Baba Demek, Çatışma Demek: Edebiyatın Temel Meselelerinden “Baba-Oğul İlişkisi” Ekseninde “Ulysses”

7472
0
Paylaş:
ulysses - paslanmaz kalem

Bir baba, dedi Stephen, umutsuzluğa düşmemek için çırpınarak, gerekli bir beladır.

                                                           “Ulysses”, “Scylla and Charybdis” Bölümü

Edebiyat listelerinden hoşlanın ya da hoşlanmayın, çoğunda İrlandalı yazar James Joyce’un “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” ve “Ulysses” romanlarının (hatta listenin biraz daha aşağılarında da öykü kitabı “Dublinliler”in de) yer almasının sizi bir kere durdurup düşündürebilmesi gerekir. Külliyatı üç roman, bir öykü kitabı, bir oyun, bir çocuk kitabı, üç şiir kitabı ve bir miktar makale ile mektuptan oluşan bir yazarın en az dört eserinin (son romanı “Finnegans Wake” de zaman zaman gözükür) dünya çapındaki bu listelerde gözükmesinin nedeni sadece İngilizce dilini kullanmadaki dehası ve bilinç akışı yöntemini uygulamadaki üstünlüğü olamaz. Böyle bir yazarın kitaplarına konu aldığı meselelerin de insanlığın ortak bilincindeki en temel olgulara değinmesi ve bunlara yepyeni, görülmemiş yaklaşımlar getiriyor olması gerekir. Veya yepyeni yaklaşımlar getiremiyorsa da -modernist akımların uyguladığı temel tekniklerden biri olan arkaik, kadim bilgileri ve kurgu ögelerini kullanarak, bozarak ve yeniden yaratarak- bu olgulara değişik bir bakış açısı getirebiliyor olması gerekir.

James Joyce

Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” din, politika, sanat ve estetik felsefesi gibi konuları işleyen bir bildungsroman* olmasıyla edebiyat dünyasındaki yerini hak ederken, “Ulysses” ise bütün insan varoluşunu ve kimi edebi yorumlara göre de zamanın ve bütün evrenin sonsuzluğunu İrlanda’nın başkenti Dublin şehrinde 16 Haziran 1904 gününde geçen olaylar üzerinden anlattığı için hak etmektedir. Joyce, bu romanında sayısız konu üzerindeki düşüncelerini yüzlerce gönderme, alıntı, şifre ve esprilerle okuyucusuna aktarır. Benzeri görülmemiş bir zenginliğe sahip böyle bir kitapta, kurguyu oluşturacak olay örgüsü için de edebiyatın ve sanatın (ve aslına bakarsanız, tarihin de) temel meselelerinden olan baba-oğul ilişkisinin (ve çatışmasının) seçilmesi çok manidardır. (*) “Bildungsroman”: Almancada ortaya çıkarak bütün dillerde kullanılan edebi bir terim. Türkçeye “oluşum romanı” olarak çevrilen ve bir karakterin ruhsal ve fiziksel olarak olgunlaşmasını anlatan roman türü.

“Kahramanın Yolculuğu”nun şematik bir özeti

Konunun, edebiyatın en büyük eserlerine temel kurgu malzemesi olması, onun, insanlığın ortak bilincinin derinlerine kök saldığının bir göstergesidir aslında. Hatta Amerikalı mitolojist ve yazar Joseph Campbell’in “The Hero with a Thousand Faces” çalışmasında dile getirdiği ve Jung’un “kahraman arketipi” üzerine kurduğu “kahramanın yolculuğu (monomit)” teorisinde de bu çatışmadan bahsedildiğini hatırlatmamız gerekir. Tarihin bütün dönemlerindeki eserlerde ve folklorde (ve hatta psikanalist Carl Jung’un da dile getirdiği şekilde insanların rüyalarında) üstün güçlerinin farkına varan kahramanın, çıktığı yolculukta alt etmesi gereken canavarların ardından, yolculuğunun sonuna doğru yüzleşmesi gereken babası da monomitteki en zorlu safhadır.

