DOWNLOAD 2013 Festival Günlüğü

Paylaş:

14 Haziran başlama tarihli Download festivaline, kamp alanına iki gün erken girişli biletini satın almış birisinin, İngiltere vizesini 13 Haziran 17:00’da zar zor alabilmesi nasıl bir histir bilir misiniz? Üstelik bu şahıs hayatında ilk kez  yurtdışındaki bir festivale gidiyor. Üstelik aylar öncesinden uçak ve festival biletlerini almış, heyecandan boku bulgur gibi olmuş. Kendimden bahsediyorum tabii ki. Vize başvurusunu çok geç yapınca ve haliyle vizeye çok geç kavuşunca kanser dolu beklemelerden, ağlama krizlerinden ve iki intihar teşebbüsünden sonra apar topar kendimi Birmingham’da buldum 14 Haziran Cuma sabahı. Otobüsle Derby şehrine (doğru telaffuzu ‘Daabi’, utanmayın sesli bi şekilde söyleyin, çok eğlenceli) varıp, ordan da taksiyle Donnington’a, festival alanına vardığımda saat tam olarak 19:00’dı. In This Moment, Korn, Down ve Papa Roach gibi kesinlikle canlı görmek istediğim grupları kaçırmıştım. Fakat festivale gitme sebebim olan gruplardan bir tanesinin çıkmasına daha 20 dakika vardı: Bullet for my Valentine.

Bu arada baştan belirteyim;  bir grubu ancak albüm sayısı 15 ve yaş ortalaması 50 civarıysa seven ve destekleyen, yeni yetme gruplara burun kıvıran, metali ve metalin köklerini kutsal sayan birisi değilim. Aksine, metal müziğin 90’lardan sonrasına, hatta son 15 yılında yaşanan evrimleşmesine değer veren birisiyim. Iron Maiden’ı iki kere izlemiş ve dört şarkıdan fazlasına katlanamayıp alanı terketmiş biriyim mesela, ona göre okuyun :) Sonra ‘Yok efendim yazının her tarafı civciv dolu, her yer buram buram pikaçu, bu ne be hep veletlerden bahsetmiş vs’ diye şikayet etmeyin.

BFMV ile ilgili en keyifli şey etrafımdaki herkesin, gencecik çocuğundan saçları beyazlamış abilere kadar herkesin, grubun tüm hitlerine eşlik ettiğini görmekti. ‘Vaaay,’ diyosun o an, ‘demek insanların dünyası sadece Testament ve Destruction’dan ibaret değilmiş’ diyosun. Grubun son albümü ‘Temper Temper’dan -ilk üç albüme kıyasla benim gözümde fiyasko bir albüm- Saints n Sinners, Temper Temper ve Breaking Point çalındı. Suffocating Under, 4 Words, Tears Don’t Fall, Waking the Demon, Your Betrayal, Scream Aim Fire ve Last Fight çalınan diğer şarkılardı. Çok güzeldi neticede.

download-2013-sinan-erdem

Ana sahnenin son grubundaydı sıra: Slipknot. İstanbul’da izlediğimde de müthiş eğlenmiştim fakat bu müzik terörüne bir kez daha şahit olmak için sabırsızlanıyordum. Devasa lojistik sorunlarını hallettikten sonra Erdem Tatar ile nihayet buluşup kendimize güzel bir yer belirleyip, serin hava ve yağmur eşliğinde Slipknot’ı izledik. İzledik derken yanlış anlaşılmasın. En son hatırladığım şey, Psychosocial’da Erdem’in keyiften kendini yumrukladığıydı. Gerçi Dead Memories sırasında gözlerimi yerinden çıkarıp yediğim için yanlış görmüş olabilirim. Ön taraflardaki güvenlik barikatının iki kere yıkılması ve bu sebeple konserin iki kere durdurulması da güzel bir detaydı.  Sulfur mu yoksa Duality mi dünyanın en iyi nakaratına sahip diye kendi kendime kavga ederken konser bitmişti zaten. 40 dakikalık taksi bekleyişinden sonra Derby’nin merkezindeki aşırı lüks otelimize vardık. Bvlgari marka terliklerimizi giyip marshmellow’lu cadbury sıcak çikolatalarımızı yudumlarken uyuykalmışız yorgunluktan.

