Gündelik Zombi

2726
0
Paylaş:

Yüzüklerin Efendisi’nde İnsanlar ve Elfler’in ittifakının savaştığı ‘Ork’ları düşünün. Orklar, vicdan ve empati duyguları olmayan yaratıklardır, Elf’lerin temsil ettiği her şeyin tam tersidir kendileri. Mordor’un ordusuna insanların gözünden baktığınızda, bildiğimiz anlamda sivilizasyonu tanımlayan dokuz kralın hükmettiği topraklardan kalanlar dışındaki herkes diğerleridir ve potansiyel Mordor’ludur; fillere binmiş garip Afrikalılar, Hintli ve Moğolları andıran vahşi savaşçılar, yüzleri maskeli uzun saçlı Türklere ve Kazak’lara benzeyen süvariler. O kadar yabancıdır ki herkes, bir zamanlar karşısında savaştıkları Dwarf’lar ve Hobbit’lerin onların yanında olmasını bile garipser insanlar ilk başta. Tüm hikaye kaçınılmaz savaşta diğer tarafın yok edilmeyi hak ettiği gerçekliği üzerine kurulmuştur. Onlar bir şekilde bizim gibi değildir, bizim temsil ettiğimiz şey her ne ise, onlar bunun tam tersidir. Herşey hakkımızdır.

Orklar

Tolkien, asla diğer tarafın da aynı duyguyu taşıdığına dair bir ipucu vermez. Onların yok edilmeyi hak eden bir kötülük ile doğduğunu varsayar. İki dünya savaşında karşılaştığı acımasız ve vahşi dünyayı bu şekilde, bulunduğu yerden, adadan resmeder. Biyografi uyarlaması olan ‘Tolkien’de sınıf arkadaşlarının savaş çıktığında nasıl sevindiğini hatırlayın, insanoğlu savaşın vahşetini henüz gündelik televizyonda görmemiştir, savaş onlar için anlatılan zafer hikayeleri ve kahramanlıklardan ibarettir, çünkü Tanrı ve Kraliçe adına, onlar haklıdırlar. Mordor’un kölesi olan 9 insan kralın hayaleti bile, kaybettikleri savaşın ardından efendileri için yüzüğü koklayarak arayan zombi köpekleri andırır, asla sahip olamayacakları şeyi başkası için aramaktadırlar. Bildiğimiz batı medeniyetine ait kötülük tanımına uymayan bu bağımlılığın, zombilerin et ihtiyacı ile ne kadar yakın olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Zombilerin tükettikleri eti talep eden kendi iradeleri değildir, onları yeniden bilinçsiz bir şekilde hayata getiren her ne ise, hayatta kalmaları için et yemelerini emretmektedir. Kısacası Tolkien, kendi medeniyetinin iki yüzünü de göstermekten çekinmez ama muhalifçilik ya da iktidar yaltaklığı yapmadan, bir ayna gibi aktarır bunu bize.

Başka bir düzleme geçelim. Tüm ekranda izleyebileceğiniz mafya filmlerinde, Godfather‘dan Breaking Bad‘e kadar, ana hikayenin yanında mafya karakterlerinin vicdan hesaplaşmalarını da izlediğimizi zannederiz. Öldürmek, karşı tarafın hak ettiği bir şey değilse bile, bizim ailemizi ve sevdiklerimizi korumak için zorunda kaldığımız bir eylemdir. Dostoyevski’nin dünyasında bir kumarbazın aklına, Panait Istrati’nin küçücük bir çocuğun sınırlı evrenine soktuğu gerçek vicdan hesaplaşmaları ölmüştür artık. Dünya iki büyük savaşın ardından ABD’nin Vietnam’ını, Sovyetler’in Afganistan’ını izlemiş; Irak savaşı, 11 Eylül sonrası dünyanın vahşiliği kendisini en son IŞİD vahşeti ile göstermiştir. Artık ikna edilmemiz için büyük romanlara, yüzlerce sayfalık hesaplaşmalara ihtiyacımız yoktur. Hikayelerimiz bizi, yaşamak istiyorsak öldürmek zorunda olduğumu fikrine doğru yavaş ve acılı bir şekilde yontar. Bu üç filmlik bir Godfather serisi de olabilir, beş saate yakın bir Tarantino filmi olan Kill Bill de. Ya da dizi insanıysanız eğer, beş sezonluk Breaking Bad’in Walter White‘ıyla beraber yavaş yavaş, sezon sezon sapıtarak kendinden nefret eden iğrenç bir insana dönüşebilirsiniz mesela. Seçim sizindir.

