The Man In The High Castle: “Yüksek Yüksek Şatolarda Kimler Oturur?”

Paylaş:
The Man In The High Castle: "Yüksek Yüksek Şatolarda, Kimler Oturur?"

Merhaba sevgili okur, nasılsın? Beni sorarsan, paranoyak şizofrenden halliceyim. Tıpkı Philip K Dick gibi yani. Covid bir uydurmaca mı? Yoksa yeni normal ayaklarına ücretli köleler ve tüketiciler görev yerlerine dönsün diye bugünlerde ‘Covid yalanı projesi’ bilerek mi medya tarafından şişiriliyor? Kapitalizm denilen humma, çaresini bulamadığı hastalıktan aşısız sürü bağışıklığı ayaklarında kaçarak, gözden 3 ila 6 milyonluk bir kesimi çıkarıyor mu? Yoksa Covid Çin-Rusya eksenli, her vatandaşın izlendiği, yeni ve daha totaliter bir düzenin ayak sesleri mi? Bilemiyorum, hepsi de olabilir, hiçbiri de.. Tek bildiğim yeryüzünde en sevdiğim yazarlardan biri olan Philip K Dick’in buna benzer konularla dolu 40’dan fazla roman ve yüzlerce kısa hikaye bırakıp bu dünyadan göçtüğü, 80’lerin hemen başında. Büyük umutlarla beklediği ve kendisinin eserinden uyarlama olan efsanevi film ‘Blade Runner‘ı izleyemeden öldü büyük yazar. Fakat eserlerinde gerçekliğin dokusunu kaybeden, bozan, çoğunlukla bürokrasi, kadın erkek ilişkileri ve medya baskısı arasında doğruyu, yanlışı, siyahı ve beyazı birbirine karıştıran karakterlerle dolu bir dünya bıraktı bize giderken. Bugün bile, yaşadığımız günlerde, onun yazdığı romanlarda yaşanan kafa karışıklığı elimizde kalan tek ‘net’ şey. Bir bakmışsınız otuz yıldır solcu bildiğiniz bir dostunuz, Trump taraftarlarının uydurduğu bir komple teorisini paylaşıyor; bir bakmışsınız çevresinde aşırı milliyetçi geçinen bir uzaktan tanıdık, uzaylı işgali için Covid’in uydurulduğunu ve tüm dünyanın tek yürek olarak buna karşı durması gerektiğini savunuyor.

Kısacası, kafalar tıpkı PKD (Philip K Dick’in kısacası) karakterlerinin dünyasındaki gibi çalışıyor artık. Bu durumda satırların yazarına, içinde bulunduğumuz zorunlu karantina günlerinde bir görev düşüyor. Sürekli ertelediğim, Amazon tarafından çekilen ve PKD’nin en ünlü romanlarından biri olan ‘Yüksek Şatodaki Adam‘ın dört sezonluk dizisini izlemek. PKD uyarlamalarının genellikle ucuz aksiyona eğilimi fazla olduğundan, izleyici olarak bundan daha fazlası ile karşılaşınca tabii ki bu yazıyı da yazmak farz oldu. Ama önce bir girizgah gerek bize, şöyle akademik yayınları çokça okumuş gibili, lafazan ve meraklı bir bezirganın yapacağı türden. Bakalım bitirebilecek miyiz? Haydi…

Girizgah

İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan ‘Amerikan popüler kültür çağı’nın en baskın döneminde, savaşlardan sonra kurgulanmış bir klasik Holywood sineması vardır. Fonda komünist avı adı altında aydınlanma neferleri hapislerde çürütülürken, çekirdek ailenin Amerikan tipi modern ve konforlu yaşamın övüldüğü, savaş filmleri ve Western filmleri ile beyaz adamın kültürel baskınlığının olumlandığı, saçma sapan bir dönemdir. İşte bu çağı yerle bir eden, Martin Scorcese, Francis Ford Coppola ve Alan Parker gibi yönetmenlerce başlatılmış olan ‘eleştirel sinemanın acımasız kadrajı’ndan kaçmanın; yeniden kültürel dogmanın ve Anglo Sakson liderliğin sorgulanmadığı bir ‘görüntüye’ sahip olmanın yolu olarak Bilim Kurgu ve fantastik sinemanın da adaylardan biri olarak görülmesi, Holywood’un kendi elleriyle tuzağa düşmesine sebep olacaktır 80’li ve 90’lı yıllarda.