İkinci güne korkunç derecede şiddetli bir yağmur ve Zippo Stage’de çıkan canımız ciğerimiz Katatonia ile başladık. Islanmaktan duyma yitisini kaybeden kulaklarım çalınanları anlamayınca, üzüntüden kendimi donut ve yine sıcak çikolataya verdim. Bakın, tekrar söylüyorum, birayla karın doyuran thrash’çilerden değilim ben. Gülmeyin. Donutların tanesi 1 pound’du bu arada, altı tane yedikten sonra kafanızın tepesinde ‘şeker deliği’ açılması garanti, o kadar dandikti yani. Bury Tomorrow ve Heart of a Coward, Pepsi çadırında canlı metalcore nasıl çalınır dersi vererek, Karnivool isimli ilk kez dinlediğim Avustralyalı rock grubu mükemmel ötesi klavyeleri ve clean vokalleriyle, Kvelertak ise müthiş temposu ve canlı performansıyla benim için günün öne çıkan gruplarındandı. Günün en mükemmel performansı ikinci sahnenin (Zippo Stage) son grubu Enter Shikari’ye aitti. Şarkı sözleriyle, duruşlarıyla ve aptal eden dur kalklarıyla anında fanları oldum diyebilirim. Festivalden önce şarkılarını dinleyip, canlı videolarını da izlemiştim ama gerçeğini görmek bambaşka oluyor haliyle. Özellikle System, Meltdown ve Arguing with Thermometers şahane. Sonra standlarda dolaşıp ufak çaplı nerd alışverişleri yapmak, lunaparkta aklını yitirmiş araçlara binmek gibi daha önemli işlerim olduğundan Motörhead’i izlemedim. Zaten izlesem bile Lemmy’nin dediği hiçbir şeyi (‘We are Motörehad, we play rock n roll’ dışında) anlamadığım için sıkıntı yok tabii. Daha sonra, ana sahneye yakın bir yerlerde boklu çimlere uzanıp yağmurdan sonra beliren ama zerre ısıtmayan puşt güneşin tadını çıkararak Alice in Chains ve Queens of the Stone Age dinledik. Günün en son çıkan grubu da baya ucuz sahne dekoru kullanan, iki basçısı ve dört gitaristi olan, epey de yaşlı bi İngiliz gruptu. Iron Maiden falandı sanırım adı. Anlamadığım şey şuydu; 100.000 kişilik bir kalabalık izliyordu grubu. Jübile konserleriydi sanırım. Şaka bir yana, hala cayır cayır çalıyor adamlar yaşlarına bakmadan. Günün sonunda taksi sırası beklemeden, sabah anlaştığımız bir taksiciyle iletişime geçerek rahatça otele döndük.