Psikoloji, baba-oğul çatışmasının temelinde, babanın çocuğunu “yaşamının bir uzantısı” olarak görmesi olduğunu söyler. Çocukluk yıllarında buna herhangi bir itirazı olmayan evlat, yaşı ilerledikçe kendi kişiliğini kanıtlamaya yönelir. Sigmund Freud’un ortaya attığı “Oedipus Kompleksi” kavramı da bu çatışmayı cinsel bir temele dayandırır: Oğul, annesini kazanabilmek için bilinçaltında babasını yenmesi gerektiğini düşünmektedir. Özetle, bir erkeğin kimliğini ispat etmesi için bilinçaltında “otorite,” “kanun” ve “iktidar” gibi kavramlarla eşleşen baba figürünü alt etmesi gerekmektedir.

Baba-oğul ilişkisi Homeros’un vazgeçilmez temalarındandır

Edebiyata bakalım: İlk aklımıza gelecek olan isim, şüphesiz ki, az önce de dile getirdiğimiz Sophocles’in Oedipus’udur. Oedipus bilmeden babasını öldürür ve şehri Thebes’e lanet getirir. Yunan medeniyetinin ve dolayısıyla da Batı kanonunun temelini oluşturan Homeros’un “İlyada” ve “Odysseia”sında da araları aslında oldukça iyi gözüken babalar ve oğullar görürüz. Yalnız bu iki eseri değerlendirirken antik Yunan’a ait hatırlamamız gereken sosyal kodlar vardır. Antik Yunan toplumu son derece ataerkil bir yapıya sahipti. Erkeklerin pozisyonu, hele hele de bu erkekler güçlü ve cesursalar, el üstünde tutulurdu. Oğullara değer verilirdi; özellikle de babalarının yolundan gidip onların asil başarılarını takip ederlerse daha da itibar görürlerdi. Dolayısıyla Homeros’un bu iki destanında Priam ve Hector ile Odysseus ve Telemachus ilişkilerinde karşılıklı sevgi, gurur ve hayranlık olması bizim için sürpriz olmamalıdır. Ama burada çoğu zaman atlanan bir gerçek ise bu baba-oğul ilişkilerinin başarısına ışık tutar: Priam ve Odysseus uzun süreler boyunca evlerinden ve oğullarından uzaktadırlar. Mesafeler sayesinde baba ve oğul birbirlerine karşı bu güçlü sevgi ve takdir duygularını oluşturmuştur. Ve dikkat edin; “Odysseus”ta Telemachus tam kendi monomiti, kendi yolu ve başarısı üzerinde çalışırken babası geri döner ve günü kurtarır. Çocuğun kendini kanıtlayabilme imkânı da ortadan kaybolur.
 
Klasik dönemde Shakespeare’in “Hamlet”i karşımıza çıkar. Shakespeare, mezardan dönen babasının hayaletinden saldırı emirleri alan bir Prens Hamlet anlatır bize. Daniel Defoe’nun meşhur romanı “Robinson Crusoe”da da bu konu önemli bir alt metin oluşturur. Crusoe’nun babası oğlunun “orta yolu” tercih etmesini isterken oğlu, kendini kanıtlamak adına denize açılır ve başına hepimizin çok iyi bildiği felaket gelir. Akıllı ve ciddi bir adam olan babası, Robinson’un yaratılışındaki uçarılığı önceden fark etmiş ve ona gerekli uyarıyı yapmıştır: Ona kendi ülkesindeki güzel, refah dolu hayatını bıraktıran şey, basit bir “gezip tozma” eğiliminden başka nedir ki?
 
İngiliz yazar Charles Dickens’ın romanlarındaki babaların yokluğu da kayda değerdir. Oliver Twist, Nicholas Nickleby, David Copperfield ve Pip gibi karakterlerin babalarının yokluğunda alt etmeleri gereken zalim bir dünya vardır. Dickens bir romanına bir baba figürü yerleştirmeye karar verdiğinde de “David Copperfield”deki Bay Micawber karşımıza çıkmaktadır. Bu karakter, Dickens’ın kendi babası gibi, sorumsuz ve etkisizdir. Çoğu zamanını borçlarından dolayı hapiste geçirmekte ve David’e herhangi bir yardımda bulunamamaktadır.
 