Stanley Kubrick's A Space Odyssey60’lı ve 70’li yıllardaki bilim kurgu uyarlamaları, genellikle ya tamamen gerçek dünyadan kaçışı içeren bir fantazya dünyasında geçmekte (Star Wars) ya da modern devlet aygıtının tüm uzantılarını, ona bir ders vererek de olsa sürece dahil ederek bozulan sistemin yine sistem tarafından düzeltilmesi önermesini taşımaktadır (2001 A Space Odyssey‘de dünya devletlerinin ‘seve seve’ barışması ). Her halükarda, filmleriyle zaten sistemin önerdiği şiddetin yeniden yaratımını, bizzat kendi filmlerinin bir geleneği haline getiren ve Yeni Holywood olma niyetiyle çıktığı yolda kendi içinde bir paradoksa girse de toplumu doğru bir ayna ile yansıtan eleştirel sinemanın ulaşmak istediği hedefe bilim kurgucular başka bir yoldan ulaşacaktır. Klasik ‘siyah beyaz’ bilim kurgunun sürekli olarak Sovyetler’den azınlıklara kadar, Anglo Sakson kültürünün dışladığı her öğeyi uzaylılarda cisimleştirme çabası, bizzat Stanley Kubrick ve Arthur C Clarke tarafından o cismin insanların kafasına kozmik bir uyarı olarak geri atıldığı ‘2001 A Space Odyssey’ ile sona erdirilir. Reklam kampanyaları ile bir çocuk oyunu gibi sunumu üstümüze yapışan Star Wars’da bile, demokratik parlamentoyu güvenlik bahanesiyle kandırarak sistemi bir diktatörlüğe dönüştüren Sith’lerin hikayesi, aslında giderek artan, ‘güvenliğimiz ve yaşam tarzımız için’ temalı Asya ve Güney Amerika’daki ABD işgallerine zemin yaratan, Martin Luther King ve Kennedy gibi toplumsal liderleri yok eden Evanjelist Cumhuriyetçi silahlanma taraftarlarına yapılan üstü kapalı bir göndermedir.

1960’lardan itibaren Dune‘dan Yüzüklerin Efendisi‘ne kadar, bilim kurgu ya da fantastik edebiyat klasiklerinin tamamında yazılan herşey, dünyadaki siyasi duruma tepkiler içerir ya da ondan etkilenerek durumun aynası olmayı elinde olmadan kabullenir. Çoğunlukla yazarlar sinemada Kubrick‘in yaptığı gibi bir ayna olmayı tercih eder. Bu insanların pek çoğu yaşadıkları düzenden rahatsız olsalar da kurgulanmış sistemin tam karşısında yer alan komünistlerden değillerdir. Ya daha eski aristokratik bir geçmişi özledikleri için ya da yeni düzenin özgürlük seçenekleri onların hayal dünyasını sınırlayacakmış gibi göründüğü için (yani aslında muhafazakar kapitalizm ya da komünizm dışında kalan seçenekleri daha mantıklı buldukları için) taraf tutmazlar.

Yine de tek bir yürek olarak sistemin karşısında duramasalar da, bu gidişle bilim kurgu fanatikleri sistemin dışına çıkma yolu olarak kendi kapalı cemaatlerini birer rol modeli haline dönüştürecek, sistemsel eleştiriyi de gelecek üzerine kurgulanmış hikayelerden bugüne bir mektup gibi göndererek, iki dünya savaşı boyunca ve sonrasında Batı kültürünün hakimiyeti üzerine odaklanmış bu türü, muhalif bir sinema türü haline getireceklerdir.

Bilim Kurgu Sineması

Blade Runner film1982 tarihli Ridley Scott klasiği ‘Blade Runner‘ tam olarak bu sonucun ilk meyvelerindendir aslında. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Philip K Dick’in 1968 tarihli ‘Do Androids Dream Of Electric Sheep‘ (Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?) isimli şaheserinden uyarlanmıştır film. Eser hem PKD’nin bilinçli olarak yazınında kullandığı film noir renklerini korur, hem de tüm karakterlerinin ‘android misin insan mı’ sorgusuna dahil olduğu bir vorteks yaratarak, gelecekteki distopik bir dünyadan, insanların berbat bir hayatı ‘normal’ kabul ettiği bir ortamdan, günümüz hayatına doğru uzanan çok makul bir soru gönderir; yaşadıklarının ne kadarı gerçek ve sen gerçekte kimsin? Tüm insanların birer üniteye dönüştürüldüğü şirket-egemen fütüristik dünyada android ile insanın birbirinden farkı kalır mı?

Bilim Kurgu’nun kendi başına tehlikeli bir eleştiri mekanizmasına dönüşme ihtimali, Anglo Sakson kültüründe her zaman olduğu gibi, bir fikrin SADECE kötücül ikiz kardeşinin piyasaya sürülmesiyle sonuçlanır. Cumhuriyetçiler varsa Demokratlar vardır, gerisi önemsizdir. Muhafazakarlar var ise İşçi Partisi vardır, diğer siyasetler teferruattır. Siz de bu baskı döneminde, verili ‘ikili’ örneği, yaşadığınız ülkeye istediğiniz gibi uyarlayabilirsiniz.. Bu sahte ikiliği ve asla bir senteze ulaşamama durumunu, NATO kültürünün tamamında bir şekilde baskın siyasi ve kültürel öğe olarak görür ve yaşarız. NATO kültürünün, karşıtı olarak beslendiği TEK SESLİ KOMÜNİST modele karşı ‘uydurduğu’ sahte çok sesliliğin maketidir bu. ‘Ütopik’ direkt demokrasinin kalan son temsilcisi olan Kıta Avrupa’sında bile bu ikiliğin etkilerini, tüm o ‘neredeyse’ çok sesliliğine rağmen, giderek etkinliğini arttıran Avrupa Parlamentosu’nda Fransa-Almanya kutbu ile geri kalanlar arasında adı konulmamış egemenlik savaşı olarak gözlemleriz. 1980 sonrasında Soğuk Savaş artık bir ikilik parodisidir, sistemin kendisi üretemediği sentez sebebiyle kendi içine çökmüş, bir parodiye dönüşmüştür. Silahlanma yarışı ile tüm ekonomisi silah üretimine sabitlenmiş, ‘sosyalizm’ ile alakası kalmamış Sovyetler’in, ABD’ye olan tahıl bağımlılığı, kurgunun en komik ifadesidir iktisadi anlamda. Batı, ikinci dünya savaşında asla gönüllü imzalamadığı, aslında uğrunda Sovyetler çöksün diye Nazileri desteklemeye razı olduğu savaşı çoktan kazanmıştır ancak, kapitalizm dışında bir seçeneğin yürürlüğe girmemesi için ‘düşman’ orada olabilmeye devam etmelidir. Olamadığında ise fazla zaman geçmeden yenisi icat edilecektir, bu sefer ‘Cihatçılar’ kimliği ile. Yine traji komik olan, global intiharcı yetiştiricisi cihatçı kavramının ilk dünya savaşı sırasında Arap düyasına, Kuzey Afrika’daki katil çetecilerin İngiltere tarafından Şeyhler ordusu olarak ithal edilmesiyle yaratılmış olmasıdır ( bir klasik ABD sineması örneği olan Arabistan’lı Lawrence bunun hikayesini anlatır). İlk global görevleri de Afganistan‘ı Sovyet işgalinden kurtarmaktır ve liderleri Usame Bin Ladin‘dir. Bu adamlar müslümandan daha çok Anglo Sakson’dur aslında. Usame Bin Ladin o kadar kimliği belirsiz bir karakterdir ki, öldürüldükten ve DNA’sı özel kuvvetlerce ‘konfirme’ edildikten sonra okyanusa atılır cesedi. Dünyanın tek gördüğü, bir cesedin, bir askerin göz kamerasından röntgenlenmiş halidir. Gerçeklik bir kez daha yeniden üretilmiş, iğdiş edilmiştir.

