sürpriz yumurtalar” koymayı seviyorum ama bunu yaparken çok dikkatli davranıyorum. Çünkü bir öyküdeki en ufak bir fazlalık o öykünün etkisini azaltır. Sırf sıkı bir okurunun hoşuna gidecek bir numara yapayım derken öyküye zarar verirsin. Bu kitap aslında bir bakıma ilk kitabımın devamı niteliğini taşıyor. Devam öyküleri de var, kardeş öyküler de. Mesela “Rüya Tarifleri”, ilk kitaptaki “Rüya Çocuk”un ablası gibi. O öykünün sonunda bahsedilen “12 şarkı” aslında kitaptaki “12 öyküyü” temsil ediyor. “Hayatın Gıcık Anlamı”, ilk kitaptaki “Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı”nın bir nevi devamı. Bilinen anlamda devam öyküsü ise “Güneş Hırsızları”. İlk kitaptaki “Hayalet Gemi’nin 14 Delisi”nin devamı o. Kerem Onan, “Hayalet Kitap”tan sonra yazdığı bir yorumda benden “Hayalet Gemi’nin 14 Delisi” gibi bir bilimkurgu beklediğini yazmıştı. İşte o kitap bir anlamda bu kitap:) Haliyle “Güneş Hırsızları”nda “Hayalet Gemi”ye birçok “selam” var. Başka da benzeri durumlar var ama artık okurlar bulsun onları da:)

Bilim Kurgu içerisinde soğuk savaşın başından 80’lere kadar iki ana akım baskın oldu: Direkt bilimsel veriden faydalanan ve başını C Clarke ve Asimov’un çektiği İlerlemeciler ve kara mizah, polisiye, sosyal bilimlerden faydalanan, başını PKD’nin çektiği gerçeküstücü ekip. Senin de mizah kullanımın ve ölçülü ve kontrollü şiddet karşıtlığın sebebiyle ikinci gruba yakın olduğunu düşünüyorum ne dersin?

Evet, ikinci anlayışa yakın olduğum söylenebilir. Ama tam olarak da orada değilim. Benim tarzım sanırım Jules Verne ile H.G.Wells arasında bir yerlerde. Bilimkurgu’nun ciddi ve ağır yazarlarını da severim ama “hard science fiction” dalında kalem oynatabilmem için bilim konusunda çok daha yetkin olmak gerekiyor. O yüzden benim borum şimdilik sadece hafif bilimkurgu sularında ötebilir:) Ama şu da var, ağır bilimkurgucu abilerin birçoğunun hafif bilimkurgu örneklerini de görüyoruz. Stanislav Lem’in “Gelecekbilim Kongresi” buna bir örnektir, en sevdiğim kitaplar arasında. Asimov’un hümanist öyküleri mesela ya da Ray Bradbury öyküleri iyi örnekler olabilir. Philip K. Dick’in romanlarıyla olmasa da öyküleriyle bir paralellik kurulabilir. Douglas Adams’ı atlamamalı, özellikle “Dünyanın Sahiplerine Bakmıştık” tam bir “Otostopçu” öyküsü gibi. Tabii tüm bu yazarların ötesinde Orhan Duru, Zühtü Bayar ve Müfit Özdeş’ten bahsetmem gerek. Özellikle Özdeş ve Duru gençliğimde beni çok etkilediler. Orhan Duru’nun tüm öykülerinin bir araya getirildiği antoloji bir ara başucu kitabımdı. Ama en çok Müfit Özdeş hayranıydım, tek kitabıyla beni büyülemişti.

Varolmayanlar’da da dini konulara ince ince dokundurmalar vardı, bu defa “Hayatın Gıcık Anlamı” isimli öyküde buna devam etmişsin. Sanırım yola geleceğe benzemiyorsun :)

Evet, aslında ilk kitaptan beri bunu yapıyorum. İlk kitapta “İlahi Düello” isimli öyküm vardı. Bu öyküyü gönderdiğim yarışmadan “dini konularla uğraştığım” gerekçesiyle diskalifiye edilmiştim. Bu beni durdurmadı. Durdurmamalı da. Çünkü gördüklerini edebi bir süzgeçten geçirdikten sonra ödün vermeksizin yazmak her yazarın sorumluluğudur. Son olarak Charlie Hebdo trajedisinde de gördüğümüz üzere şu an özgür ifade üzerindeki en büyük gölge ve korku unsuru organize dinler. Özellikle bizim gibi aydınlanma çağından geçmemiş coğrafyalarda yaşayanların temel meselelerinden biri olmalı bu. Ama tuhaftır, bu konuya parmak basmış yazar sayısı çok az. Sözüm ona toplumsal gerçekçi edebiyatçı abilerimiz yıllarca biz bilimkurgu ve fantastik yazarlarının gerçeklikten kopuk olduğunu söyleyip durdular. Ama yakın tarihimizde Sivas katliamı olmasına rağmen bu konuda edebi ürünler çıkmamasını eleştirmediler. Bugüne kadar kaç kişi din konusunda kalem oynatmaya cesaret etti ki? Ben sadece Aziz Nesin ve Zühtü Bayar’ı anımsıyorum. “Je Suis Charlie” diye yazıp duruyorlar, hangisi Charlie Hebdo’nun sert mizahının binde biri oranında kutsal kavramlara eleştiri getirmiştir? Tam tersine tasavvuf maskesiyle dini duyguları hoşnut etmeyi tercih ettiler çoğu zaman. Oysa dindar kesim başta olmak üzere herkesin edebiyattan beklediği asıl şey dürüstlüktür. “Hayatın Gıcık Anlamı” gibi öyküler yazmama rağmen dini bütün okurların kitaplarıma ilgi göstermesini buna bağlıyorum, dürüstlük ve sorgulama… Yeni ve adil bir dünya kurmak istiyorsak önce kendimize karşı dürüst olmalı ve bu güne kadarki seçimlerimizi sorgulamalıyız.

dogu-yucel-Camgöz ve Duman, bir çocuğun ve bir polisin gözünden Gezi olaylarıyla ilgili minik bir süper kahraman hikayesi. Hikayede polisin oğluyla bir baba olarak asla iletişim kuramadığını görüyoruz. Bugün artık iyice belirginleşen yeni şehirleşmiş muhafazakar orta sınıfın empati yoksunluğu gelecek nesillere nasıl yansıyacak sence? Ya da ilk şehirleşenlerin ardından gelen nesillerin TC’de tıpkı Deniz Gezmiş’ler ya da 98’liler ve Gezi’ciler vb muhalifleşmesi gibi bu kesimin çocuklarından da böyle bir şey bekleyebilir miyiz sence? Ben özellikle bu ihtimali iktidarın çok ciddi düşündüğünü ve çocukların sosyal çevresini din ile sınırlandırmak için İmam Hatip’leştirmeye hızla devam ettiklerini düşünüyorum, sen ne dersin?

Evet, İmam Hatip operasyonu ve diğer yasal değişikliklerle bu konuda ne kadar kararlı olduklarını görebiliyoruz. Böyle giderse istedikleri gibi kindar bir nesil yetişecek. Bunu zaten epeydir öngörüyordum ama Charlie Hebdo olayının ardından gelen “ama”lı nefret yorumlarından sonra kitlenin bu yolda ilerlediğinden emin oldum. Tam bu noktada bize, yani iki taraftan söz edilecekse, bizim tarafta olanlara büyük iş düşüyor. Karşı taraf siyasi otoritenin söylemiyle iyice uçlara doğru ilerliyor zaten. Aynısını biz de yaparsak bu ülkenin sonu gelir. Gezi iyi güzeldi ama Gezi bilinci orada kalmamalı. Bütün hayatımıza bunu yaymamız gerekiyor. Oysa tam tersini yapıyoruz.  Herkes bütün mesaisini “bizim taraf”ı hoş tutmak için twitter’da “yardırmakla” geçiriyor. Kutuplaşmayı körükleyen tweet’lerin follower artırmak dışında bu topluma hiçbir faydası yok. “Camgöz ve Duman”da biraz da bu empati köprüsünü kurmaya çalıştım. Polis babanın eylemci oğluyla empati kurabilmesi zor oluyor ama sonunda oluyor. Ben her şeye rağmen umudumu yitirmek istemiyorum. Hayal gücü gelişmiş, sanata düşkün, teknolojiye meraklı bir toplumuz. Şamanik genlerimizde doğa aşkı ve ritim sevdası var. Zihnen geri giden, müzik duygusundan yoksun ve doğayı yok eden bu anlayışa er geç bir gün dur diyecekler, buna inanmak istiyorum.

Kitaba adını veren hikaye, John Carpenter’ın They Live’ini andıran çok güzel bir kapitalizm eleştirisi. Sanki tam bir roman olarak planlanmış bir işi kısa kesmişsin gibi okunuyor. Ne dersin? Nereden geldi “Güneş Hırsızları”nı yazma fikri? Güneş Hırsızları’nı yazmasaydın, kitap adını hangi öykünden alırdı?

Bu sorunun zamanlaması ilginç çünkü geçen gün annem taşınma faslı sırasında 1997 tarihli bir defterimi buldu. İçinde hem ilk kitabımın hem de ikinci kitabımın öykü listelerini yazmışım. Orada ikinci kitabımın adını “Güneş Hırsızları” koymuşum ve öykü listesinde “Güneş Hırsızları” dahil “Güneş Hırsızları”ndaki bazı öykülerin taslak isimleri var. Defteri görünce şoke oldum, liseden beri disiplinli bir şekilde öykü yazdığımı hatırlıyorum ama o yaşta iki kitabın şablonunu çıkaracak kadar ileri gittiğimi (!) bilmiyordum. Kısacası epey eski bir öykü “Güneş Hırsızları”. Bir dönem roman olmasına karar vermiştim, bu yüzden Hayalet Kitap’ın biyografisinde “şu an Güneş Hırsızları üzerinde çalışıyor” diye bir cümle geçer. Ama günümüze gelince uzun öykü olmasında karar kıldım. Bunun başlıca sebebi Gezi olaylarıydı. Kafamda dönüp duran öykü yaşadıklarımızla fazlasıyla örtüşüyordu. Ben de bunu sıcağı sıcağına paylaşmak istedim. Eğer roman yapmaya kalkışsaydım, yazması, araştırması, bilimsel altyapısını kurmak falan yıllarımı alırdı, belki de roman çıktığında iş işten geçmiş, öykünün atardamarı olan umut fikrinin hiçbir şey ifade etmediği bir tarihte çıkardı. Kısacası Güneş Hırsızları ve bu kitaptaki birçok öykü aslında bir tür eylem ve bu eylemlerin olaylar sıcakken yapılması gerekiyordu. Tabii bu demek değil ki, öyküler üzerinde az çalıştım, zaten dediğim gibi bu öykülerin en az yarısı on yılın üzerinde bir süredir kafamda dönüp duruyor.

Bir ara kitabın adının “Rüya Tarifleri” olabileceğini düşündüğümü itiraf etmeliyim. Bu çok ticari bir hamle olurdu. Malum halkımız bayılıyor bu tip rüya tabirleri, bilmemne burçları, yaşam koçları, uzak doğu falları vesaire gibi hurafe kokan ifadelere. Adını “Rüya Tarifleri” koysam, “ana akım”a göz kırpan soyut bir kapakla bu kitabı çıkartsaydım iddia ediyorum en az iki misli satardı. Ama ben satmak için değil, okunmak ve insanların hayatına dokunmak için yazıyorum. Ee ne de olsa, tavizsizliğin babası Steve Harris ile büyüdük:)

 

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.