download-2013

Son gün, Erdem bacaklarına daha fazla eziyet etmemek için kendisine katlanabilir piknik sandalyesi alırken, ben damarlarından viski akan gerçek bir metal aşığı olarak ana sahnenin en önlerinde yerimi aldım. Ana sahnede çıkacak grupları sayarken bile keyiften salya saçtığım için epey erken saatte, günün ikinci grubu Cancer Bats tozu dumana katarken kalabalığın arasına daldım. P.O.D, Limp Bizkit, Ghost, A Day to Remember, The Ghost Inside, Newsted, Hacktivist ve aynı müziği yıllardır hala nasıl yapıyorlar diye özellikle görmek istediğim Amon Amarth’ı kaçırma pahasına ana sahnede çakılı kalacaktım. Varsın olsun, zira beni bekleyen gruplar Coal Chamber, Five Finger Death Punch (s.a.v), Parkway Drive (bu da baya s.a.v), Stone Sour, 30 Seconds to Mars (ay Jared harika yhaa) ve ‘tüm festival bir yana, bu piçler bir yana’ dediğim Rammstein şeklinde diziliyordu. FFDP yeryüzündeki en sağlam gruplardan birisi. Daha grup şarkıya girmeden, sadece intro çalarken seyircilerin beyinlerini akıtıp circle pit’e başladıkları, 7-8 yaşındaki çocukların bağıra çağıra şarkılarına eşlik ettiği –şaka değil- bir grup. Vokalist piç Ivan Moody’ye zaten hayrandım, bu performanslarından sonra artık aşığım. Rob Halford’la birlikte kaydettikleri Lift Me Up ve grubun en büyük hitlerinden Burn It Down ve Hard to See’yi canlı izlemek mükemmeldi. Parkway Drive ise Wild Eyes, Idols and Anchors, Dark Days, Swing ve Charion çalarak beni bildiğin ağlattı. 15 yaşındaki çocuklar gibi gözlerim dolu dolu izledim çok net. Abartı crowd surfing sırasında kafama aldığım 20 küsür bacak darbesinden ötürü ağlamış da olabilirim, hatırlayamadım şimdi. Çocuğum olsun adını ya The Devil Wears Prada ya da Parkway Drive koycam. Bu iki gruptan sonra hala hayatta kalmış olmanın şaşırtısı içinde Stone Sour’ı izledim. Elbette gözler bodur rock star Corey Taylor’daydı. Özellikle yeni jenerasyon veletler herife hayran. Made of Scars, Bother ve Through Glass en sevdiğim şarkılarıydı ve devasa insan denizi baştan sona bu şarkılara eşlik etti. Ardından neden ana sahnede çıktığını anlayamadığım, sahneden 15 dakika erken inen Gaslight Anthem’ı izledim. Böyle britpop mu diyeyim, Amerikan soft-rock mı diyeyim öyle bir şey. Aslında festivalden önce üç beş şarkılarını dinleyip sevmiştim, vokalistlerinde de şahane ses var ama pek bir cansızlardı. Sahnede yarım saati doldurduklarında ‘Daha ilk şarkı yeni bitti heralde’ dediğimi hatırlıyorum. 30 Seconds to Mars sahneye çıktığında etrafımdaki 13-18 yaş arası Jared Leto hayranı kızlar gibi ben de bilincimi yitirmiştim sanırım. Üzerimdeki 30 Stm tişörtüyle kendime yakıştıramayacağım kadar iğrenç bir sesle tüm şarkılara eşlik ediyor, Jared Leto’yu dünya gözüyle canlı görmenin verdiği keyfi, aşırı kötü playlistin yarattığı hayal kırıklığının önüne koyuyordum. Jared efendi son iki albümdür konserlerde seyirciler eşlik etsin diye şarkılarına o kadar fazla ‘ooo oooo whooaaaa’ kısımları döşedi ki artık konserler neredeyse manasız geçiyor. Ha, eğlenmeyi ve akli dengemi yitirmiş gibi zıplamayı ihmal etmedim. Hatta Haziran sonu İstanbul konserleri iptal olduğu için iki katı eğlenmeye çalıştım. The Kill, Up in the Air, Conquistador ve Kings and Queens canlı dinlemeye değer şarkılar. Bu yırtık dondan fırlarcasına rock star olmuş herifi de gönderdikten sonra, grupları ön tarafta sıkışık bir kalabalıkla izlemekten çok yorulduğumdan ve önlerin iyice insan heyelanına dönüşmesinden ötürü, oradan çıkıp bir sonraki grubu biraz daha geriden, daha geniş bir alanda rahatça dans edip zıplayarak izleyebileceğim bir noktaya gittim. 45 dakika sonra üç günlük festivalin son grubu sahneye çıkacak, o ana kadar sergilenmiş tüm canlı performansların toplamını on milyar ile çarpacaktı. Kimden mi bahsediyorum? RAMM-fuckin-STEIN. Tüm gün boyunca türlü türlü şımarık rock star egosuna maruz kaldıktan, hepsini gizli gizli kıskandıktan, ‘ya ben de sahneye çıkmak istiyorum, ben de yüzbinlerce insanı yerinden oynatmak istiyorum’ gibi şeyler zırvaladıktan sonra Rammstein’ı sahnede gördükten sonra o komplekslerimin hepsini unuttum. İlk kez izlemenin gazıyla söylüyorum bunları belki; Rammstein’ın müziği de, şovu da başka bir gezegenden, başka bir kainattan geliyor olmalı. Bu yazı boyunca methiyeler dizdiğim grupların hepsi o övgüleri hakediyor, doğru. Çok şirin, cici, sevimli jelibonlar hepsi. Avrupalısı, Amerikalısı var aralarında. Yemek yiyen, sevişen, içen, sıçan insan hepsi senin benim gibi. Rammstein ise -doğru gözlemlediysem- ya bu evreni yaratmış ya da en azından bir iki kez başka kainatlar yaratmayı denemiş gibi duruyordu. Sahneye çıkışlarından kullanılan sanayi tipi post apokaliptik dekorlara, şarkı seçimlerinden hiç tribüne oynamadan seyircinin aklına hükmedebilmelerine, histerik kahkahalara sebep olan korkunç derecede iyi soundlarından bitirişteki selamlamalarına kadar her şeyiyle übermensch, her şeyiyle tanrısaldı. Keine Lust, Mein Teil, Seinsucht, Ohne Dich, Feuer Frei, Du Riechst So Gut, Du Hast, Links 2-3-4, Mein Herz Brentt ve Sonne aklımda kalanlar şarkılar. Sapıklıktı, hainlikti Rammstein’ın yaptığı. Başka türlü anlatamam sanırım. Önümüzdeki yaz yıllık iznimi Rammstein’ı turnede takip etmeye adayacağım sanırım. Beni duvara zincirleyip seks kölesi olarak kullanmasını teklif ettiğim mektubumu Till Lindemann’a gönderdim bile, cevap gelir yakında. İlk Download festivali tecrübemi, Rammstein’a kul köle olma hayalleriyle sonlandıracağımı tahmin etmiyordum.