Bilim kurgu sinemasında bu ikilik, askeri bilim kurgu (military sci-fi) dediğimiz alt türün giderek türü işgaliyle sonuçlanır. Bu tayfa aslında 1980 öncesinde de önemli bir alt bilim kurgu türüdür Anglo Sakson kültüründe, en önemli temsilcilerine bir göz attığımızda, eski bir asker olan Robert Heinlein (ki kendisi PKD hayranlığına yenilerek yazar ile tanışmasından sonra ‘sağ’ zincire olan eğilimini bırakacaktır) ve Mormon bir dindar olan Orson Scott Card’ı örnek vermek yeter. Fakat sinema uyarlamalarında türün doğasının ön plana çıkması, 1980’lerin muhafazakar istismar sinemasının Charles Bronson ve Clint Eastwood‘da karakterini bulan tavrının bilim kurguya uyarlanmasıyla olur. Emir komuta zincirinin doğa dışı, insanlık dışı uygulamalarının filmatik uyarlamada nihilist tavrın militarist biçimini saklamak, onu maskelemek için kullanıldığı; dolayısı ile hikaye ilerledikçe karakter kaybının bireylerin algısında trajik sonuçlara var(a)madığı, ‘kahramanlaştırılmış’ karakterlerin kayıplarıyla yüzleşmeden hayata devam ederek mutlu ya da abartılmış bir twist ile mutsuz sona koştuğu eserlerdir bunlar. Milyonlarca insanın birbirini öldürüp hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etmesini arzulayan devlet erkanının rüyalarına hitap eden bir maceralar serisidir elimizdeki. Yüksek şatoda sanki Goebbels oturmaktadır artık.

Blade Runner, Alien, Total Recall…

Alien - Ridley Scott‘Blade Runner’da durmadan gerçekliğin doğasını sorgulayan Deckard ve onun mitolojik kökenlere dayanan anti kahraman hikayesi; Cyborg gibi bir filmde basit bir intikam hikayesine dönüştürülecektir. Daha iç içe bir örnek ile, 1978 tarihli Alien serisinin ilk filminde kabak gibi sırıtan şirket eleştirisi ikinci filmde geri plana atılmıştır. İlk filmde aslında iki kadının kapışması ile varlığın (annelik ) iyicil ve kötücül doğasına ( Ripley ve Kraliçe ) ile atılan neşter, 1986 tarihli ikinci film ‘Aliens’da onlarca komando ile asker yaratığın bir cephede kapışmasından ibaret kalır. Filmin adının çoğul hale getirilişinde bile bu niyeti görmek mümkündür. Filmin esas doğasına, anneliğe, sonraki iki filmde yine dönülecektir fakat ilk filmin başarısı asla yakalanamayacaktır. Yine de şunu ifade etmek gerekir, David Fincher‘ın Alien 3’ü, asla bir sonuca ulaşmayan çatışmalardan ibaret Anglo Sakson kültürüyle bir anlığına inatlaşıp, yaratıkla insanı birleştirerek bir senteze varır ama daha sonra ‘annelik güdüsü’ ile ‘yavrunun bağımlılığı’nı o sentezde feda ederek ( filmin meşhur final sahnesini hatırlayın ) asıl hikayeyi sona erdirir. Mesajı nettir; ikilik ortadan kalkarsa, kültürel anlamda var olma sebebimiz de ortadan kalkar.