Takdir edersiniz ki, her dönemle yeni çehreler, yeni ifadeler ve yeni akımlar gelse de baba-oğul meselesi kolayca çözülemeyecek gibidir. Çağdaş romanlara baktığımızda, örneğin Philip Roth’un “İnsan Lekesi”nde Coleman Silk, babasının onun Howard Üniversitesi’ne gitme hayalini reddederek bir boksör olur. (Daha sonra da ailesine ve ırkına da sırtını dönecektir.) Toni Morrison’ın “Süleyman’ın Şarkısı”nda da Milkman’in büyümesi için babasından kopması gerekmektedir. Bu kitaptaki bir pasajsa, ele aldığımız bu temel meseleyi çok çarpıcı bir biçimde betimler:

Babalar yükselebilsin ve çocuklar da onların isimlerini bilebilsinler.

“Hayat Ağacı”nda baba ve oğul

Bu noktada, edebiyat diskurunun dışındaki bir sanat alanından gelse de edebi niteliği ve konuyla olan doğrudan bağlantısı açısından 2011 çıkışlı bir film de burada bahsi hak etmektedir: Amerikalı yönetmen Terrence Malick’in “Yaşam Ağacı”. Çocuklarını çok seven ama sevdiği kadar da onlara karşı sert ve disiplinli bir yaklaşımı olan Teksaslı bir baba, onun karısı ve çocukları üzerine otobiyografik bir film çeken Malick, insanlığın ortak bilincindeki bu “baba-oğul çatışması”nı filminin temel kurgusu olarak seçiyordu. Film, bu kurguyu seçmesinin yanında, Tanrı’nın bütün evreni yaratışını, Dünya’nın oluşumunu, Dünya’nın ve evrenin yok oluşunu ve hatta ahiret hayatını iki buçuk saatlik bir sürede anlatmaya kalkmasıyla Joyce’un “Ulysses”ine benzer bir yüksek misyon benimsemişti. Nasıl Joyce bir günlük olaylar içinde insan aklının, düşüncelerinin ve zamanın sonsuzluğunu aktarabiliyorsa, Malick de benzer bir göreve soyunmuştu. Ve sinema tarihinin en iyi filmlerinden kabul edilen, Stanley Kubrick’in “2001: Bir Uzay Macerası”nın tahtını sallayan bu filmin, başarısını ve uyandırdığı yankıları sadece Malick’in deneysel anlatım tekniğiyle ve usta işi kadrajlarıyla sağlamasının mümkün olmadığını düşünüyoruz. Malick, yılların deneyimiyle filmini teknik açıdan mükemmeliyetçi bir şekilde çekerken, kendi aile hayatından esinlenerek yazdığı senaryoda insanlığın bu varoluşsal meselesine ışık tuttuğunu çok iyi biliyordu.
 
Ulysses”e baktığımızda ise karşımıza edebiyat tarihinin en ünlü roman kahramanlarından birisi çıkıyor: Leopold Bloom. 20. yüzyılın burjuva Odysseus’u olan Bloom, 38 yaşında bir reklam toplayıcısıdır. Babası Macaristanlı bir Yahudi’ydi; Joyce kitap boyunca bu malzemeyi sıkça kullanır. Bloom’un Yahudi kökenine o kadar vurgu yapılır ve Bloom’un kendisi de bunu o kadar sık vurgular ki biz okuyucular Bloom’un öz be öz İrlandalı annesini ve geçirdiği birkaç vaftizi unuturuz bile. Bloom’un bir yabancı olarak bize sunuluşu ve kendi içinde yaşadığı kişisel dünyası 1904 yılında İrlanda’nın ve İrlandalılığın dar görüşlülüğünü bize çok iyi anlatır. Yalnız, Bloom’un dışlanması tek taraflı değildir. Bloom da çevresine karşı hep mesafelidir: İçki içmeyi ve dedikodu yapmayı (özetle craic** diyebiliriz) sevmez, çevresiyle zaman geçirmemekten de memnundur. (**) Gaelce “eğlence, sohbet” anlamına gelen kelime.

