Hayatımıza En Çok Etki Eden Albümler

1131
0
Paylaş:

Bir müzik yazarı, bir başka müzik yazarına nasıl meydan okur? Tabii ki albüm listesiyle! 3 yıla yakın bir süredir ağırlıklı olarak albüm kritiği, röportaj ve bilimum müzik yazılarıyla Paslanmaz Kalem’i hayatta tutan yazarlarımız, kendi köşelerinden hayatlarına en çok etki eden albüm listeleriyle birbirlerine meydan okuyor. Baştan belirtelim; bu listeler kesinlikle “en iyi albümler, favori top 10, en sevilen albümler” vs değil. Verdiğimiz kararları, attığımız adımları, yaşadığımız hayatı etkileyen, müzik zevkimizi bugünkü haline getiren, belki ayağımızı kaydıran, belki de sadece geçmişte yaşadığımız güzel anlara fon müziği olarak anılarımızı unutulmaz kılan albümler… Kısacası başlıkta da yazdığı gibi, hayatımıza en çok etki eden albümler listesi bu.

Lafı fazla uzatmadan, hodri meydan!

* Albümle ilgili açıklamayı okumak için albüm ismine tıklayın.

BURAK GÜLGÜLER

[toggle title=”1) RADICAL NOISE – Make a Wish (1998)” status=”open”]

Bu albümle ilgili biriktirdiğim çok cümle var ve bunları ilerleyen dönemde paslanmazkalem.com’da okuyabilirsiniz. Bana göre memlekette yayınlanmış olan ingilizce sözlü en iyi rock/metal/hardcore albümüdür.

[/toggle][toggle title=”2) AT THE GATES – Slaughter of the Soul (1995)”]

Birçok kişinin melodik death metal’in zirve noktası olarak gördüğü albüm (benim için iki numarada), cd’sini ilk aldığım gün halen aklımda. “Blinded by Fear”ı o kadar çok sevmiştim ki, ikinci şarkıya geçebilmem bayağı zaman almıştı. Grubun bu albümü yaptıktan sonra “bu albümü aşamayız” diyerek dağılması ve yıllar sonra tekrar toparlanıp albüm yaptığını bilmeyeniniz yoktur diye düşünüyorum. Eğer varsa Kerem’in yazısına bir göz atın https://www.paslanmazkalem.com/at-the-gates-gecmisiyle-savas-halinde

[/toggle][toggle title=”3) NICK DRAKE – Five Leaves Left (1969)”]

Serendipity adlı romantik komedinin içinde duyduğum bir isim Nick Drake, daha sonra Opeth röportajlarında vokalist Mikael’in en çok etkilendiği isimler arasında sayınca, Nick Drake’in tüm külliyatını dinlemek farz olmuştu. Her yanından hüzün akan, kalıplara uymadan şarkılar nasıl yazılır dersi veren albüm. Nick Drake hakkında bir fikriniz yoksa, Anathema ve Opeth sevdalısıysanız kesinlikle dinleyin.

[/toggle][toggle title=”4) ALICE IN CHAINS – Black Gives Way To Blue (2009)”]

İlk başta dinlememek için bayağı direndiğim bir albüm bu, Mert Yıldız’ın tavsiyesiyle birkaç şarkısını duyup “yok yeaaa güzel olamaz, orjinal vokalist yok olm” demiştim. İyi bok yemişim. Alice In Chains’in İstanbul’daki Sonisphere performansının ardından albümü baştan sona dinledikten sonra yaşadığım şoku halen unutamıyorum. All Secrets Known’un başındaki “Hope/A New Begining/Time/Time to start living/Like just before we die” kısmını her duyduğumda tüylerim ürperiyor. Jerry Cantrell’in riffleri müzik okullarında ders diye okutulmalı.

[/toggle][toggle title=”5) METALLICA – Reload (1997)”]

Ya ortaokul son sınıf ya da lise 1, dönemki kankaların “olm bi dinle bak çok güzel lan” demesi ile dinlediğim albüm. En iyi Metallica albümü olmadığı aşikar ama 14 – 15 yaşında bir ergenin bu müziğe bulaşması için biçilmiş kaftan.

[/toggle][toggle title=”6) MFÖ – Peki Peki Anladık (1985)”]

Benim için önemini ve etkisini kelimelerle anlatabileceğimi sanmıyorum, Diday diday day dünyanın en güzel şarkısıdır!

[/toggle][toggle title=”7) SCOTT WALKER – The Drift (2006)”]

Mert Yıldız bu albümle ilgili yazılacak herşeyi yazdı. Bana da linkini buraya koymak düşer. Gece ve yanınızda kimseler yokken dinlemeyin.

https://www.paslanmazkalem.com/scott-walkerin-essiz-kariyeri-bolum-2

[/toggle][toggle title=”8) IN FLAMES – Colony (1999)”]

Melodi ile death metal’in kusursuz birleşkesi. Hayatım boyunca en çok dinlediğim ve dinleyeceğim albüm.

[/toggle][toggle title=”9) GRUP VİTAMİN – Aşkın Gözyaşları (1994)”]

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/2987/grup-vitamin-turkish-kovboylar

Üzerinden 20 yıl geçmiş ama eminim 80 – 85 arası doğumlu arkadaşlar albümdeki şarkıların sözlerinin birçoğunu ezbere biliyordur. Aktif oldukları yıllar boyunca, pop piyasası ile alay edip, bana ve benim gibilere müzikte doğru yolu göstermeleri , bu albümün ilk 10’umda olmasının başlıca sebebidir.