Bu ikilik, Blade Runner‘dan sonra yavaşça yeniden keşfedilen Philip K Dick roman ve hikayelerinin uyarlamalarında da devam edecektir. 80 – 90 arasında çekilen Screamers ve Total Recall, asıl hikayelerinden oldukça farklı bir şekilde birer komando filmi gibi uyarlanmışlardır, tıpkı anti terör timleri gibi belli konularda uzmanlaşmış bir ekip kötü adamları yenmek için yola çıkar bu hikayelerde. Screamers bir video hiti olarak, geçen yıllar içinde klasik haline gelirken; döneminin en önemli blockbuster’larından biri sayılan Total Recall, yapıldığı yıl ‘en fazla insan öldürülen film’ rekorunu elinde tutacak kadar kanlı bir aksiyon filmidir. Bir distopik bir Soğuk Savaş eleştirisi olarak yazılan Second Variety isimli hikaye, ‘bilinmeyen bir gelecekte’ geçen bir komando filmi olan ‘Screamers’a; oldukça Kafkaesk bir alternatif hafıza hikayesi olarak kurgulanan, aslen bürokrasi eleştirisi olan ‘We Can Remember It For You Wholesale’ hikayesi ise Arnold’un herkesi kesip biçtiği bir aksiyon filmine dönüşüvermiştir. O kadar ki Screamers, bugün sağ cenahta sıkça kullanılan ‘düşmanın gerçekte kim olduğunu bilemezsin’ söylemine fazlaca yaslar kendisi. Bu aslında Vietnam’da halkı ‘Vietkong’lu olma ihtimaliyle katleden ABD askerlerinin günlük söylemidir. Benzer bir söyleme yıllar sonra ülkemizde de rastlamıştık 90’larda, ‘Güneydoğu’da..

Philip K Dick, artık hayat hikayesine hem kendisinin, hem doktorunun, hem de eski eşlerinin gözünden bakabildiğimiz için çok iyi bildiğimiz gibi, madde bağımlılığının doruklarında gezmiş tasavvuf meraklısı bir paranoyak şizofrendir. Hayatının farklı evrelerinde ve öldükten sonra misojinist, faşist, komünist, kötü bir baba, bencil bir LSD düşkünü olmakla da suçlanmış olan sofistike yazarımızın eserlerinde yer alan karakterler, daima çevresinde ve hayatında o dönem yer almış insanlardan örnek alınarak yaratılmıştır. Siyasi tavrını net olarak otorite karşıtı olmak ile sınırlı tutan Dick, insan eliyle üretilen en büyük gerizekalılık olan bürokrasi ve birey arasındaki iletişimi en detaylı işleyen bilim kurgu yazarı olarak, türünün Kafka‘sıdır diyebiliriz. Daha gerçekleşirken Vietnam savaşına açıkça karşı çıkmasıyla bilinen yazar, liberal, komünist, anarşist çevrelerce sahiplenilen farklı eserlerinin hiçbirinde gerçekte politik bir taraf tutma gayreti göstermemiş, para kazanmak için yazdığı erken dönem askeri bilim kurgu hikayelerinde bile karakterlerinde, insan doğasındaki iki yüzlülüğü, insan arzularının yarattığı zayıflığı ve bu zayıflık sonucu içine düşülen hayatta kalma çabasının yarattığı çaresizliği anlatmıştır aslında. Kadın karakterleri aşağıladığı her romanında çok daha fazla erkek karakteri yerden yere vurur ama nedense sadece birincisi gözlemlenir. Liberallerin tipik özgürlük söyleminin tuzağına düşmediği için cezalandırılmıştır adeta. Bürokrasiye ve Amerikan devlet sistemine acımasızca giydirdiği romanlarında komünist olmakla suçlansa da, aslında teknik olarak kendi öz hayat hikayesinde onu sıkıştıran iki temel bloğun arasında kalışının hikayesidir yazdığı; doktoru ve hayatındaki kadınlar. Philip K Dick, sürekli olarak bu ikisinden birine sığınarak üretmeye devam edecek, hayatının son dönemlerinde ise kendi yarattığı bu hapishaneden kurtulmanın yolunu tasavvufi bir din uydurmakta bulacaktır. Duvarlardan geçemiyorsa, yükselerek üstüne çıkmayı denemiş ve gerçekten de sonunda bunu başarmıştır ünlü yazar, vefat ederek.

1990 sonrası uyarlamalar içerisinde Minority Report gibi çok büyük hitler; Next, The Adjustment Bureau gibi orta karar ama eğlenceli çerezler ve Impostor gibi fazlasıyla sistem ve bürokrasi eleştirisini yazara sadık kalarak koruyan göz altı edilmiş filmler olsa da, yazarın ruhunu sinemaya en iyi yansıtan eser kesinlikle Keanu Reeves‘in başrolünde oynadığı A Scanner Darkly’dir. Tecrübeli yönetmen Richard Linklater’ın elinden çıkan filmin Dick’in kafasındaki dünyayı birebir yansıtan bir yarı animasyon tekniği ile çekilmiş olması ve gerçekle rüyanın birbirine girdiği, kitaba yakın uyarlanmış oldukça karmaşık kurgusu, filmin anlaşılmasını fazlasıyla engelleyecektir. A Scanner Darkly‘den sonra PKD uyarlamaları yavaşça azalır, taa ki stream tv modasına katılan Amazon’un yazarın en meşhur klasiklerinden biri olan ‘Yüksek Şatodaki Adam’ı ( The Man In The High Castle ) ve kısa hikaye kitabı ‘Electric Dreams’i uyarlamaya karar vermesine kadar.

Amazon Prime - Electric Dreams - Philip K Dick

Electric Dreams

Elektrik Düşler’deki kısa hikayeler duygusal bilim kurgu hikayeleridir ve PKD’yi bilenler için de bilmeyenler için de çok büyük sürprizler içermezler. Oldukça başarılı bu uyarlamaya rağmen satırların yazarının uzun bir süre PKD’nin en önemli ilk beş romanından biri olarak anılan ‘Yüksek Şatodaki Adam‘ının uyarlamasını izlemeyi reddettiğini kabul etmesi gerekir. Daha ilk bölümde, kitaptaki durumlarından bambaşka rollerle dizi açılınca, duruma uyum sağlayamamış ve diziyi izlemeyi bırakmıştır bu kişi. Zira A Scanner Darkly’den beri ilk defa bir PKD uyarlaması yazarın anti otoriter ve bürokrasi karşıtı tavrını faşizm karşıtlığı ile sentezleyerek sunuyora benziyordur. Seyircinin korkusu, bu beklentinin Amazon’un ellerinde yıkılma ihtimalidir. Nitekim zaman geçer ve dizinin final sezonunun duyurulması, Amazon Prime‘ın Türkiye’de aboneliğe açılması gibi etkenler vaziyeti değiştirir.

Peki tüm sezonları, kitabın 6:45 tarafından yıllar önce yayınlanmış genişletilmiş baskısı eşliğinde okuyarak bitiren seyircimiz, uyarlama hakkında ne düşünmektedir?

Evet, buraya kadar iyi geldik. Biraz mevzu uzadı ama zaten aslında konunun başlığı bir bahane bizim için değil mi? Fakat şimdi başka bir sorunumuz var. Aslında bu kadar uzun bir girizgahtan sonra size sadece dizinin ne kadar iyi ya da kötü olduğundan bahsedersem eğer, buraya kadar dayandığınıza pişman olmayacak mısınız? Ben olsam çok kızardım. Dolayısıyla, yazıyı okurken sıkılan – ki haklıdırlar – araftakilerin, çoktan aramızdan ayrıldığını varsayarsak eğer, yazının devamına hazırız demektir. Belki ikinci kadehi doldurmak iyi bir fikir olabilir. Kahve mi? Daha iyi. O zaman buyurun, başlayalım.

Yüksek Şatodaki Adam

‘Yüksek Şatodaki Adam’, Nazilerin ve Japon İmparatorluğunun ikinci dünya savaşını kazanmış olması ihtimali üzerine yazılmış erken dönem ‘alternatif tarih’ romanlarından biri. 1961’de yazılıp, 1962 yılında yayınlanan – ve zaten kendisi de bizzat 1962 senesinde geçen – kitabın hikayesi PKD’nin genel politik tavrının artık kendini göstermeye başladığı, ne olursa olsun saf ilerlemeci metodik bilim kurguyu terk ederek, ‘kurum’ ile ‘birey’i; ‘kadın’ ile erkek’i; ‘toplumsal normlar’ ile ‘bireyin modern toplumdaki yalnızlığını’ kapıştırmayı iyice bir tarza dönüştürdüğü döneme denk geliyor. Yazınında son on yılında iyice artacak olan Carl Jung etkisinin artık kendisini göstermeye başladığı, karakterlerin iç seslerinin uzun paragraflar halinde, hem kişisel boğuşmalar hem de siyasi/toplumsal çıkarımlarla yoğurulduğu, aslında okuması o kadar da kolay olmayan bir roman ‘Yüksek Şatodaki Adam‘. O kadar ki, yazınsal anlamda danışman ‘abisi’ ya da bir üst devresi kabul edebileceğimiz Jung’un yaşadığı paranormal hissiyatları, 70’lerin sonlarında, ruhani yorumlarına fazlasıyla yansıtacaktır yazar fakat, bu şimdi konumuz değil.

Kitabın dizi uyarlaması, kitabın fazlasıyla ‘alternatif’ bir versiyonu olabilmek için elinden geleni yapmış. Kitaptaki ana karakterlerin tamamı dizide aynen kendine yer bulmuş olsa da, kitaba göre çok daha ‘güçlü’ ve çok daha ‘örnek teşkil edebilecek’ karakterler olarak yansıtılmış. Bunu bugünkü dizi kültürünü, ekranda tutunabilmek için, seyirci ile özdeşleşme kurallarına bağlı kalma zorunluluğunu düşününce anlamak mümkün. Zira, bir dizinin iyi ya da kötü olması değil, yaşadığımız yüzyılın en önemli tüketici birimlerinden birinin, ‘izleyici’nin, dizideki karakterler ile özdeşleşmesi ve kendisine o gösteride, alternatif bir görsel zaman çizgisinde, onu gerçek hayattan uzaklaştıracak devamlılık sözü veren bir rol biçmesi, herşeyden önemli. Yoksa dizi devam edemez. Dizi iptal edilir ve başka bir alternatif gerçeklik projesi devreye sokulur sorumlu kanal tarafından.

Tam olarak burada da gerçekleşen kitapta anlatılan hikaye aslında. İkinci dünya savaşını Anglo Sakson kültürünün gözünde bitiren kilit hareketlerden ikisi, Pasifik’teki Japon savaşı ve Almanlar ile ABD arasındaki nükleer koşuşturmaca, gerçekte olanın tersine ilerleyince yaşadığımızı düşündüğümüz format iptal ediliyor ve yazar yeni bir versiyon yazıyor. Bu versiyonda savaşı Almanya ve Japonya kazanmış, ABD topraklarının doğusu Japonların, batısı ise Almanya’nın egemenliğinde. Tam ortadaki ‘çorak topraklar‘ ise tarafsız alan olarak bırakılmış. Aslında bugün bildiğimiz ‘western toplumu’ orada da devam ediyor. PKD’nin içinde bulunduğu kültürel özü bir ‘tarafsız bölge’de saklaması çok ironik aslında zira ABD’nin devlet olarak kuruluşu, bu savaştan yıllar yıllaaaar önce gerçekleşen bir başka ‘ikilik’ üzerine kurulu; Güneyliler ve Kuzeyliler’in savaşı. Bildiğimiz anlamda nostaljik ‘Vahşi Batı’yı bir endüstri toplumuna dönüştüren bu savaşa giden süreci PKD, bir ‘western fonlu tarafsız alana’ tıkarak aslında ABD tarihinin çıkmazını anlatıyor bizlere. Zira alternatif hikayede ABD’nin kuruluşuna dönüşecek olan ‘Direniş’de burada örgütleniyor.

Fakat bütün bunları zaten biliyorsunuz ya da bu bilgilerin bir wikipedia uzağındasınız, benim yaptığım size bunları yorumlamak sadece, basit bir karaoke kullanıcısıyım aslında şu an. Eğer, illa dizi ile ilgili size bir ipucu verecek isem, duymanız gereken şu; Amazon’un ‘The Man In The High Castle‘ı (ooo yazarımız bu sefer ingilizce yazdı!) kitabına uygun çekmesi mümkün değil. Zira eğer böyle birşey olsaydı, dizideki Amerika’lı karakterlerin de Japon karakterlerin kullandığı fal sistemini kullanması; iyilerle kötülerin renginin çok net olarak ayrılmış olmasına rağmen her karakterin kafasında içinde bulundukları durumun vicdani çıkarımlarını uzun uzun anlatan tiradların olması gerekirdi. Eğer uyarlama bu biçimde gerçekleşmiş olsaydı, sizler faşist bloktaki karakterlerin hiçbiri ile özdeşleşemez ve sadece bir roman sürmesi gereken bir hikayeyi, dört sezon boyunca izleyemezdiniz. Amazon, size faşizmi de ondan kurtulmayı da normalleştirerek satabilirdi sadece, öyle de yaptı. Hassss dediğinizi duyar gibiyim. Bırakın kanıtlayayım. Başlıyorum.

İçinde yaşadığımız siyasi sistemlerin ‘devamlılığının’ tek bir şartı vardır, her akşam eve dönebilme ihtimalinizin ortalamanın üzerinde olması. Yani, kısacası, Nijerya’da bir çete üyesi; Kuzey Kore’de bir asker ya da Antarktika’da tek başına gezen bir kutup ayısı olma ihtimaliniz ne kadar yüksek ise, içinde yaşadığınız sistemi devirmek için riske girme ihtimaliniz de o kadar yüksektir. bu üç uç örnek ve onları çevreleyen sistemler dışında bir ülkede, her akşam siz ve sevdiklerinizin eve dönme ihtimali ortalamanın üzerinde ise, pek çok şey için ayaklanmamanız da daha yüksek bir ihtimaldir.  Ortadoğu’da ya da Güney Amerika’da çetenin kaçıracağı bir tanıdığınızı kader diyerek kaybını normalleştirebilirsiniz mesela. Bunu adım adım gelişmiş Asya’nın kimi bölgeleri, ileri Avrupa ve lider Amerika’da başınıza geleceklerle kıyaslayabilirsiniz. Normaldir, bunun için sizi kimse suçlayamaz. Ama kesin olan tek birşey vardır, ortada bir toplumsal sözleşme gezmektedir ve sizin hayatta kalma ihtimaliniz, sizin ya da yakınlarınızın hayatını kaybetme ihtimali ve son olarak buna uymak için çaba sarf ederken kaybetme ihtimaliniz olan herşeyin bir ortalamasından ibarettir. Milyarlarca insanı işlevli ya da işlevsiz şekilde sisteme uyar vaziyette tutan düzenekler, bu inanca dayalı olarak çalışır. Bu inancın temeli de, içinde yaşadığınız mekanizma, çark, düzen ne olursa olsun, bunu aslında ‘sevdikleriniz için’ yaptığınız ön kabulüne dayanır. Sözleşmeyi bu şekilde, sanki size özelmişçesine bozmamaya çalışır, bu şekilde hiç de size özel olmayan, tamamen sosyolojik zarların yıllarca süren atılışıyla onaylanmış bir mekanizmayı, ayakta tutarsınız. Sonra da buna basitçe insanlık hali dersiniz, optimist, pesimist ya da düzenli evene pozitif mesaj yollayan bir plaza çocuğu da olsanız durum aynıdır. Ayaklanmazsınız.

PKD, aslında Yüksek Şatodan bizlere bakan adamın gözünden bu hikayeyi anlatır, filmler eşliğinde. Bu bireyin varoluşunu ‘kişiselleştirmek’ zorunda oluşunun hikayesidir ve savaşı kim kazanırsa kazansın geçerlidir. PKD’nin romanında aslında bir fark olmadığını, her mekanizmanın bireyi aslında dışladığını ama faşizmin bunun babası olduğunu öğrenirsiniz. Faşizmin henüz kitleleri yönetirken çok acemi olduğu yıllardan başlayarak 1970’lere uzanan bir resmini çekmektedir aynı romanın dizisi. Bütün karakterlerin iyi ve kötü yanını görürüz dizi boyunca. Sıradan Amerikalıların birer direnişçiye dönüşürken, Japon devlet görevlilerinin asla yaşayamadığı aile hayatlarını asla sahip olamayacakları emanet topraklarda baştan keşfederken halleri neredeyse hüzünlüdür. Sonra aynı karakteri acımasızca birilerini gaz odasına gönderirken izleriz. Büyük zaferlerine rağmen her zaman Avrupa’daki o ana karayı özleyen Alman faşistlerinin yalnızlıklarını ailelerine sarılarak yenmeye çalışırken başarısız olmaları sırasında gözümüze, kulağımıza, sesimize tek bir çıkarım çarpar dört sezon boyunca; hepimiz sadece insanızdır ve içinde olduğumuz durumlarda yapmamız gereken tercihler, çaresizliğimizin büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Tıpkı ABD toprağı işgal edildiğinde ailelerinin yok edilmesi tehdidine karşı ‘Amerikan Reich‘ ordusuna katılmayı kabul eden beyaz, erkek subaylar gibi..

Bir SS Subayı, Direnişçilerin lideri konumuna gelecek kadar dizide ilerlettiği Amerika’lı bir karaktere gerçekten ne kadar aşık olabilir? Aşkı ne kadar bilebilir ve onu ‘uygularken’, tüm yaşamında baskılanmış herşeyi düşündüğümüzde, dizinin içinde bile ele aldığımızda bu durumu, ne kadar gerçek olabilir? Alman kuvvetlerinin ABD temsilcisi, tüm Reich’in başına geçecek kadar kariyerini devam ettirebiliyor ise eğer, sakat olduğu için intihar eden oğlu sayesinde direnişçilerin tarafına geçen karısına nasıl son anında ‘Bırakmak istiyorum ama nasıl yapacağımı bilmiyorum’ diyebilir? Eğer faşizmin kendisinin, faşizmin içinde bile bu kadar çok sevmeyeni varsa bu sistem, tüm dünyada, onlarca ülkede nasıl hüküm sürebilmiştir? Sadece korku ile mi?

Bunu günümüz hayatındaki insanlara uyarlamayı deneyin. Hayatınız boyunca, size birşey olacağı korkusu ile sizi baskılayan ebeveyninizin her dediğini ölüm döşeğine kadar yapar ve o ölürken sizden özür dilediğinde bunu kabul ederek ondan sonra mı hayatınıza devam ederdiniz? Yoksa hayatınız boyunca ona rağmen kendiniz olmaya mı kalkardınız? Burada hep beyaz kültürün tanrısallaştırılmış baba figürüne özenen faşist liderlerdeki ‘hepinizin babası‘ rolünü günlük hayatta çekirdek ailede nasıl ve neden yıktığınızı ve karakterinizi bulduğunuzu hatırlayın. Sistemler özelinde insanların büyürken bunu yapması için ne gerekir? Ya da toplumların bu babayı yıkarak ilerleyebilmesi için neye ihtiyaçları vardır? Zira baba evinden çıkış, bağımsızlığın yanı sıra kendi ayaklarının üzerinde de durabilme yeteneği gerektirir. Demek ki ‘babanın’ ve onun düzeninin yerine yenisini koyma talebi, ayaklanma isteği ile uyuşmalıdır. İkisi aynı döneme denk gelmelidir. Yukarıda bahsettiğimiz sözleşmenin hayatları ve kaybedecek şeyleri aleyhine bozulacak olması olabilir mi bu sebep? Peki o zaman, toplumun en dibine atıp görmezden geldiğimiz göçmenler, işsizler, kiralık emek çalışanları, çocuk işçiler gibi katmanlar dışına kendini atabilmişler, acaba hangi aşamada bu kararı alır ya da karara katılır?

Zira The Man In The High Castle‘da halkı değil, ‘eski orta sınıf’ı görürüz bolca. Sadece Nazi ‘görselliğinin’ ve Japon ‘nezaketinin’ mümkün oldukça övüldüğü bir ortam normalleştirilmiştir. Sanki, içten içe tüm karakterlerinin ‘aslında nazilik olmasa hayat güzel, yine aynı semboller olsun ama faşistlik olmasın mesela’ diye düşündüğünü hissederiz. Bu karakterler, kahramanlarımız tarafından canlandırılan kaybedecek hiçbirşeyi kalmamış ‘diğer eski orta sınıf’ karakterler tarafından defalarca ‘faşistlikten vaz geçmeye’, özüne dönmeye çağırılır. Bu mümkün müdür? Aslında evet, mümkündür. Nazi Almanya’sında bile Hitler‘e yapılmaya çalışılmış suikast sayısına bakarsanız sadece solcu ya da komünistlerin değil, Kraliyet taraftarları ile sıradan muhafazakarların bile kendisinden aslında içten içe nefret ettiğini görürsünüz. Faşizmin en büyük başarısı, toplumun en dibine itilmiş olan kitleleri sosyalizmden kaçırarak, kendi safına ‘sürü olarak’ katabilmesidir (Bu yüzden modern kapitalizm sosyalizm ile faşizmi aynı kefeye koyarak haksız bir propaganda aracı olarak bu sürü durumunu kullanır. Halbuki sosyalizm ile faşizm yüz seksen derece zıt sistemlerdir, teorik olarak, yazar burada zamanla sosyal-faşizme evrilmiş sözde sosyalist devletlerin de varolduğunu inkar etmemekle birlikte, sosyalizmin komple faşizm ile aynı olduğu fikrine karşı çıkmaktadır). Bunu yaptığında doğacak korkunç sonuçlardan payını almak istemeyen sermaye ve orta sınıf, ona uymaya başlar ki ‘şey’lerini kaybetmesin.

Burada sorun başkadır; bu konformizm ile hem uç sistemlerle uyuma koşabilen hem de kaybedecek ‘şey’i artınca ayaklanan sınıflar, baba’yı yıktıklarında nasıl sistemler kurarlar? Bu sistemler faşizmin tam karşısında durabilen sistemler midir? Covid krizinden sonra sağlık sisteminin komple çöktüğü ülkelere bir bakalım; ABD, İtalya, İngiltere, Kolombiya. İki büyük eski sömürge devi, Roma İmparatorluğu’nun tek kalıntısı ve sömürgecilerin en sevdiği kahve ve kokain merkezi. Her birinin tarihinde faşizme karşı savaşmış olmak ya da bizzat kendi ülkelerinde iktidara gelen faşistleri yenmiş olma durumu mevcuttur. Vaziyet manidardır.

Yüksek Şatodaki Adam’ın dizi uyarlamasının hem zayıflığı hem de güçlü yanı burası. Aynı anda hem gerçekliği hem de yalanı bükebilmesi. Dizi bizleri, Robert Harris‘in bestseller alternatif tarih hikayesi ‘Fatherland‘de kurgulanmış polisiye hikayeyi PKD’nin yarattığı 1960’lar evreninde harmanlayarak kandırıyor. Bizi çok da derin olmadığına, tipik bir Holywood işi olduğuna inandırıyor. Bunu yapar yapmaz da karakterlere yerleştirdiği iğneleri batırarak bizi rahatsız etmeye başlıyor. Finalde bile, kitabın asıl karakterlerinden biri olan Julie ile kitapta asla olmayan ve tamamen diziye özgün bir karakter olarak karşımıza çıkan – adının yapısından da anlayabileceğiniz gibi – John Smith’in yüzleşmesinde bu bükme işlemini görüyoruz. John Smith, tamamen dizinin icadı bir karakter olarak bizlere dizinin görevini yerine getirdiğini ifade ediyor; Amazon’dan çıkma bir dizinin faşizm karşıtı olabilmesi mümkün değildir ama o dizinin karakterlerinin faşizmi yenmesi mümkündür. Burada Anglo Sakson kültürünün ikiliği bitirmeden, onun düşmanlarını nostaljik ama hayali bir karakter olarak kurgulayarak yenmesi talebini alıyoruz direkt olarak. Dizi, farklı zaman çizgileri ve karakterleri ile uyarlandığı esere saygı duyarken, yazarın niyetinden farklı olarak faşizmin liderini bitiriyor, faşizmi değil. Final sahnesine yaklaştıkça beyazların hakim olduğu Direniş ekibinin de, ülkenin diğer yakasında etkin ve Siyah direnişçilerden oluşan ekibin de ne kadar acımasız ve ne kadar ‘diğerlerinden’ farksız olduğu bilgisi ile yoğruluyoruz. Kapanışa doğru kapışma birbirine kişisel husumeti olan iki kutbun liderlerinn hesaplaşmasından ibaret hale gelirken bizler şunu ezberlemeye itiliyoruz; düzen değişse ne olur; Asya’da dağlarda savaşan komünist milisler de, Amerika’lı Direnişçilerde, bir SS ajanının ‘merhametine’ rağmen tek bir bomba ile yok edilen Güney Amerika’lı Latin direnişçiler de sadece ekmeğinin peşinde, hepsi aynı. Bu durumda dizi aslında insanlık halini sergilemeye çalışırken bilinçaltlarımıza savaşın kazananının da kaybedeninin de aynı olduğu fikrini ekerek, faşizmi normalleştiriyor, sıradanlaştırıyor.

İşte yüksek şatodaki adam size tam da bu noktada yalan söylemeye başlıyor. Çünkü, yalan sadece faşizmin değil, güya onu yendikten sonra Berlin’deki sığınaktan Goebbels’in el yazmalarına el koyan bütün devletlerin, size yetmiş yıldır söylediği en güzel ninni, toplumsal sözleşmelerinin geçerliliği. Şarkı hala devam ediyor ama Covid başladığından beri başımıza gelen zorunlu sokağa çıkma yasaklarını, Çin’de insanların sosyal puanlar kullanarak tam gün kameralarla takip edilerek yaşadıkları şehirlerin olduğunu, daha geçen hafta ABD’de polisin siyah bir vatandaşı boğazına basarak herkesin gözü önünde öldürmesinden sonra ülke tarihindeki en büyük ayaklanmaların başlamasıyla 25 şehirde olağanüstü hal ilan edildiğini düşünüyorum ve kendime soruyorum, acaba bu hala inandığımız toplumsal sözleşme, nereye gidiyor?

Bu arada dizi çok güzel, mutlaka izleyin.

The Man In The High Castle fragman

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.