Ertesi gün Londra’ya geçtik. O2 Arena’da Devin Townsend’in sunduğu Metal Hammer Golden Gods ödül törenine gittik. Paradise Lost, Five Finger Death Punch, Coal Chamber ve Motorhead’in 20şer dakikalık performanslarını ve arada verilen ödülleri izlemek güzel ve sanki 12 saat önce dünyanın en büyük festivallerinden birisinden gelmiyormuşcasına dinlendiriciydi (yalan). En iyi canlı performans grubu ödülünü Gojira, en iyi uluslararası grup ödülünü Stone Sour, en iyi çıkış yapan grup ödülünü Asking Alexandria, en iyi genç grup ödülünü Bleed From Within, en iyi United Kingdom grubu ödülünü Black Sabbath, en iyi albüm ödülünü ‘13’ ve Golden Gods ödülünü de Motorhead aldı. Baya bi yıldızlar geçidiydi kısaca. Jason Newsted de yemek molasından döndüğümüzde sahnede bir şeyler söylüyordu. Ne ödülü aldığını hatırlamıyorum gerçi.

Böyle işte. Harikaydı olm. Son bir not düşmek gerekirse; yazıda kullandığım şımarık dile bakmayın. Orda geçirdiğimiz her gün ne kadar eğlenceli geçiyorsa, yatma vakti gelip de Twitter’da Türkiye’de yaşanan olayları okuduğumuzda o kadar canımız yanıyordu. Moral bozukluğu ile yatağa giriyorduk.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.