[/toggle][toggle title=”10) TRIVIUM – In Waves (2011)”]

Çıktığı yıldan beri aralıksız dinlediğim ve metal seven herkesin tüm önyargılarını kaldırıp dinlemesini düşündüğüm hit bombardımanı! Bu albümü seçtim diye Kerem’in çok kızacağını biliyorum:)

[/toggle]

 

EMRE KARACAOĞLU

[toggle title=”1) THE SIMPSONS – Sing the Blues (1990)”]

Televizyonda ilk yayımlanmaya başladığından beri bir “The Simpsons” hayranıyım…Bakıyorum, 25 sene olmuş. Dizinin hâlâ aynı tazeliği taşıyabilmesine şaşırıyorum. 1991 yılında babamla birlikte Bağdat Caddesi’ndeki Nezih Kitabevi’nden hayatımdaki ilk iki müzik kasedini satın almıştım: Birisi Michael Jackson’ın yeni çıkan ve hepimizi sallayan “Dangerous” albümü, diğeri de o anda rafta rastladığım “The Simpsons Sing the Blues”du. Jackson ve o efsanevi albümü için ne söylesem az ama hayatımda döndüre döndüre dinleyip, duygusal bir bağ kurduğum ilk albüm Simpson’ların bu kasedidir. O zaman İngilizce bilmememe rağmen, Yeardley Smith’in seslendirdiği Lisa Simpson’dan dinlediğim “God Bless the Child” eşliğinde duygulandığımı, iç çektiğimi hatırlıyorum – daha 8-9 yaşlarımda! (Bu şarkının aslında Billie Holiday’e ait olduğunu ancak ortaokulda öğrendim.) Müzik beni bu albümle ele geçirdi desem, çok yanlış olmaz herhalde.

[/toggle][toggle title=”2) BON JOVI – Cross Road (1994)”]

1994 seneli “Cross Road” albümü bütün arkadaşlarımı ve beni kasıp kavurdu. İngilizceyi de yeni öğrendiğimiz için artık Jon Bon Jovi’nin söz yazarlığındaki maharetlerini de anlıyorduk. İlk aşklar, ilk öpüşmeler ve rock ’n’ roll’a dair ilk heyecanım kesinlikle bu albümle başladı.

[/toggle][toggle title=”3) ANATHEMA – Alternative 4 (1998)”]

Bu albüme denk geldiğim yıl olan 2000’e kadar dinlediğim en sert şeyler ya Metallica’ydı ya da Iron Maiden… Ki bunlar da ana akıma ait olan müzisyenler sonuçta. Başta REM olmak üzere birçok rock grubunun sıkı dinleyicisiydim ama beni yeni bir âlemle tanıştıran albüm “Alternative 4”dur. Hayatımın bir kırılma anı olduğu için asla unutmadığım bu albümle tanışma günümü burada anlattım.

[/toggle][toggle title=”4) PINK FLOYD – The Dark Side of the Moon (1973)”]

1973’te yayımlanan “The Dark Side of the Moon”un insanlığın gelmiş geçmiş en iyi albümü olduğunu düşündüğümü etrafımdaki bütün arkadaşlarım bilir… Albümü bütün olarak ilk defa dinlememin üzerinden 14 sene geçmiş, ardından bir dünya dolusu müzik dinlemişim ama bu gerçek hâlâ değişmemiş. CD’sini o kadar çok döndürdüm ki, utanmasam, neredeyse “‘Dark Side’da bilmediğim, keşfetmediğim detay kalmadı!” diyeceğim. Ama utanıyorum çünkü sürekli haksız çıkıyorum.

[/toggle][toggle title=”5) OPETH – Still Life (1999)”]

Bu albümün üzerimdeki etkisi, Anathema’nın “Alternative 4”unu ilk defa duyduğum andaki hissettiklerime yakındır. 31 yaşımda, hâlâ favori albümüm bu sanırım. Bu gruba olan sevgimi de burada anlattım. Bu arada sanırım dünyada en çok dinlediğim albüm budur.

[/toggle][toggle title=”6) TOOL – Lateralus (2001)”]

2001 yılı Haziran ayında, yabancı bir müzik dergisini incelerken Tool isimli bir grup hakkında okumuştum. Makalede grubun Amerika’daki konserlerinin biletlerinin beş dakika gibi rekor bir sürede tükendiğinden bahsediyordu. Tuzla’da ailemin yazlığında bulunduğum o anda, Kadıköy’den yanıma geleceğini bildiğim arkadaşıma telefon açtım ve grubun yeni çıkan “Lateralus” albümünü Akmar Pasajı’ndan bana satın almasını rica ettim. Geldiğinde, albümü ilk defa birlikte dinledik. “The Grudge”la giren albümü sonuna kadar nefes almadan, konuşmadan dinlediğimizi hatırlıyorum. Sanırım Opeth’in “Still Life”ından sonra en çok dinlediğim albümdür muhtemelen. Dünya görüşüm, ruhaniyet ve genel olarak insanlık hakkındaki düşüncelerimi ciddi bir biçimde şekillendirmiştir.

[/toggle][toggle title=”7) A PERFECT CIRCLE – Mer de Noms (2000)”]

Tool’la tanışmamın ardından A Perfect Circle’dan haberdar olmam çok uzun sürmedi. Maynard James Keenan’ın Tool’da ortaya çıkarmadığı farklı yönlerini bu grupta bulmak müthiş bir keşifti benim için: Keenan’ın söz yazarlığındaki ustalığının “aşk”ı da kapsadığını öğrendim. Billy Howerdel’in yaratıcı ve yenilikçi bestelerinin üzerine Keenan’ın yazdığı vokal melodileri ve sözler özel hayatıma bir fon olmuştur hep.

[/toggle][toggle title=”8) MASSIVE ATTACK – Mezzanine (1998)”]

Tabii ki Massive Attack’i daha önceden duymuştum… 1998’de “Mezzanine” yayımlandığında bütün müzik kanallarında “Teardrop”ın klibi dönüp dururdu. Ama ortaokul ve lisedeyken nedense ilgimi çok uyandırmamış bu grup demek ki. 2001 yılında üniversiteye başladıktan sonra, müziğin her koluyla haşır neşir olunca anladım Massive Attack’in yetkinliğini… Albümde yer alan karanlık, garip “Black Milk” her zaman favorim oldu. Üstümde yarattığı etkiyi her zaman çok sevdim. Evet, “Teardrop” çok güzel ama Cocteau Twins’den Elizabeth Fraser’a ben asıl bu şarkıda aşık oldum. Massive Attack’in Manfred Mann’s Earth Band’in “Tribute” şarkısından izinsiz aldığı o tedirgin edici piyanolar, nefis bas yürüyüşleri ve garip sözlerle oluşan atmosfer bana deneysel sesler ve müzikler konusunda cesaret ve iştah verdi.

[/toggle][toggle title=”9) GOLDFRAPP – Felt Mountain (2000)”]

Bu albüm Massive Attack’in açtığı yolda ilerlememin doğal sonucudur. “Felt Mountain”daki ilk şarkı, “Lovely Head” dinlemekten hiçbir şekilde bıkmadığım bir şaheser benim için. Onun yanına “Pilots”ı da koymam gerekiyor sanırım. “Lovely Head” ve “Pilots”taki vokal prosesörü kullanımını -bu kadar estetik ve psychedelic bir biçimde- başka hiçbir yerde görmedim. Alison Goldfrapp’in vokal tekniği, albümün cinsel içerikli, edebi sözleri ve bütün düzenlemeleri yıllar sonra bile beni alıp başka bir boyuta taşıyor. Hayatımda dinlediğim en “erotik” müziğin Goldfrapp’in bu albümü olduğunu düşünüyorum. Olivia Newton-John’un meşhur pop şarkısı “Physical”a getirdikleri yorumu bir dinleyin. Neyi kastettiğim gayet iyi anlaşılacaktır.

[/toggle][toggle title=”10) NICK DRAKE – Five Leaves Left”]

Drake’le hayatımın çok karanlık bir döneminde tanıştım ve onun müziği bana zor zamanlarımda destek oldu. En karanlık cümleleri bile büyük bir sevgiyle söyleyebilen bu dehanın varlığı ve yok oluşu entelektüel yaşamım için hem büyük bir ilham, benliğim içinse büyük bir üzüntü kaynağıydı hep. Onun müziğe dair her şeyini çok seviyorum. Drake’ten de burada bahsettim.

[/toggle]  

KEREM ONAN

[toggle title=”1) DEAD KENNEDY’S – Bedtime For Democracy (1986)”]

Kod Müzik’ten plağı aldıktan sonra içinden çıkan fanzin-gazeteyi saatlerce okumuştum. Bu albüm herşeyiyle, müziğin sadece sesten daha fazlasını sunabileceğinin en büyük kanıtı oldu benim için.

[/toggle][toggle title=”2) SLAYER – Reign In Blood (1986)”]

Sadece 28 dakikada thrash, hardcore/punk ve heavy metal evliliğinin yapılmış en iyi örneğini kusmak sadece Slayer’a yakışırdı. Müzikte aradığım sihirli formülü ilk bu albümde buldum. Çeyrek asır önce dinledim, hala dinliyorum, öleceğim güne kadar da dinleyeceğim.

[/toggle][toggle title=”3) TRACY CHAPMAN – Tracy Chapman (1988)”]

Herkes ergenlik stresini heavy metal ya da acid dinleyerek atardı o yıllar, ben bu albümle attım gitti. Müzikte akustik olana ilgi duymamı sağlayan albümdür. Chumbawamba’nın Homophobia’sı ile beraber müzik tarihinde yapılmış en iyi iki “sesli protesto”dan biri olan Behind The Wall, şarkı söylemek istediğimi fark ettiğim ilk şarkıdır.

[/toggle][toggle title=”4) THE NATION OF ULYSSESS – 13 Point Program To Destroy America (1991)”]

90’larda crossover rap metal ve grunge ortalığı yıkarken bir fanzinden bu grubu keşfettim ve bize sunulanın altında başka hazineler yattığını bu albüm sayesinde anladım. “Bedtime For Democracy”den sonra lirikal konsepti ile beni en çok etkileyen albümdür.

[/toggle][toggle title=”5) SUICIDAL TENDENCIES – The Art Of Rebellion (1992)”]

Hiçbir zaman yaptıkları en iyi albüm olarak anılmayacak ama benim için kariyerlerinin en dürüst albümü bu. Zorla metal sounduna tıkılmadan ama köklere dönüş palavrasına da girmeden, Muir’in içini en samimi cümlelerle döktüğü ürün, bu albümden sonra iyi söz yazma dönemi kapandı Muir için. Anlaşılmadı, anlaşılmasın da, cyco army’nin hazinesi olarak kalsın.

[/toggle][toggle title=”6) DEATHROOM – Violate The New Born (1993)”]

Konseptleri, davranışları, konserleri, herşeyleri tutarlıydı. Bence bütün dünyada yayınlanmış en iyi grindcore işlerinden biri bu, abartısız.

[/toggle][toggle title=”7) DOWNSET – Downset (1994)”]

Crossover rapcore vokali nasıl yapılır, bu türde söz nasıl yazılır, beste nasıl olmalıdır; ders kitabı bu, gidin çalışın.

[/toggle][toggle title=”8) BEN HARPER – Fight For Your Mind (1995)”]

Başkaldırının sadece sert müzik olmadığını bana öğreten albüm, her notasına aşığım, her sözün altına imzamı atarım.

[/toggle][toggle title=”9) REFUSED – The Shape Of Punk To Come (1998)”]

Bedtime For Democracy bir, 13 Point Program iki, bu albüm üç. Hardcore/punk olayında yapılmış son devrimdir. Sonra üretilen herşey iyi fikir füzyonundan ibaret hala.

[/toggle][toggle title=”10) CHUCK RAGAN – Feast Or Famine (2007)”]

Bir müzisyenin kafasında yıllardır dolaşıp duran ve grubundaki elemanlara bile anlatamadığı fikirlerini bir gün delirip kendisini bir dağ evine kapatması sonucu oluştu “Feast Or Famine”. Albüm değil, akustik bir ayin.

[/toggle]  

MERT YILDIZ

[toggle title=”1) IRON MAIDEN – Live After Death (1985)”]

Aile meclisi bir araya geldiğinde konu eninde sonunda döner dolaşır ve benim “metalciliğime” gelir. 4 çocuklu bir ailenin en küçüğü ve “yabanisi” olarak bu hale (!) gelmiş olmamın “suçunu,” benden 11 yaş büyük ağabeyimin üzerine yıkar babam: “Bu çocuk senin yüzünden böyle!..” Haklılık payı da yoktur değil, zira ağabeyim ben 5 yaşındayken beni metal müzikle tanıştırmış ve gerçekten de beynimi yıkamıştır. Bu beyin yıkama işlemi, o dönemler bulabildiği (takriben 1980’lerin ortaları) Alman Bravo dergilerindeki ihtişamlı grup fotoğraflarını körpe zihnime kazıması ve eline geçen ilk Heavy Metal ürünü olan “Live After Death”i ballandırarak bana anlatması ile gerçekleşmiştir. “Gel Mert gel, bak adam 10 saniye boyunca çığlık atıyor.” Bu nedenle çekinmeden belirtebilirim ki, hayatımdaki kırılma noktası, Bruce Dickinson’ın ‘Rime Of The Ancient Mariner’ın “Live After Death” versiyonundaki çığlığını ilk duyduğum andır. Bu çığlık adeta zihnimin içinde hiç tanımadığım yeni bir bölümün önündeki duvarı parçalamış, o andan itibaren hayal gücüm tamamen müziğe endeksli bir hale gelmiştir. Diğer çocukların hayali kahramanları elleri kılıçlı ve tüfekli adamlar olmayı sürdürürken, benim süper kahramanlarım ellerinde gitarları olan uzun saçlı varlıklardır artık. Oysa sana ne ulan elin adamının çığlığından? Ama “ağaç yaşken eğilir” diye boşuna söylememiş atalarımız, o yaşta çocuğa ne aşılarsan öyle kalıyor.

[/toggle][toggle title=”2) PINK FLOYD – A Saucerful Of Secrets (1968)”]

Sene tahminen 1990 falan. Ateşten bitap düşmüş, oturma odasındaki divanda, yorganın altına girmiş yatıyor, bir yandan da TRT’deki Meridyen (ya da Dönence?) programını izliyorum. Serdar Öktem programı sunuyor. Konu: Pink Floyd. Yani Pink Floyd özel programı yapılıyor (vay be.) O döneme dek Pink Floyd’u “şu okul çocukları ile şarkı yapan eski grup” olarak biliyorum. Derken, Live At Pompeii’deki ‘Set The Controls For The Heart Of The Sun,’ tüm ihtişamı ile karşıma çıkıyor. E annem parasetamolleri içirmiş, kafa buğulu… Başka bir dünyaya geçiş yapıyorum, bu yalnızca müzik değil, o an tanımlayamadığım, bambaşka, mistik bir tecrübe. Sonra “Echoes”un ilk bölümü geliyor… Nakavt! “Delicate Sound Of Thunder”daki ‘Time’ yorumu ile program bitiyor, e zaten bunların toplamı yarım saat. Yarım saat içinde hayatım değişiyor. Teyzemin kızı programı videoya çekmiş. Kuzenim ile beraber o yaz günlerinde oturup, defalarca izliyoruz bu kayıtları. Ben David Gilmour oluyorum, o Rick Wright. Ağabeyim sevmiyor Pink Floyd’u (adam TREŞÇİ,) bu nedenle gizlice Pink Floyd kasetleri aramaya başlıyorum annem ve ablam ile çarşıya çıktıkça. Ama şarkıların isimleri İngilizce, nereden bulucam lan o şarkıların hangi kasette olduğunu? “Elinizdeki Pink Floyd kasetlerine bakabilir miyim?” Veriyor tezgahtar kasetleri tek tek, parça isimlerine bakıyorum, hani belki bir çağrışım yapar hesabı. Sonunda, Erdek’teki bir kasetçide “A Saucerful Of Secrets”ı buluyorum, ‘Set The Controls For The Heart Of The Sun’ gerekli çağrışımı yapıyor, alıyorum kaseti ve tatilden eve dönene, daha doğrusu kaseti ilk kez dinleyene dek sabretmeye koyuluyorum. Ve evet, şarkı o şarkı, ama TV versiyonundaki o FANTASTİK orta bölüm neden kasette yok??? Küçük de olsa bir hayal kırıklığı… Yine de ‘A Saucerful Of Secrets’ parçasının ürkünç sesleri ile başka bir boyuta ışınlanıyorum ve böylelikle deneysel müzik sevdam da başlamış oluyor. Artık sadece metalci değil, aynı zamanda “deneyselciyim” de…

[/toggle][toggle title=”3) MY DYING BRIDE – The Angel And The Dark River (1995)”]

Melankolinin maddeleşmiş hali. Aynı zamanda deneysel. Aynı zamanda cehennem gibi sert. Ve tabii ki My Dying Bride’ın yaratıcılığının zirvesi… Pink Floyd’dan kopardığım deneysellik merakı ile ‘90’lar Metal müziğinin beni ulaştırdığı son nokta Doom Metal olmuştur. Tabii oraya gelene dek Celtic Frost ve Mekong Delta ile Thrash Metal’de, Soundgarden ile “grunge”da, Ministry ve Godflesh ile Endüstriyel Metal’de, Faith No More ile de halen sınıflandıramadığım bir türde deneyselliği tatmıştım, ayrı mevzu. Ancak uzun, dolambaçlı parça yapılarına ek olarak melankoliyi bir bayrak gibi taşıması nedeniyle Doom Metal, kendimi tam olarak bulduğum tür olmuştur. Daha sonraları Trouble, Candlemass ve St. Vitus gibi isimler üzerinden Heavy Doom’u keşfedecek ve en sevdiğim tür olarak benimseyecek olsam da, hala en sevdiğim Doom Metal albümü bu albümdür. My Dying Bride’ın deneyselliği bırakıp, elindeki şablonlara ayak uydurması ile birlikte de bir yol ayrımına gelmemiz kaçınılmaz olmuştur.

[/toggle][toggle title=”4) MANIC STREET PREACHERS – The Holy Bible (1994)”]

Yine 1990’ların ortaları. Rock Kazanı dergisinde bir grup dikkatimi çekiyor: Sahnede kadın gibi makyaj yapan iki tipin yanında, kirli sakallı ve kısa saçlı bir solist. İsimleri Manic Street Preachers. Ergen bir “Türk genci” için tabii ki makyaj olayı itici geliyor, “delikanlı adam makyaj mı yapar” diye düşünüyorum. Derken günün birinde MTV’de bir klibe rastlıyorum: Japonya sokaklarında PEZEVENK tipli bir herif, yanındaki iki gay görünümlü şahısla dolanıp şarkı söylüyor, şarkı söylemeyi kestiği anlarda da solo gitar İNANILMAZ bir melodi ile girip çıkıyor. Tabii ki “Motorcycle Emptiness”tan bahsediyorum… Böylelikle Manic Street Preachers fanlığım da başlıyor. Grubun gitaristinin kendini jiletlediğini öğreniyorum. “Aaa” diyorum, “bizim mahalledeki arkadaş takımı gibiymiş bu.” Demek ki bunu yapmakta yanlış bir taraf yok! Tahmin edeceğiniz üzere, Richey James isimli bu YAKAROĞLU yüzünden ben de jiletçiliğe merak salıyorum. Takriben 1 sene kadar sonra, 1995 senesinde, MTV’s Most Wanted programında akustik bir şeyler çalıyor grubun İSMAİL tipli solisti ile basçısı. Parçanın isminden bir bok anlamıyorum (“4st 7lb”) ama sonundaki 1 dakikalık yavaş bölüm, tüylerimi diken diken ediyor. Gitarist Richey James’in sırlara karışması ile beraber bu parçanın içinde bulunduğu albümü edinmem bir oluyor. Anoreksia ile ilgili sözler, intihara meyilli melodiler üzerinden “The Holy Bible,” hayatımın başucu albümlerinden biri haline geliyor. Dönem dönem, ara ara bu albüme dönüyorum yaşım (ve yabancı dil konusundaki yetkinliğim) ilerledikçe. Her ziyaretimde de o sözlerde inanılmaz ayrıntılar keşfediyor, yavaş yavaş deli-dahi Richey James’in o lirikleri yazarken sahip olduğu ruh halini anlamaya başlıyorum. Ve biraz bürünüyorum da! Ve anlıyorum ki bu adamı öldüren depresyon değil, kendine karşı katıksız biçimde dürüst olmayı başarabilmiş olmasıydı. Böylelikle hayatta kalmak için az da olsa bir miktar sahte olmak gerektiğini, diğer türlüsünün kaçınılmaz biçimde şehitlik getireceğini öğreniyorum. “The Holy Bible” bana göre tüm zamanların en uçlarda gezinen Rock albümü, sebebi de kandan revandan değil, içinde yüzdüğümüz tiksinç ruhsal vebadan bu kadar çıplak biçimde bahsedebilmesidir.

[/toggle][toggle title=”5) TYPE O NEGATIVE – World Coming Down (1999)”]

Bana göre, tüm zamanların en iyi Rock albümü budur. Tüm zamanların en duygusal albümü de budur. Bu albümün içine gerçek anlamda girebildikten sonra bir ruhsal enkaz olarak çıkmanız kaçınılmazdır. Çünkü “World Coming Down,” Peter Steele’in şan, şöhret ve kadınların ilgisi ile de o büyük “kayıp” hissinden kurtulamamış olmasının anıtıdır. Çünkü bu albümde Peter Steele kendi hayatını mahvedişinin ve ilerleyen yıllardaki çöküşünün duyurusunu yapmıştır. Çünkü bu albüm, Peter Steele’in kaybettiği yakınlarının ardından yetişkin olmanın ağır yükü altında ezilişinin ağıtıdır. Hayatım boyunca baştan sona en çok dinlediğim albüm budur. Ve en sevdiğim parça olan “Pyretta Blaze” de bu albümdedir. Daha saymama gerek var mı? Şimdi ışıkları kapayın, yatağınıza uzanın ve bu albümün içine dalın.

[/toggle][toggle title=”6) CADAVEROUS CONDITION – “For Love” I Said (1995)”]

Sene ’96. Fanzincilik zamanlarım. Elime “And The Ravens Left The Tower” isimli harika bir toplama albüm geçiyor. İçinde enva-i çeşit güzel yeraltı grubu. Kitapçığın da her sayfası birine ayrılmış. Aralarından biri, albüm isimleri ile dikkatimi çekiyor: “In Melancholy,” “’For Love’ I Said.” Çağrışımlar harika. “Muhtemelen Doom Metal yapıyorlar” diyorum. Oysa dinlediğim parça akustik bir folk parçası, üzerinde de her bir kelimesi anlaşılır, aksanlı bir Death Metal vokali. Şaşırıyorum çünkü daha önce böyle bir şey hiç dinlememişim. Grubun bir albümünü buluyorum, daha sonra da gruba mektup gönderip bağlantıya geçiyorum. Geriye dönüp bakıyorum da. Aradan 18 sene geçmiş. Cadaverous Condition solisti Wolfgang Weiss en iyi arkadaşım ve sırdaşım. Ancak her şeyin ötesinde, Bay Weiss Metal Müzik içinde gördüğüm en iyi lirik yazarı. Öyle ki, yazdığı kırık, depresif, kaybolmuşluk hissi barındıran duygu yüklü liriklerini ancak Rod McKuen ile kıyaslayabiliyorum. “’For Love’ I Said” grubun en iyi albümü değil (o unvan “Burn Brightly Alone”a ait) ancak benim için en önemli albümü zira ben bu benzersiz grupla bu albüm sayesinde tanıştım.

[/toggle][toggle title=”7) KING’S X – Dogman (1994)”]

Eh, hep depresif şeyler üzerinden gidecek değiliz ya? King’s X gibi kalpten, naif ve umut verici bir gruba da hastadır bünyem (bipolar olduğumun ispatı.) Pardon, “umut verici” mi dedim? Düzelteyim: TEK bir albüm haricinde umut verici. Tahmin edeceğiniz üzere, umut tohumlarının ekilmediği tek King’s X albümü tabii ki “Dogman.” Dünyanın en iyi “sek” davulcusu Jerry Gaskill, muazzam gitarist Ty Tabor ve dünyanın en iyi bas soundunun mimarı Doug Pinnick. Albümü dinlerken çoğu yerde kulağınıza gelen sesin bir bas gitardan geldiğine inanamayacaksınız! Vokaller? ‘Shoes’un girişini dinlemeniz yeterli… Besteler? Groovy, hayvan gibi sert, melodik ve aynı zamanda hüzün dolu. ‘Cigarettes’ tüm zamanların en damar balladlarından biri. Kısacası “Dogman” King’s X’in ikinci ve son başyapıtı olarak hayatımda önemli bir yere sahip.

[/toggle][toggle title=”8) CODEINE – The White Birch (1994)”]

Doom Metal maalesef deneyselliğini sürdürememiş ve günümüzde kendini tekrarlamakta olan bir tür. Çok uzun zamandır orijinal bir Doom grubuna rastlamadım, müzisyenler de farkında olacaklar ki son 10 senedir ancak “Retro” işlerle piyasaya girebiliyorlar. Halbuki Doom Metal karanlığı ve yavaşlığının Rock müzikte bir kuzeni mevcut: SLOWCORE. Codeine’in ürettiği karamsarlık ve melankoli, tüm İngiliz Doom gruplarınınkinden daha yoğun ve yıkıcı zira grup müzikteki negatif alandan yararlanıyor atmosfer yaratmak için. Birileri Codeine’in müziğini “gözyaşlarını notalara dönüştüren grup” olarak tanımlamıştı. Ben ise “elde avuçta hiçbir umudu kalmamış olanların müziği” olarak tanımlıyorum. Ve “The White Birch”ten hissedeceğiniz üzere, bu nokta pek de öyle şairane ya da ihtişamlı bir nokta değil, aksine, monoton bir bitiş hissinin hüküm sürdüğü bir çukur.

[/toggle][toggle title=”9) THE CULT – Beyond Good And Evil (2001)”]

The Cult sevmek bir ayrıcalıktır çünkü The Cult türlerin ötesindedir ve her daim “cool” olabilmeyi sürdürmüştür. “Beyond Good And Evil” en iyi The Cult albümü değil. Amma ve lakin The Cult’ın en iyi prodüksiyonlu ve en sert albümü, bir dönemimin de soundtrack’i. ‘Nico’ ise bana göre Rock müzik içinde (yukarıda bahsettiğim ‘Pyretta Blaze’den sonra) yazılmış en iyi ikinci “aşk” şarkısı.

[/toggle][toggle title=”10) SCOTT WALKER – The Drift (2006)”]

Bu albüm ile ilgili yazabileceğim her şeyi daha önce yazmıştım, tekrar yazmaya ne gönlüm, ne de beynim dayanmaz, buyurun okuyun:
https://www.paslanmazkalem.com/scott-walkerin-essiz-kariyeri-bolum-2
Ha, bir de, bu albümü trafiğe yakın alanlarda dinlemenizi önermem. Ben az kalsın otobüsün altında kalıyordum, fonda da “Cue” parçası çalıyordu.

[/toggle]  

ÖZGÜR THE EDITOR

[toggle title=”1) FİKRET KIZILOK – Yana Yana (1990)”]

Çocukluğumda babamın kasetlerinden bilerek, fark ederek, anlayarak dinlediğim ilk “gitar albümü”dür. Bu albüm sayesinde Türkçe rock ile tanıştım, gitarı sevdim, çalmaya heveslendim. ‘Bu kalp seni unutur mu” ve “Gönül” gibi Fikret Kızılok’un en çok bilinen hitlerini de içerir.

[/toggle][toggle title=”2) IRON MAIDEN – Seventh Son of a Seventh Son (1988)”]

Dinlediğim ilk heavy metal albümü, izlediğim ilk metal video klibi, satın aldığım ilk yabancı kaset, ilk CD vs vs vs. Heavy metal sevgimin tüm ilklerini barındıran albümün ta kendisi. Play’e bastığım ilk anı dün gibi hatırlıyorum, Moonchild’ın girişinden itibaren verdiğim tepki “dünyada böyle bir müzik mi var yahu” diyerek ağzım açık dinlemek olmuştu. Hayatımın albümü de bu, hayatımı kaydıran da.

[/toggle][toggle title=”3) DR. SKULL – Hershey Yolunda (1994)”]

İngilizcemin iyi olmadığı yıllarda sert müziği benim dilimden konuşan ilk Türkçe sözlü heavy metal albümü olması hayatımdaki önemini güçlü kılar. Eleştireldir, protesttir; o zamanlar yeni tanımaya başladığım heavy metalin lirik bakımından tam da sahip olduğunu düşündüğüm tavrına sahiptir. Dinleyene “elim cebimde, cebim delik, elimde ne var?” sorusunu sordurtur.

[/toggle][toggle title=”4) PINK FLOYD – Wish You Were Here (1975)”]

Wish You Were Here, özlemenin insan hayatındaki en acı veren duygu olduğunu yüzüme vuran; “keşke burada olsaydın” demek istediğim anlarda hislerimi en iyi şekilde ifade eden şarkıdır. Öyle yoğun bir duyguya sahiptir ki albümün neredeyse tüm hikayesini barındıran Shine On You Crazy Diamond adlı parçanın da önüne geçip albüme adını vermiştir. Babama dair ne varsa hepsi içindedir.

[/toggle][toggle title=”5) DEATH – Symbolic (1995)”]

Dinlediğim ilk Death albümü olan Symbolic, o zamana kadarki müzik zevkime yeni bir boyut katmıştı. Thrash ve death metal riflerini icra edilebilecek en iyi teknikle birleştirmeyi başarmış, kulaklarıma yepyeni bir müzik türü enjekte ediyordu. Death’in en sevdiğim albümü olmasa da ilerleyen yıllarda metalin teknikle buluştuğu her türüne açılmamı sağlayan albüm olmayı başardı.

[/toggle][toggle title=”6) BATHORY – Octagon (1995)”]

Bathory dinleyicilerini ikiye ayıran Octagon’da, diğer Bathory albümlerindeki atmosferden ve viking esintilerinden uzak, Quorthon’ın çiğ bir sound ile kaydettiği agresif bir müzik hakimdir. Sert müziğin karanlık, saldırgan ve şeytani türünü bana sevdirmiş, sonrasında Emperor, Rotting Christ, Dark Throne gibi ileride çok seveceğim black metal gruplarıyla tanışmama vesile olmuştur.

[/toggle][toggle title=”7) SERDAR KESKİN – Iraksamalar (1999)”]

Fikret Kızılok’la gelişmeye başlayan müzik zevkimin Serdar Keskin’e uğraması, Non-Serviam dergisinin arka kapağındaki reklam sayesinde oldu. Bıçak gibi kesen sözler ve melankolik müziğiyle dinleyenleri uzaklara götüren Iraksamalar, Türkçe sözlü akustik folk rock’ın en iyi örneklerinden biri olsa da değeri pek bilinmedi. Ama bendeki etkisi 15 yıl sürdü ve hayatımın kadınıyla tanışmama vesile oldu.

[/toggle][toggle title=”8) SAVATAGE – Edge Of Thorns (1993)”]

Sınav yerine Edge Of Thorns, Follow Me, Sleep gibi şarkıların gitar ve klavye partisyonlarını çalıştığım için sadece üniversiteyi 1 yıl uzatmama yol açmakla kalmamış, okulu uzattığım için bir sonraki yıl İsveç’te yüksek lisans yapma fırsatını da elimden almıştır. Önceki Savatage albümleriyle boy ölçüşemese de Criss Oliva’nın parmaklarından çıkmış son Savatage notalarını barındırdığı için paha biçilemez bir değere sahiptir.

[/toggle][toggle title=”9) RADICAL NOISE – Plan B (2000)”]

Şahsen metal müzik zevkimde köklü değişikliğe/yeniliğe yol açarak bugünkü objektifliğini ve esnekliğini kazandıran albümdür. Sayesinde hardcore, metalcore ve alternatif metal gibi tarzlara burun kıvırmaktan vazgeçerek, Soulfly, Slipknot, Deftones gibi harikulade gruplarla tanışmam bir yana, bu ülkede 2000’lerde çıkmış en iyi albümlerden biridir.

[/toggle][toggle title=”10) DEFTONES – White Pony (2000)”]

İşte tam olarak yukarıda bahsettiğim albüm sayesinde dinlediğim -şimdilerde hayatımın gruplarından biri olan- Deftones’un beyaz atı, gitar & davul soundu ve Chino Moreno’nun eşsiz vokali ile istisnasız o zamana kadar duyduğum en iyi kayıtlardan biriydi. Digital Bath ve Passenger gibi, grubun kariyerindeki en iyi besteleri barındırır.

[/toggle]  

TOLGA DEMİR

[toggle title=”1) OPETH – Blackwater Park (2001)”]

Blackwater Park albümünden ilk duyduğum şarkı Harvest olmuştu. Kim bilir kaç hafta zihnimden atamamıştım. Neden bilmiyorum, aslında Opeth’in genel müzikalitesine göre alternatif kaçan bir şarkı olmasına rağmen sarıp sarmalamıştı beni. Sanırım o sıralar, geçmişte ektiğimi biçtiğimden olsa gerek böyle sevmiştim albümü. Blackwater Park’ı hep uzun yaz geceleriyle falan hatırlarım halen.

[/toggle][toggle title=”2) EPICA – The Phantom Agony (2003)”]

Epica’nın beni tam anlamıyla alıp götürdüğü albüm olmuştur kendisi. Tam anlamıyla epik bir albüm olduğunu söylememe gerek yok sanırım. O vakitler henüz daha erişebileceği noktalara yaklaşamayan grubun senfonik ezgileri yönetiş tarzından ziyade, başta Facade of Reality ve Feint olmak üzere bütün duygu yoğunluğumu sırtlanarak uzun süre arkadaşlık ettiler bana. Feint’i bütün gün mırıldandığım için, dudaklarımın oynadığını izleyen arkadaşlarım onlara kara büyü yaptığımı düşünmeye başlamışlardı.

[/toggle][toggle title=”3) VOLKAN YIRTICI – Yanlış Notalar (2007)”]

Bir dergide gördüğüm eleştiriden sonra almaya karar verdiğim bir albümdür, bu konuda halen tek başına liderliğini koruyor. Yanlış Notalar’ın bana birçok yolculukta eşlik etmişliği var. 7-8 saatlik yolculuklara tahammül etmeyi bu notalarla öğrenebildim ve çok da güzel oldu.

[/toggle][toggle title=”4) HAKAN KURŞUN – Kütle (2003)”]

Ara sıra hala yüklenip baştan sonra sindiriyorum bu albümün şarkılarını. 2003 yılında yayınlandığında çok özel olduğunu düşünmüştüm, benim için halen böyle bir yanı var tabii ki. O zaman önümdeki zorlu sınavlara hazırlanırken beni hep sakinleştirip odaklanmamı sağlamıştır. Böyle bir yeteneği olduğu kesin.

[/toggle][toggle title=”5) THE PURPLE FOX – Tribute To Jimi Hendrix (2006)”]

Kendisi satın aldığım ilk plak oluyor. Taksim’de bir sahafta rastladığım ve kendimi satın almaktan bir türlü (ve iyi ki) alıkoyamadığım remastered albüm. Her ne kadar remastered olsa da ilklerin değeri bir başka oluyor. Kapağındaki Hendrix illüstrasyonu ve içindeki Hendrix şarkıları beni ikna etmeye yetmişti. Kötü bir remastered olmadığını da eklemek isterim. (Kıvıramadı)

[/toggle][toggle title=”6) KING DIAMOND – Abigail (1987)”]

Hiç ummadığım bir zamanda hiç ummadığım birinden gelen bir hediye, bambaşka suların yolunu göstermişti bana. Kendisiyle yollarımız ayrı düşeli çok uzun zaman olsa da albümü görünce hala hatırlıyorum o anı ve nasıl sevindiğimi. O günden sonra hangi dizide ya da filmde Abigail isimli bir kız görsem bir tebessüm belirir yüzümde.

[/toggle][toggle title=”7) NAPALM DEATH – Utopia Banished (1992)”]

Napalm Death’in logosunu ne zaman görsem bir mutluluk sarıyor içimi. Utopia Banished, tıpkı Abigail gibi beni alıp bambaşka diyarlara sürüklemiş bir babadır, yiğittir, cengaverdir. Loop’a alır dinlersin, farkındalık yaşamaktan nerede olduğunu unutursun. Algını şekillendirir. Benimkini şekillendirdi, oradan biliyorum.

[/toggle][toggle title=”8) CANNIBAL CORPSE – Eaten Back to Life (1990)”]

Hayatımda hiçbir şeyin yolunda gitmediği bir sırada ilk defa dinlemiştim Eaten Back to Life’ı. Bazen bazı şeylerin tam zamanında gelebileceğine, gerçekleşeceğine inanmak gerektiğini düşünmeye itmişti beni ilk kez.

[/toggle][toggle title=”9) PEARL JAM – