Hatırlamak = Yavaşlamak

6576
2
Paylaş:
edward hopper chop suey - paslanmaz kalem

Kadıköy’deki bir kafede tek başınayım. Günlerden hafta içi ve gündüzün erken saatleri olduğu için içerisi çok kalabalık değil, dolayısıyla fincan ve çatal-bıçak seslerinin baskın gürültüsüne, sohbet eden tek tük müşterilerin konuşmalarındaki anlık vurgulanan sözcükler eşlik ediyor: “Ona dedim ki…” “Hay aklınla bin yaşa…” “Güzeeel…” “Yani?”

Ve pek tabii ki havada asılıymış gibi duran müziği unutmamak lazım… Zevk sahibi ama müziğe zaman ayıramayacak kadar zihinleri meşgul mekân sahiplerinin klasikleşmiş tercihi olarak bir İnternet radyosu kanalından lounge çalınıyor: ne asansör müziği kadar kötü ne de günümüzü aydınlatmaya yetecek kadar kudretli müzikler. Ama bundan memnunum, çünkü böylelikle elimdeki kitaba gömülebiliyor ve zihnimin kulaklarımın üzerine örttüğü soyut perde sayesinde dikkatimi bu vasıfsız müzikten kolaylıkla uzak tutabiliyorum.

edward hopper automat - paslanmaz kalem

Edward Hopper – “Automat”

Ne yazık ki bu münzevi rahatlığım, yanımdaki masaya iki genç kızın gelmesiyle son buluyor. Oturur oturmaz çene çalmaya başlayan ikilinin sesi aslında çok yüksek değil ama masalarımız çok yakın. Konuşmalarına zoraki kulak misafiri olmaktan hiçbir haz etmiyorum; kaldı ki okul hayatlarına dair bahsettikleri şeylerde ilgimi çeken bir şey de yok. Bulunduğum yeri terk etmek için önümdeki çayı daha hızlı içmeye tam başlamışken, kızların konuşması bir anda kesiliyor. Onlardan tarafa dönüp baktığımda, kızlardan birini diğerinin yüzüne, diğerini de gözleri büyülenmiş bir şekilde boşluğa bakarken buluyorum. Ne olduğuna hiçbir anlam verememişken, şaşkın bakan kız, “Wax Poetic çalıyor,” diyor.

Ne olduğunu o anda anlıyorum: Kız, hepimizin yaşadığı o müzikal anlardan birini yaşıyor. İlhan Erşahin’in grubu Wax Poetic’in, Norah Jones vokalli meşhur şarkısı “Angels” çalıyor. Parçanın girişinde Arto Tunçboyacıyan’ın şişeyle çaldığı ayrıksı, uyandırıcı melodiler duyulduğu anda kız için zaman durmuş bulunuyor. Ses/uyarı bir perde arkasındayken, yani duyuları gelen sinyali bloke etmekteyken, kızın sevdiği bir şarkıyı duymasıyla onun için zaman duruyor, hatta belki mekân bile bir an için siliniyor. Aslında doğada hayatta kalabilmek için en ince yaprak kıpırtısını bile duymaya yönelik evrimleşmiş işitme yetimizi, toplumsal hayatın sabit gürültü sinyallerini filtrelemesi için ustaca ehlileştirmiş olsak da sevdiğimiz bir müzik parçası, doğada ortaya çıkan o keskinliğe ansızın geri dönebiliyor. Bu muazzam bir olgu.

“2000’lerin başında çok dinlerdim bu şarkıyı,” diyor. “Selim dinletmişti ilk defa.” Böylelikle şarkıya yüklediği anlamın bir insanla ilintili olduğunu da öğrenmiş bulunuyorum.

Ünlü antropolog Carlos Castaneda’nın hocası, Meksika şamanlarının sonuncusu Don Juan, varoluşu deneyimleme şeklimizi şu şekilde tasvir ediyordu:

Dünya bize doğrudan kendini teslim etmez; dünyanın tanımı arada bir yerdedir. Bu yüzden, doğru bir biçimde ifade etmemiz gerekirse, biz her zaman bir adım gerideyizdir ve dünyayı deneyimleme şeklimiz de her zaman dünyayı hatırlamaktır. Az önce gerçekleşen ve geçen anı mütemadiyen anımsarız. Yaptığımız şey budur: Anımsamak, anımsamak, anımsamak.

jacques derrida - paslanmaz kalem

Jacques Derrida

Don Juan’ın zamanın durmaksızın geçiciliği ve bizim de zihnimizle onu deneyimleme yöntemimize dair bu sözünün özü, Fransız filozof Jacques Derrida’nın epistomolojik ve ontolojik savlarında da yankı buluyordu: Zamanın akışı içinde “burası” hemen “orası”na ve “şimdi” ise hemen “geçmiş”e dönüşür. Dolayısıyla “biz”in bir yerde ve şimdiki zamanda bulunduğu bir “an” aslında yoktur.

Ama bazen bir müzik parçası (ya da Marcel Proust’ta olduğu gibi bir madlen kekinin tadı) bu mütemadi hatırlama işlemini sekteye uğratır ve “şimdi”ye ait anlar silinerek “geçmiş”e dönülür… Farkında olmadan işlettiğimiz, hızlı bir şekilde süregelen o anımsama edimi yavaşlar, yavaşlar ve yavaşlar… Ve geçmişteki bir ana ve bir duyguya çapa atar.

Albert Camus bundan bahsetmişti: Aslında hiçbir şeyi unutmuyoruz, sadece hızlanıyoruz. Unutmak istediğimiz ya da unutmak zorunda olduğumuz/bırakıldığımız nesne, kişi ve duyguları aslında asla unutamıyor, onlardan sadece uzaklaşarak hızlanıyoruz. Kendimizi işimize gücümüze veriyor, hayatımızı idame ettirmek için gereken şeylerle meşgul oluyor ve hızlanıyoruz.

Ve ansızın bir frenle yavaşlıyoruz… Her saniye hatırladığımız az önceki an (yani “şimdi”) yok oluyor ve kendimizi yan masadaki kız gibi boşluğa bakarken buluyoruz. Kendisinden uzaklaşmaya çalıştığımız o hatıra yetişiyor bize yeniden. “Nostalji” dediğimiz şey de bu değil midir zaten? Kaldı ki sözcüğün Yunancadaki etimolojisi bile mahiyetini ifşa ediyor… Nostos, “geri dönmek” ve algos da “açı çekmek” demek.

Şarkının ilk bir-iki dakikası boyunca sessiz kalan kız sonra yeniden hızlanıyor ve arkadaşıyla sohbetine kaldığı yerden devam ediyor. Her şey eski haline dönmüş gibi: Anlık nostaljik acısını tatmış ve unutmak istediklerinden yine uzaklaşmış bir şekilde “şimdi”ye ait anları hatırlamakla meşgul yine.

Soruyorum kendime: Müzik tam olarak ne yapıyor böyle?

 

Not: Bu yazı ilk olarak Kahverenkli dergisinin Mart 2016 sayısında yayımlanmıştır.

Öne çıkan görsel: Edward Hopper – “Chop Suey”

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.