Walter White (Breaking Bad)

 

Walter White, dizi tarihinde tamamen iyi ve tamamen kötü karakterleri, sadece ailesini korumak bahanesi ile öldürtebilmiş ya da öldürmüş son özgün karakterdir. Breaking Bad’den sonra kötülük ya da iyilik arasındaki çizgi kalkmış, gri tonsuzluğa geçilmiştir. Walter White, olmanız istenen kişidir. İşyerinde her arkadaşınızın yüzüne gülmeli ama adım adım ilerleyebilmek için her hamleyi de yapmalısınız mesela. Soran olursa vereceğiniz cevap, size hesap soran kişinin aynı soruya vereceği cevapla aynıdır; ‘Ee bu işler böyle, yapacak birşey yok’. Zira Breaking Bad ve Godfather’ın ortak yanı, masumiyetin ölümünü sadece ana kötü karakterler üzerinden değil, toplum gözünde örnek olarak kabul edilen iyi karakterler üzerinden de ilan etmeleridir. Kötü adamların peşinden koşan DEA ajanının en yakın arkadaşına sürekli ırkçı şakalar yapan bir hıyar olması; eşi kanser olunca onu ilk fırsatta aldatan karakter, örnek polis eşinin bir kleptoman olması, bir sivil toplum ikonu karakterin uyuşturucu baronu çıkması Breaking Bad’in hiç acımadan gözümüze soktuğu gerçeklerdir ( Godfather için ise sadece filmdeki din adamlarının ikiyüzlülüğünü örnek versek yeterli olur diye düşünüyorum, burada konuyu dallandırıp budaklandırmamak adına The Sopranos‘a girmedim, o da ayrı bir panoramik ayna görevi görüyor ). Herhangi bir plaza çalışanının kariyer planlamasında iş arkadaşlarına çektiği numaralar, bu dizideki karakterlerin yaptıklarından sadece ufak ama vurucu bir farkla ayrılır. Gerçek hayatta bu şekilde şiddet kullanıp, sabit kurallar içinde yaşayamazsınız. Mafya dizileri ve filmleri, gerçek hayatta ‘yolunuzu açarken’ kullanmak istediğiniz yöntemleri anlatır. Böylece uslu birer vatandaş olarak kalırsınız. Böylece rahatlarsınız.

Merak etmeyin, burada yazar bir tür komplo teorisi içinde olduğunuzu iddia etmiyor. Diziler hayatı yansıtır aslında, Perihan Abla‘nın zamanında bu kadar sevilmesinin de, insanların sonsuz sezon boyunca aynı korkuları farklı korku imgelerini kullanarak işleyen American Horror Story‘yi izlemesinin de sebebi budur. Yaptığımız şeyler kadar, yapamadığımız, içimizde kalan şeyleri de izlemek isteriz. Üretmenin ikinci plana atıldığı, tüketimin Tanrı olduğu bir kürede; sahiplerine korkularımız ve hayallerimizin bilgilerini girerek bedavadan içerik sağladığımız Facebook ve Twitter’ın kutsal kitaplardaki meleklerin yerine geçtiği bir dünyada, diziler ve filmler, gerçekliktir. 

The Man In The High Castle

Geçtiğimiz günlerde sona eren The Man In The High Castle‘ın baş kötü karakteri John Smith‘e, artık tüm hikaye tepetaklak olmuş giderken, eşinin kendisine ‘Artık yeter, dur John’ dediği sahneyi hatırlayın. Smith’in yüzündeki hüzünlü, kabullenmiş ifade acı olmaktan ziyade korkunçtur, çünkü binlerce insanı öldürtmüş bir despotun masumiyetinin olup olmadığını sorgulamanıza sebep olur. Eşine ‘Durmam gerektiğini biliyorum, ama nasıl yapıldığını bilmiyorum’ der Smith. Orjinal kitabın yazarının asla yaratmadığı ve kitabında yer vermediği bu karakter, aslında ABD’nin soğuk savaş sonrası hızla artan saldırganlığının ABD’nin en fazla reklamını yaptığı düşmanının ülkede yoğrulmuş tezahürüdür; Nazi’ler.. ABD toplumu, son otuz yılda bir siyah yurttaşına 8 senelik başkanlık vermiş, LGBTİ haklarında en hızlı ilerlemeyi kaydeden ülkelerden biri olmuştur. Diğer yandan 11 Eylül’den beri fiilen üç ülkeyi işgal etmiş ( Irak, Afganistan, Suriye ), üç ülkede fiilen özel operasyonlar yürütmüş ( Venezuela, Pakistan, Libya ), 2008’de dünya tarihinin Büyük Buhran’dan beri yaşadığı en büyük finansal krize kendi çökmüş mortgage sistemi sayesinde ev sahipliği yapmıştır ( Breaking Bad’in yayınlanmaya tam olarak bu kriz ile aynı yıl başladığını hatırlatalım ). Bu yazıdaki hikayelerden bağımsız olarak yeryüzünün en zengin ama tartışmalı zekalarından birinin ülkeye başkan olması, giderek artan ırkçı saldırılar ve pandemi sonrası Black Lives Matter gösterilerinde yaşananları da aklımıza bir takalım, tam resmi görmek adına. ABD toplumunu oluşturan katmanlar artık ABD’nin yapmakla suçlu olduğu ‘şeyi’ istememekte ama ABD’nin devlet aygıtı, bundan nasıl vazgeçeceğini bilememektedir. Duramamaktadır. Durabildiği zaman ölmekten korkar. Tıpkı aslında var olmayan karakter John Smith gibi. Yukarıda özetlediğim her şeyi yaşadığınız ülkeye de uyarlayabilirsiniz bu arada, çekinmeyin, hayal ettiğinizi çok dışa vurmazsanız henüz sizi evinizden alamıyorlar. Ona daha var.

Yaşayan Ölülerin Gecesi

Şimdi yeniden zombileri düşünelim. Karşımıza insanoğlunun onbinlerce yıllık ölüm sonrası tasavvurunun olabilecek en kötü temsilcisi olarak gelip dikilmiş bir tür var. Zombiler, ölüler. Hissetmiyorlar, bizim gibi yaşamıyorlar, aile kurmuyorlar, para harcamıyorlar, hayaller kurmuyorlar, sevişmiyorlar. Hatta şunu söylemek daha doğru olur, öldürmüyorlar bile. Beyinlerinde onları hayatta tutan elektrik akımının uyardığı bir güdü ile sadece et peşinde koşuyorlar, kokusunu da sadece canlılardan alabiliyorlar. Öldürmek gibi bir fikirleri yok, bu konu hakkında bir bilgiye sahip değiller. Kısacası, bizim hayatı algılayış biçimimize oranla, daha ‘fazla’ hayatta değiller. Bu yüzden tarihin en büyük zombi filmlerinden biri ‘Yaşayan Ölülerin Gecesi‘ adını taşıyor. Olmayan bir yığın, bizi yok ediyor. Yok etmekle kalmıyor, bizi kendisine dönüştürüyor. Bu kısaca, yine yukarıda belirttiğimiz gibi, insanoğlunun zeka denilen hediye mi ceza mı olduğu belli olmayan aygıta sahip olduğundan beri hayal ettiği en kötü şey; artık olmamak. Tüm varoluşumuzun temellerini kurduğumuz felsefe, siyaset, bilim, din; bu durumu değiştirmek, ertelemek ya da kontrol altına almak adına var. Üreyip rahata erdikten en fazla on sene sonra bunalıma giren ve varoluşun kaynayan kazanlarında tüm sapkınlığını ortaya seren insanoğlunun en korktuğu şey, görünür halde artık. Zombiler, size ölümünüzün sonrasını görünür kılabilen bir silaha sahip. Halbuki siz, öldükten sonra hak ettiğimiz cennete ya da cehenneme gidecektiniz. Sonrasını hayal etmek, buna inanmak ama asla bunu görmemek istiyordunuz ki aslında sahip olduğunuz tek anlar olan ‘nefes alabildiğiniz anları’ değerli kılabilin. Nefes almaya motive olabilin. Zombiler, sizin için bunu bitirmiştir. Bu sebeple onlara istediğinizi yapabilirsiniz, onlar kutsal olanın, varoluşu anlamlı kılanın ve bilimsel ya da tasavvufi düşüncenin tamamen tersinden ibarettir. Artık hiç olmama fikrinin en kanlı ve en iğrenç ifadesidir. Onları yok etmelisiniz. Onlara ne yapsanız hakkınızdır. Artık yolunuz açık. Tıpkı yukarıda verdiğimiz örneklerdeki gibi. 

Düşünün, muhtemelen Ork’ları kesip biçerken bir vicdan sorunu yaşamazsınız. Zombileri de aynı şekilde. Peki gerçek hayatta durum nasıl olurdu? Savaşlarda karşılaştığınız insanların aileleri vardır, tek hayal ettikleri sizin gibi eve dönebilmektir. Bazen siz işgalcisinizdir ve yıllarca sizden korkuyla saklanmış insanları öldürürken, belki de içinizdeki vicdan denilen ur, size onların önceki hayatını hatırlatır. Bazen işgal altındasınızdır ve esir aldığınız asker size ailesinin fotoğrafını gösterip ölmemeye çalışır. İşyerinde öğlen yemeklerinde beraber kaju fıstıklı salata yediğiniz arkadaşınızı patrona satarken; sınıfta aslında iyi anlaşacağınızı hissettiğiniz bir arkadaşınıza sırf herkes sataşıyor diye kahkahalarla gülüp dalga geçerken, onların Ork ya da zombi olmadıklarını bilirsiniz. Hatta onların ‘da’ sizin gibi olduğunu yüzünüze çarptıkça vicdanınız, daha sert tepki vermeye ve daha acımasız olmaya çalışırsınız. Tıpkı bir alkoliğin hayattaki sorunlarını çözemedikçe hissetmemek için daha çok içmesi gibi. Bunun John Smith gibi güce, Walter White gibi yıllar önce kaybedilmiş potansiyel saygınlığa, Don Corleone gibi hayatındaki herkesi yönetmeye bağımlı olmaktan farkı nedir? Belki ikincisi, alkolik olmamak içindir, ne dersiniz? Bu da belki size bir meşru zemin sağlıyordur. Belki siz herkes için en iyi olanı biliyorsunuzdur. Belki herkes, her şeyi sizin dediğiniz gibi yapsa dünya harika bir yer olur. Acı gerçek, bunun tarih boyunca asla gerçekleşmemiş ve gerçekleşmeyecek bir durum olduğudur. Bundan büyük bir bağımlılık olabilir mi?

Hepimiz için tüm zombi hikayesinin post modern zamanlarda takvimlerimize yeniden girmesi, milenyumun önemli yönetmenlerinden Danny Boyle‘un 2002 tarihli ‘28 Days Later‘ adlı filmiyle başladı. Henüz yıldızı yeni yeni parlamaya başlayan Cillian Murphy’nin belki de sinema kariyerindeki en iyi oyunculuğunu içeren ’28 Days Later’dan bir yıl sonra, dizisiyle dünya çapında hit olacak ‘The Walking Dead‘in çizgi roman serisi Robert Kirkman‘ın öncülüğünde Image Comics tarafından yayınlanmaya başlayacak, 70’lerin başından 80’lerin ortasına kadar süren zombi çılgınlığının baş mimarı George A Romero ise Day Of The Dead ile yarım bıraktığı serinin yıllar sonrasını anlattığı ‘Land Of The Dead‘ isimli filmde, emektar efsane Dennis Hopper ve Dario Argento’nun kızı Asia Argento‘lu kadrosuyla göz dolduracaktı. Artık ok yaydan çıkmıştı. 2008 yılında hem True Blood dizisi hem de teen-angst göğüsleme amaçlı Twilight serisinin yaratacağı vampir – kurt adam eksenli para hayratının gerisinde kalacak olsa da, zombiler geri gelmişti ve bu en azından vampir dendiğinde aklına ‘Buffy The Vampire Slayer‘daki mizah ve ironi dolu bölümlerle vampirleri hatırlamak isteyenler için de, vampirizmi gotik kültürün bir öğesi olarak hatırlamak isteyen eski kafalılar için de güzel bir kaçış noktasıydı. Bizi ısıracak olsalar da zombilerimize sarılabilirdik artık.

Zombi kültünü başından beri tıpkı Romero gibi Çevreci-Marksist bir perspektiften takip eden ve bugün çoğumuzun efsanevi bir komedyen olarak kabul ettiği Simon Pegg’in arkadaşları Edgar Wright ve Nick Frost ile kotardığı ‘Shaun Of the Dead‘in ardından kaçacak yerimiz kalmamıştı. Danny Boyle’un serisi hepimize ‘asıl sorun zombi’ler değil, insanın ta kendisi’ dedikten hemen sonra Romero, ‘Land Of the Dead’ ile başlayan ve orjinal seride durmadan aralıksız vurgu yaptığı ‘Batı usülü ırkçılığı ve kapitalizmi eleştirmeye devam’ niteliğinde genel mecrada başarısız bulunan ama bir zombi sevdalısıysanız oldukça izlenebilir filmler ile katkıda bulundu. Bu o kadar ironik bir durumdu ki, başlarda kimse Romero’nun da Pegg’in de ne demek istediğini anlamadı. Küba’dan çıkan ve Romero ile Pegg’in filmlerinin bir ortalaması olarak oldukça başarılı bir film olan ‘Juan Of The Dead‘ bile öncüllerinin gönderdiği sosyal mesajı içermekten yoksundu. İşin komedi ya da korku tarafı artık daima ağır basıyordu.

Halbuki tüm ‘zombi’ furyasının kökenleri taa 1800’lerin sonlarına, sinemadan önce oldukça politik ve ciddi anlamda dünyamızın bugün şekillenmesine giden yolu döşeyen yayılmacı, kolonici işgal kültürünün dünyanın güney yarım küresine doğru olan aşağılayıcı yaklaşımında yatıyordu. Bu konuda işte devreye – dilimizde de Koç Üniversitesi Yayınları tarafından Begüm Kovulmaz‘ın çevirisiyle kazandırılmış – mükemmel bir kaynak kitap olan Roger Luckhurst‘ün ‘Zombiler, Kültürel Bir Tarih’ isimli kitabı giriyor. 

Kitaba göre, Haiti’de, tarlalarda neredeyse günün tamamı boyunca aç bir ilaç çalıştırılan işçi/kölelere seslenildiğinde cevap vermeden salınarak çalışmaya devam etmeleri, ya da çok ağır cevap vermeleri üzerine doğuyor zombi miti. Haiti’den Karayiplere uzanan bir coğrafyaya dönem dönem ziyarete gelen önce Avrupa’lı yazarların, sonra da Amerika’lı yazarların elinde bu tür ‘yaşayan ölü’ hikayeleri giderek daha çok talep edilmeye başlıyor ‘ana kara’lardaki okurlar tarafından. Özellikle artık bağımsızlığını talep etmeye başlayan Haiti halkının ayaklanmalarını, ABD basını bu insanları vahşi ve et yiyen canavarlara benzeterek, onları ülkelerini koruyan ABD devletine toplu ayinlerle büyü yapmakla suçlayarak karşı çıkmaya çalışıyor. Bu oldukça komik bir adam kandırmacadan ibaret ve aslında oldukça da ‘sınıfsal’ bir yaklaşım içeren propaganda, zombilerin çizgi romanlarda, sessiz korku filmlerde ve tiyatro oyunlarında giderek daha çok rol almasını sağlıyor. İlk zombi filmi olan 1932 tarihli ‘White Zombie‘, aslen, Güney yarımküredeki zombi şehir efsanelerini ve kendi yaşadıklarını bire bin katarak, ballandıra ballandıra anlatan William Seabrook‘un ‘Büyü Adası’ isimli kitabının bir uyarlaması. Tarlalardaki işçilerle ilgili hikayeyi uyduran da ta kendisi. burada artık kitabın bir özetini geçerek tat kaçırmamak adına şunu söyleyebilirim ki, oldukça başarılı çevirisiyle mutlaka arşivinizde olması gereken bir kitap kendisi. An itibari ile kitapyurdu.com‘da alınabilir durumda.

Kimsenin bilmediği yerlerdeki hikayelerin, günlük şehir hayatında bunalmış Amerikalılara satılmasından ibaret – ama aynı zamanda güncel çizgi roman kültürünün oluşmasında da çok büyük payı olan – ‘Pulp’ korku romanlarından çıkıp Amerikan ve İtalyan korku ustalarının elinde kitlesel halde insanlara saldıran yaratıklara dönüşene kadar zombi’nin yüzyıldan fazla süren bir hikayesi var sizin anlayacağınız. Uzakta olana, bilinmeyen toplumların içerdiği ‘korkunçluklara’ dair hikayeleri Holywood, Indiana Jones‘dan The Wicker Man gibi korku klasiklerine kadar bir çok versiyonda satıp bitirmiş durumda zaten. 

Fakat 68 hareketinin etkisi ile, zombileri hayatımıza ‘günlük yaşamdaki ayırımcılığa karşı gösterilmiş bir tepki’ olarak ‘Night Of The Living Dead‘ ile sokan Romero’nun dünyası ile, 2000’lerde aynı konsepti koruyarak bu sefer de pandemik dönemlerde güce sahip kişilerin, güce sahip olmayanlar üzerinde kurduğu tahakkümün asıl tehlike olduğunu anlatan ’28 Days Later’ın dünyası ne kadar da paralel ve aynı şeyi söylüyor değil mi? İşin daha da trajikomik yanı, şu anda ülkemizde de, ABD’de de, göçmenler konusunda gerçek yüzünü ortaya koyan AB’de de cinsiyet ayrımcılığı, ırkçılık ve göçmen sorunu; global bir pandemi ile kolkola ilerliyor. Hikayede tek eksik olan şey zombinin kendisi. Ama zaten günlük zombi sizsiniz, benim, biziz. Biz kendimizi Simon Pegg‘in muhteşem zombi komedisi ‘Shaun Of The Dead‘in jeneriğinde uyku mahmuru olarak yolda yürürken, ayağımızı sürte sürte parkta dolaşırken, otobüste salyalarımız aka aka işe giderken görmüştük. Aynı filmin gelişme bölümünde, bu karakterlerin bir kısmını, günün en sıkıcı saatinde, öğlen yemeği sonrasında zombiye dönüşürken, daha da fazlasını ertesi sabah zombiye dönüşmüş olarak izleyeceğiz. Rutin ve sıkıcı hayatın döngüsüne ufacık bir müdahale ile gündelik zombiyi anlatıyor bize Simon Pegg. Ne de olsa bütün bu hikayenin sonunda, yukarıda bahsettiğimiz dizi ve filmlerin hepsi aynı şeyi yapmıyorlar mı? Bizi bize, işaret dilinin güncel ve görsel olanaklarını kullanarak anlatıyorlar.

Peki oradan Çin yapımı ‘The Kingdom‘ın zombi dünyasını yönettiği bir ortama nasıl geldik? Yukarıda da yazdığımız gibi, 2000’ler furyası başladıktan on yıl sonra ortamı tek başına ‘The Walking Dead‘ çizgi romanının dizi versiyonu domine ederek furyada rakip bırakmadı. Zombiliğin gemisine erken dönem Romero’ları ve ardından gelen Return Of The Living Dead gibi pop B tipi yapımları izleyerek binenler için de, zombi kültürünü 1980 sonrası ABD korku yazınındaki ‘hayatta kalma macerası’ alt türünü okuyarak büyüyen gençler için de ortak payda olabilmeyi başarmıştı dizi. Zombi dediğimiz konsept bir ABD-sağ muhafazakar gazetecilik ürünü olarak ortaya çıkmıştı ve merkez sol – özgürlükçü sol kafaya sahip iki yönetmenin filmleriyle günümüze taşınmıştı.

Fakat şu bir gerçek ki Brad Pitt‘in kariyerinin en kötü oyunculuklarından birini sergilediği ‘World War Z‘nin roman versiyonu başta olmak üzere zombi konsepti, ABD’de 90’ların ikinci yarısından itibaren özellikle ‘silah taşımayı öven’ kesimin severek okuyacağı onlarca romanla farklı bir düzleme taşınmış, zombilerden çok, özellikle KKK ile olan ilişkisi ile gündemde kalan ve Charlton Heston gibi ünlülerin savunduğu evangelist aşırı sağcı dernek NRA’in ( National Rifle Association ) ‘ya apokalips olur da hiç silahınız olmazsa’ söylemi ile paralel doğrultuda gelişip kapanan romanlarla piyasa dolup taşmıştı. Burada özellikle ‘World War Z’nin İsrail’de geçen kısmında, sınır kapısında geçiş bekleyen Filistinliler ile İsraillilerin aynı dilde, aynı şarkıyı söylemeye başladığı anda, zombilerin sesleri duyarak şehrin duvarlarını yıkması ve İsrail’i işgal etmesi efsane bir sahnedir. İnsanın aklına ister istemez, iki toplumun bir arada yaşamaya çalışacağı her girişimin boşa olacağı mesajı verildiği fikri gelmektedir. Sağ-nihilizmin, kendi özünü en açık ettiği anlardan biri olarak görüyorum bu sahneyi. 

The Walking Dead çizgi romanının dizi uyarlaması, bu iki kutup arasında özellikle Negan karakterinin katıldığı sezona kadar hiç taraf seçmeyerek ilerledi ve herkesin kendisini izlemesini sağladı. Negan’dan sonra ise gittikçe artan bir oranda komando savaş dizisine dönüşmeye devam etti ve son sezona kadar durmadan inişe geçti. Çünkü zombilerin kendisi resmin dışına çıkmış, hayat döngüsünde saflığını ve masumiyetini kaybetmiş karakterlerden ibaret hale gelmişti dizi. Fakat az önce yukarıda, mafya dizilerinden konuşurken de bahsettiğimiz gibi, gerçek hayatta insanlar kötülüğün yapılabildiğini ama bedel ödendiğini görmek istiyordu. Hem yapamadıkları şeyleri yapan insanları izleyip rahatlamak, daha sonra da hesap verdiklerini görüp gündelik güvenli hayatlarına devam etmek hepimizin tek derdiydi. Saflığımızı ve masumiyetimizi kaybetmemiş gibi yaparak çocuklarımıza, iş arkadaşlarımıza, eşimize, ‘çıkarlarımıza uygun şartlandırmalarda bulunmaya devam edebiliyor olmak’ istiyorduk. Çünkü herkes bizim dediğimizi yaparsa hayat çok güzel olacaktı. Renkli ve çok kültürlü karakterlerle maskelediği sağ nihilizmi terk ederek saf nihilizme, oldukça kötü bir senaryo yazımı ile sürüklenen The Walking Dead ( her ne kadar son sezonuyla görkemli bir dönüş yapmış olsa da ), yerini yavaş yavaş The Kingdom’a bırakmaya başladı.

Bu yazı, eğer buraya kadar dayanabildiyseniz eğer, aslında içinde bahsi geçen dizileri, kitapları ya da filmleri anlatmıyor. Onlar bahane. Bu yazı, gündelik zombiyi, hepimizi anlatıyor. Hayatımızın ne kadarını bağda bahçede değil de, ‘seyrederek’ geçiriyorsak artık, bu yazının niyeti sizi izlediklerinizle beraber tartmak. Yazarın kendisi de, aslında kendi terapisini yapıyor bu durumda, kendisini tartıyor. Çünkü sizinle aynı durumda, olaya dışarıdan bak(a)mıyor. O yüzden, yavaştan kapatalım konuyu isterseniz, süremiz dolmak üzere. 

Çin, karşımıza yeni bin yılın mucize ülkesi olarak çıktı 1980’lerdeki büyük iktidar değişikliğinden sonra. Daha 1994 yılına kadar her markanın sahtesini üretmek, devletten izinsiz doğan çocukları canlı canlı gömmek gibi mafyatik işlerle suçlanan ülke, televizyondan izlenebilen ‘sözde özgür dünyanın’ akşam haberlerinde kullandığı kötücül öznelerden biriydi. 2000’lerin başından itibaren dünyadaki kaç şirketin ucuz hammadde için Çin ile iş yaptığı, ülkedeki şehirleşme stratejisinin feodalizmi bitirmede, dünyadaki en başarılı uygulamalardan biri olduğu ortaya çıkınca işler değişti. Çin, yeni bir pazar olarak kapitalistler tarafından kucaklandı. Düşünsenize, köylerden şehirlere taşınmış bir milyarlık nüfus, global kapitalizmin çenesini tavana vurdurmuştu. Taa ki ilerleyen zaman içinde Çin’in Apple ve Microsoft’un ikisini birden farklı düzlemlerde iç piyasaya sokma yolu ile idare ederek, kendi teknolojilerini geliştirdikleri ortaya çıkana kadar. 2008 yılındaki büyük global krizde, Çin’in oldukça çakalca bir şekilde hem Rusya ile askeri işbirliği yaparak hem de ABD tahvillerini satın alıp ABD’yi ayakta tutarak ikili oynadığı ortaya çıktı. Ya da Rusya’nın da EUR ülkeleri ile paralel ilişkilerini göz önüne alırsak Asya blokunun planlı bir hamlesiydi, bu konuda elimizde şudur budur diyecek bir net bilgi yok. Tam da 2000’lerin ilk döneminde başta Nolan‘ın The Dark Knight‘ı olmak üzere bir sürü filmin belli sahnelerinin Pekin ve İngiltere tarafından Çin’e yeni devredilen Hong Kong’da çekilme başlandığını görmeye başladık. Bu furyanın en komik sonucu başrolünde çekik gözlü bir Matt Damon‘ın yer aldığı ‘The Great Wall‘ filmi oldu diyebiliriz ( ironik olarak, bu duvarın aslında Türk akınlarına karşı inşa edildiğini düşününce, filmdeki duvarı yıkmaya çalışan yaratıklar daha komik bir hal alıyor tabi ). Bütün bu karşılıklı atışmalar bir ABD-Çin ticaret savaşına dönüştü pandemiden hemen önce tüm dünyada otuz yıldır söylenen ‘globalleşme’ şarkısı bir anda bitti, eski vergiler ve gümrükler geri geldi. Huawei’nin üst düzey yöneticisini Kanada’da tutuklayan ABD, Güney Asya denizlerinde tatbikat yaparak Çin’e gözdağı vermeye çalışırken, dünya ülkeleri giderek daha fazla oranda Çin ile işbirliğini tercih etmeye başladı son dönemde.

Çin, bir yandan kendi feodalizm dönemi kahramanlık filmlerini çekerek nüfusunda tarihi bütünleşmeyi yaratmayı denerken, diğer yandan da Batı kültürü ile iç içe geçmeye çalışıyor ve ona ‘artık bensiz yola devam etmeniz mümkün değil’ mesajı veriyordu. Bunun daha Çin topa girip de ‘yeni çapa para USD değil YEN olsun’ demeden önce ( 2008 krizinden sonra ) en belirgin girizgahını görebileceğiniz yer, Buffy The Vampire Slayer dizisinin yaratıcısı Joss Whedon‘un tek sezonla sönüp giden efsanevi bilim kurgu dizisi Firefly‘dır. Oyuncu seçiminden yan karakterlerine kadar mükemmel bir seri olan Firefly, her nedense tek sezon ve ikamesi sayabileceğimiz Serenity filminden sonra ekranlara veda etti. Dikkatli gözler, dizinin geçtiği uzak gelecekte, herkesin ana dili gibi İngilizce ve Çince konuştuğunu, dizideki şehir ve kasaba sahnelerinde tabelaların tamamında bu iki dilin de bulunduğu ve insanlığın sayısız gezegene yayıldığı bir evrende geçtiğini fark etmiştir. Whedon, bir şekilde ABD’li yapım firmalarından bu dizinin devamı için gereken kaynağı bulamadı ve dosyayı kapattı. Dizinin IMDB notu hala 9,0 olarak sabit durmaktadır.

Kısacası dostlar elimizde 11 Eylül ve sonrasındaki savaşlarla geleceğini haber veren, Covid’den sonra da dünya insanları ve canlıları üzerindeki tahakkümünün şeklini şemalini haber veren yeni bir dünya düzeni oluşmaya başladı. Bu görüntüyü artık post apokaliptik filmler, eli yüzü düzgün distopya romanları ve gençlere yönelik ‘hayat acımasız baba ya’ felsefeli ve bilim kurgu maskeli ‘The 100’ gibi ‘mankenize edilmiş’ dizilerle allayıp pullamaya gerek yok. Çin’in kültürel hegemonya tarzı abartma ve yönlendirme yolu ile yönetme üzerine kurulu. Dolayısı ile her biriniz kimliklerinizdeki çiplere DNA haritalarınızı yazdırmaya razı olana, şehrinizin uzaydan her bireyi görecek şekilde düzenli olarak izlenmesine karşı çıkmamaya karar verene kadar ( bu tam olarak Wuhan şehrindeki yaşamın ta kendisi bu arada, burada yazar fütüristik bir distopyadan bahsetmiyor ) bu kültürel hegemonya biçimi sizi ikna etmek için yukarıda bahsettiğimiz ‘çift dilli’ araçların her birini kullanmaya devam edecek. Mesela ne bileyim eğer meşhur blockbuster patatesi 2012’de dünyanın sonunda insanlığı kurtaran ülkeler arasında gördüğünüz Çin’i abartılı bulduysanız, Çin devletinin öncülüğünde yok olmanın ucundan kurtarılan buz çağına girmiş Dünya’nın megatronik dev bir uzay gemisine dönüştürülerek yörüngesinden çıkarıldığı ve Jüpiter’in etrafından yeni yörüngesine fırlatıldığı ‘The Wandering Earth’ü izlemenizi tavsiye ederim ( Türkiş Netflix’de mevcut ). Gülmekten altınıza yapmanız garanti.

İspanyol anarşistlerinin sevdiği şekilde ifade edersek, ‘Aydınlanma çağının yaramaz çocukları’ndan ikisi olan liberalizmin ve sosyalizmin iki büyük kötü alışkanlığı var, ideallerinden kısmen ya da tamamen döndüğünde hep kullandığı; kendisinden daha geride kalmış olan düzene, feodalizm görsellerine kültürel anlamda abanarak kendini olumlamak. Bunu kendi ülkenizin Cehapelilerinde, ABD ve AB’nin liberal demokratlarında, Stalin dönemi SSCB’sinde ve Çin’in ÇKP’sinde çok net gözlemleyebilirsiniz. İşte The Kingdom, tam da tüm sinematografisi nedense Çin’den önceki feodal çağın hanedanlarının efsaneleri üzerine aşırı pahalı kostümlü ve figüranlı savaş filmi çekmekten ibaret olan Çin Yeşilçam’ının, aynı tarzda dünya televizyonlarına uyum sağlamış moderenli versiyonu. Herşey yine günlük olanı sorgulamaktan tırsan Asyalının seveceği gibi, sadece geçmişten ibaret ama konu dünyada en çok tutan, moda gündemlerden biri; zombiler. Kötü kalpli akrabaların hanedanı ele geçirmeye çalışırken yanlışlıkla saçtığı bir virüs yavaşça tüm ülkeye yayılıyor ve olaylar gelişiyor. Hanedanın içindeki tek düzgün konuşan, serflere, kadınlara ve askerlere yaklaşımındaki eşitlikçi tutumuyla modern şehirli Çin’liye, okul hayatı boyunca öğretilen ÇKP’li yönetici portresini hatırlatan genç prens ve yavaştan inşaa etmeye başladığı ‘zombilerle savaş ordusu’ da hem feodalizmin berbat aile içi ilişkilerini temsil eden hanedanın kötücül aillerine hem de zombilere karşı savaşarak hikayeyi ilerletiyor.

Kısacası dostlar, sözü uzattıysak affola ama siz bakmayın bugünlerde dalgalanan izolasyon söylemlerine ve neo merkantilist vergi savaşları kafalarına, dünya küreselleşmeye devam ediyor. Burada mühim olan şu; ekran karşısında uyuşursak eğer, tahakküm ve kontrol küreselleşiyor. Ne kadar birbirimize olan biteni anlatır ve birbirimizi bilinçlendirirsek, özgürlük küreselleşiyor. Seçim bizim. Elimizde yukarıdaki dizileri kullanarak da, gerçek hayatı kullanarak da anlatabileceğimiz binlerce hikaye var. Susmak için bir neden yok. İlla tipik bir solcu gibi davranmanıza ya da sizden başka herkesle dalga geçen liberaller arasına sıkışmanıza da gerek yok. Hikayelerinizi anlatabilir ve diğerlerine katılmasanız da onları dinleyebilir, anlatabileceklerinizi zenginleştirebilirsiniz.

Aydınlanmanın yaramaz çocuklarının, bir kez daha dünyayı daha güzel ve mutlu günlere itebileceğine inanın yeter. Zira bir öncekinde içinden çıktığımız çukurun adı “ORTA ÇAĞ” idi ve eğer bir an önce gündelik zombiler olmaktan vazgeçmezsek, tekrar geri gideceğimiz yer de orası…

Ah bu arada, yazının sonuna doğru Çin ile ilgili satırlarda saçmaladığımı düşünen çok fazla liberal ve ulusalcı arkadaşınız olacak. Onlara sadece daha yeni yayınlanan Twilight Zone‘un 2020 versiyonunun, ikinci sezonunun beşinci bölümünü izletin. Bölümün girişinde, ABD, Çin ve Kanada bayraklarının su altındaki bir araştırma tesisinde beraber dalgalandığını görecekler. 

Geleceği görebilirsiniz. Yeter ki onu değiştirecek kadar yaşadığınız anı iyi yorumlayabilin. İyi eğlenceler. 

Dipnot: Az önce en son bahsettiğimiz diziye dikkat ettiniz mi? The Twilight Zone’dan bahsediyorum evet. bu dizi 1959’dan beri defalarca dizi ve film olarak tekrar tekrar çekilmiş bir seri. Her bölümün tek bir özelliği var. Ana karakterin başına ne gelirse gelsin, bedelini öder. Yukarıda da konuştuğumuz gibi, bedelin ödendiğinden emin oldukça, bedeli izleriz. Şimdi yazıyı baştan sona bir daha düşünün. Siz bir bedele inanıyor musunuz? Yoksa o bedele inandırılıyor musunuz? Size yaşadığınız hayatı sunanlar hangi bedeli ödüyor? Yoksa bizler, sadece, ödememiz gereken bir bedel olduğuna inandırılmış kuklalar mıyız? Hayatımız bu kadar kolay mı? Biz sadece bedelden korkan korkaklar mıyız? Ve en önemlisi;

Onlar, ne kadar cesur?

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.