Joyce’un çizimiyle Leopold Bloom

 
Stephen Dedalus ise Joyce’un yirmi iki yaşındaki halinin bir otoportresidir. Joyce’un bir önceki romanı “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nde bir çocukken tanıştığımız Dedalus, okulunu bitirdikten sonra Dublin’i terk edip sanatsal hedeflerini gerçekleştirebilmek için Paris’e gitmişti. “Ulysses”in başında Dedalus’la yeniden buluştuğumuzda aradan iki sene geçmiştir. Annesinin yatağındaki ölümüne yetişmiş; dinini önceden reddettiğinden, kadının son nefesinde onu dua etmeye çağırmasını da kabul etmemiştir. Bir senedir Dublin’dedir ve sanatsal hedeflerini halen gerçekleştirememiştir. Genelde depresif ve bedbin bir ruh haline sahiptir ve hâlâ giydiği siyah renkli kıyafetlerle annesinin ölümünü üstünden atamamıştır. Dedalus’un kitabın ilk bölümlerinde Buck ve Haines gibi karakterlerle etkileşimleri, Dublin’e döndüğünden beri çevresiyle olan sağlıksız ilişkilerini güzelce özetler. “Ulysses”in başında, Dedalus, formasyonunu hâlâ tamamlamamış bir roman kahramanıdır. Kendisini Hamlet gibi kurgusal karakterlerle özdeşletirmesi, anlaşılmaz hikâyeleri ve bilmeceleri de onu insanlardan uzaklaştırır. Kitabın üçüncü bölümü “Proteus”ta, Sandymount Kumsalı’nda gezerken, Dedalus’un düşüncelerinin ve iç dünyasının derinliğini, fiziksel dünyadan ve sıradan insanlardan uzaklığını gözlemleriz. Para konusundaki tutumsuzluğu ve aylardır yıkanmamış olması da aynı noktaya dikkat çeken ayrıntılardır. Ancak, bu detaylardan dolayı Dedalus ne kadar soğuk ve okuyucuda sempati uyandırmaktan uzak bir karakter olarak gözükse de yaşadığı varoluşsal sıkıntıların samimiyeti ve haklılığından dolayı ona sevgi duymaktan kendimizi alamayız. Karakter, özünde, Hamlet’in dile getirdiği “olmak ya da olmamak” sorusunun yanıtını aramaktadır adeta.

 
“Oğul” kavramını yeniden masaya getirirsek, Dedalus’un kişisel sıkıntılarının çoğunun yetiştiriliş tarzıyla ve ailesiyle alakalı olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Ölüm döşeğindeki annesinin dua etmesi isteğini reddederek bir yandan sanatsal ve varoluşsal kimliğini kanıtlayan ama bir yandan da bunun suçluluğu altında ruhsal olarak adeta kambur kalan bir genç, Dedalus. Annesinin İrlanda’nın ve kilisenin de bir simgesi olduğunu söylersek, Dedalus’un kitap boyuncaki ruh halini betimleyen bir cümlesi çok daha iyi anlaşılacaktır:

Tarih, dedi Stephen, uyanarak kurtulmaya çalıştığım bir karabasandır benim.

                                                                                              “Nestor” Bölümü

Joyce tam anlamıyla bir sanatçı olması için her türlü dogma ve baskıdan arınması gerektiğini “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nde Stephen Dedalus’un ağzından anlatır

Okul müdürü Bay Deasy ile yaptığı konuşma esnasında dile getirdiği bu cümle hem insanlık tarihini, hem de kişisel geçmişini betimlemektedir. “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nde, tam anlamıyla bir sanatçı olması için her türlü dogma ve baskıdan arınması gerektiğini fark eden Dedalus, aldığı sıkı disiplinli Cizvit eğitimine rağmen Katolik inancını ve katı İrlanda milliyetçiliğini reddeder. (İrlanda gibi milliyetçiliğin ve dini inancın baskın olduğu bir ülkede Dedalus’un -ve aslında dolayısıyla da Joyce’un!- seçtiği bu yol oldukça endişe vericidir. Bununla birlikte Dedalus’un kolayca yadsıyıp unutamadığı dini eğitimi ve “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nde okuduğumuz cehennem tasvirleri de her zaman Dedalus’un aklını kemirmektedir.) Bunun yanında Dedalus, insanlık tarihinin vahşetten ibaret olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla dünya tarihini de, kendi tarihini de bir kâbus olarak tasvir eder. Ve bu inancı bütün roman boyunca mizacına yansımakta, onu bu ruhsal sıkıntılar içinde bırakmaktadır.
 
Stephen’ın kendi öz babası Simon Dedalus ile olan ilişkisi de tezimizle uyum içerisindedir. (Ufak bir not: James Joyce’un Simon Dedalus karakterini kendi babası üzerine modellediği öne sürülmüştür.) Simon hayatta ve sağlıklı olsa da roman boyunca onu, oğlunu sürekli ihmal ederken görürüz. Stephen da babasını görmezden gelmektedir. Aralarındaki bu kopukluğun izini de “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”ne kadar sürebiliriz. Bu romanda geçen bir bar sahnesinde Simon kendi kabiliyetleri hakkında atıp tutmakta ve sürekli oğlunu yermektedir. Simon’ı dinleyen bir arkadaşı ise onun yanına gelip kendi kafasını işaret ederek, “Ama o da burada senden daha iyi,” der. Başka bir sahnede Stephen’a babasının mesleği sorulduğunda, eskiden yaptığı bütün işleri sıraladıktan sonra, “şu anda da kendi geçmişinin bir övücüsü,” diye ekler. Dolayısıyla, Stephen’ın aklında mücadele etmesi gerektiği din, devlet ve kişisel tarih dışında bir de baba figürü vardır.
 
Simon oğlunun tıp eğitimini bırakıp sanatçı olmasına içerlerken, Stephen’ın da babasına karşı duyduğu olumsuz duygular da dayanaksız değildir. “Ulysses”in onuncu bölümü olan “Wandering Rocks”ta babaları Simon’ın bütün parasını içkiye yatırmasından dolayı fakir bir hayat süren Stephen’ın kız kardeşlerini görürüz. Simon çok sevdiği karısının ölümü için hâlâ ağıt yakmaktadır. (Hatta “Hades” bölümünde mezarının yanından geçerken gözyaşı döker.) Üzüntüsü, Simon’ı ailesinden ve özellikle de oğlundan iyice uzaklaştırmıştır. İşte bu yabancılaşma sonucu, Leopold Bloom’a, Stephen Dedalus’un ruhani babasının olmasının yolu açılır. Kitabın ilk üç bölümü boyunca Dedalus okuyucu karşısına çok seyrek çıkar. Çıktığı sayılı bölümlerde de sorumluluklarını ve otoriteyi reddetmesinin onu çevresindekilerden nasıl uzaklaştırdığını görürüz. 15.bölüm olan meşhur genelev sahnesinin sonunda, yerde yarı baygın halde yatarken, herkes tarafından terk edilmiş ve tek başınadır. İşte bir ebeveyne en çok ihtiyaç duyduğu anda gerçek anlamda ne annesi, ne de babası olan Bloom ona yardıma gelir.
 
Ulysses”in başından itibaren, James Joyce’un saat saat aktardığı 16 Haziran 1904 günü yaşananların, önceden belirlenmiş bir olaya -Dedalus ile Bloom’un buluşmasına- doğru aktığı, bu olayın gerçekleşmesine hizmet edecek şekilde geliştiği aşikârdır. Hatta buluşmalarından sonra romanın temposu düşer; roman, kendini “Eumaeus” bölümünün uykulu, bol içsesli atmosferine, “Ithaca” bölümünün analizlerine ve Bayan Bloom’un bilinç akışı tekniğindeki uyku öncesi düşüncelerine bırakır. Dedalus ve Bloom’un “Circe” bölümündeki buluşmaları zamanın kırıldığı anı temsil etmektedir; hatta Dedalus’un bastonuyla avizeyi kırdığı an doğrudan bunun simgesidir:

Bastonunu iki eliyle kaldırır ve avizeyi paramparça eder. Nihai bir morartılı alev anı ve, izleyen karanlıkta, tekmil uzayın harabiyeti, camların kırılışı ve duvarların yıkılışı.

“Circe” Bölümü

Önceki bölümlerde, okuyucuya bu “ruhani” anı sezdirecek, bu büyük buluşmaya onu hazırlayacak birçok ifade yer almıştır.

Tekmil uzayın harabiyetini, camların kırıldığını ve duvarların yıkıldığını işitiyorum ve nihai morartılı alev anını. Ne kalır bize o zaman?

                                                                                              “Nestor” Bölümü

Camlar kırılıyor ve duvarlar yıkılıyor.

                                                                                                          “Proteus” Bölümü

Herkes bilmelidir ki, dedi, zamanın harabeleri ebediyetin kaşanelerini yaratır.

                                                                                  “Oxen of the Sun” Bölümü

Işığa karşı günah işlediğinden işte şimdi de cümle âlemi ateşle cezalandıracağı hüküm günü geldi çattı.

                                                                                              “Oxen of the Sun” Bölümü

FLORRY: Dediklerine bakılırsa kıyamet bu yaz kopacakmış.

                                                                                  “Circe” Bölümü

“Çocuğun spiritüel tohumunun ataları fiziksel ebeveynleri olamaz; o tohum önceki bir spiritüel evrimin ürünüdür,” diyen Alman okültist Hartmann

Adeta mukaddes kitapları andıran bir üslupla, Joyce bu ikilinin buluşmalarının mukadderatta çok önceden yazıldığını böyle dile getirir. Ve bu zamanın kırılması esnasında da Stephen Dedalus’un yeniden doğumu gerçekleşir. Bu noktada, ruhani anlamda yeniden doğan bireyin babasının başka birisi olması gerekmektedir. Alman okültist ve yazar Franz Hartmann, ruhun yeniden doğduğu zamanki ebeveyn durumunu şöyle açıklar: “Çocuğun spiritüel tohumunun ataları fiziksel ebeveynleri olamaz; o tohum önceki bir spiritüel evrimin ürünüdür.”
 
Aslına bakarsanız “Ulysses”te birçok yerde bilim ve bilimsel yaklaşım -özellikle Bloom aracılığıyla- el üstünde tutulur. (Buna verilebilecek en güzel örnek de Bloom’un, çocukken ölen oğlu Rudolph için üzüntülü ama soğukkanlı bir şekilde “Doğa’nın bir hatası” bile diyebilmesidir.) Böylelikle, Joyce, hayatı esnasında Avrupa’ya hâkim olan Pozitivizm’i reddetmeden Doğu’nun mistisizmini de eserine ustalıkla giydirebilmişti. Ruhun gelişimini Hıristiyan mistisizmiyle bağdaştırmak da mümkündür; hatta “Ulysses” hakkında ortaya atılan Katolik Teslis (Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesi ile Leopold-Stephen-Molly üçlemesi) inancı benzeşimi de aynı noktaya dikkat çeker. Oğul Stephen’ın Hz. İsa’nınki gibi kefaret (İngilizce “atonement”) amacıyla babasıyla, yani Bloom ile bir araya gelmesi (İngilizce “at-one-ment”) gerekmektedir. Bloom ve Dedalus’un buluşması hakkında sayısız benzetme yapılmıştır: Doğu-Batı, Sanat-Bilim, Pozitivizm-Mistisizm vs.
 
Bloom, “Ulysses”in dördüncü bölümünde ilk ortaya çıktığında, Dedalus’dan farklılıkları oldukça belirgindir. Fiziksel dünyayla olan ilintisi ve bilimsel merakı hemen dikkatimizi çeker: Bloom’un bir kediye doğru eğilip onun duyularının nasıl çalıştığını merak ettiğini görürüz. Bloom’un fiziksel dünyadaki rahatlığı, cinselliğine de yansır. Dedalus sekse ne kadar uzaksa; dikizciliği, cinsel hayalleri, mastürbasyon yapması ve geçmişindeki ilişkileriyle Bloom cinsellikle o kadar barışıktır.

“Ulysses”in ana karakterleri Leopold, Stephen ve Molly Katolik Teslis inancını andırır

 
Başka bir uyumsuzluk da iki karakter arasındaki farklılığı derinleştirir: Örneğin Dedalus ne kadar depresif ve dramatikse, Bloom o kadar olgun ve soğukkanlıdır. Bloom’un hoş olmayan düşünceleri kafasından kovmasındaki becerisi takdire şayandır. Bununla birlikte Bloom’un aslında Yahudilikten dönmesine rağmen Hıristiyan kimliğinden hiç bahsetmeden sürdürdüğü kafa tutuculuğu, ne kadar güçlü bir karaktere sahip olduğunu gösterir.
 
Ama başka açılardan da Bloom ve Dedalus birbirlerine oldukça benzemektedirler. Bloom ne kadar “bilimsel”miş gibi gözükse de onda “bir sanatçının dokunuşu da vardır.” Sanata yaklaşımı Dedalus’un “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nde dile getirdiği estetik felsefeden çok daha uzak bir burjuva yaklaşımı olsa da (Bloom’a göre sanat insanların duygularını o anda hemen etkilemelidir) Molly’ye yazdığı romantik şiir, Shakespeare okuması gibi ayrıntılar onu Dedalus’a yaklaştırır. Bloom’un “kültür”e ve “kültürlü olma”ya verdiği önem barizdir.
 
Bloom’un, doğumundan kısa süre sonra ölen oğlu Rudolph’a ve intihar ederek ölen babasına duyduğu üzüntü ona kozmik/varoluşsal bir yalnızlık yaşatırken, bu yalnızlık, toplumun onu dışlamasıyla daha da derinleşmektedir. Öbür yanda, Dedalus da tamamen aynı sıkıntıyla yüzleşmektedir. Bloom bir oğul özlemi çekerken, o, onu kabul edecek bir babaya ihtiyaç duymaktadır. Ayrıca tabii ki Dedalus da görüşlerinden dolayı toplumun dışına itilmiştir. Dedalus’un ruhunun Bloom’un ellerine yeniden doğması kaçınılmazdır. Bu noktada Joyce’un dehası bir kez daha kendini gösterir: Joyce, “Ulysses”in başından itibaren Bloom’a birçok dişil özellik de yüklemiştir: (Hatta bir noktada Bloom’un kadınsılığı bile tartışma konusu olur.) Örneğin, Bloom hep özverili ve şefkatlidir. Hayvanlara ve yardıma muthaç insanlara yardım eder; hatta bir ara doğum sancısı çeken bir kadına karşı empati besler. Joyce’un ince zekâsının ürettiği bu detaylar, Bloom’un Dedalus’un anne eksikliğini bile kapayabileceğini ortaya koyar.
 
Peki, zamanın kırıldığı bu birleşme anından sonra ne olacaktır? Dedalus ve Bloom gerçekten de bir baba-oğul ilişkisi sürdürecek midir?
 
Hayır. Ruhun yeniden doğumunda, fiziksel dünyadakine benzer bir ebeveyn-çocuk ilişkisi yoktur. Aslına bakarsanız, bu 16 Haziran 1904 gecesinden sonra Bloom ve Dedalus birbirlerini uzun bir süre görmeyeceklerdir belki de. Ama on yedinci bölüm olan “Ithaca”daki bir cümle, yaşadıkları buluşmanın onlara ne kazandırdığını ve bu ruhani “baba-oğul” birleşminin nasıl bir şey olduğunu gizemli bir şekilde ifade eder:

O sırada ikisi de sessiz miydi? Sessiz, her biri benzeş yüzlerinin onlarıonunonunolmayan karşılıklı adalelerinin çifte aynasındaki öbürüne dalmış vaziyette.

                                                                                  “Ithaca” Bölümü

20.yüzyılın en görkemli romanının böyle bir mesaj veriyor olması çok anlamlıdır

Bu cümle, Dedalus Bloom’un evini terk etmeden önce Bloom’un bahçesinde yüz yüze geldikleri bir anı tasvir etmektedir. Aslına bakılırsa, fiziksel anlamda ideal bir baba-oğul ilişkisi kurulmamıştır; hatta Dedalus Bloom’un gece yatıya kalma teklifini de reddeder. Ama bu an, Homeros’un “Odysseia”sında Odysseus ve Telemachus’un buluştuklarında birbirlerini tanıdıkları anı anımsatır. İkisi de aynı “et”tendir (Nevzat Erkmen’in çevirisinde “adeleler” olarak geçer) ve “öteki”nin varlığını kabul etmiş ve bu gerçekle barışmıştır. “Karşılıklı” kelimesi ve Joyce’un bir araya getirdiği “onlarıonunonunolmayan” sözcüğü bu anlamı ima etmektedir.
 
Ulysses” romanı, üslubunun ve barındırdığı tekniklerin üstünlüğünü Joyce’un dehası ile sağlarken, evrenselliğini de “baba-oğul çatışması” dediğimiz edebi meseleyi işleyiş şekliyle sağlar. Kitabın sonunda gelinen nokta, Joyce’un insan sevgisinden başka bir şey değildir aslında. Joyce’un çağdaşı Fransız varoluşçu yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre, “Öteki cehennemdir,” diyerek insan ilişkilerinin imkânsızlığını vurgularken, Joyce “Ulysses” romanıyla “öteki”ni yüceltmekte, “öteki”ni sevmeyi ve tanımayı salık vermektedir. 20.yüzyılın en görkemli romanının böyle bir mesaj veriyor olması çok anlamlıdır.
 
Not: Bu yazı ilk olarak Roman Kahramanları dergisinin Nisan/Haziran 2012 sayısında yayımlanmıştır.
Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.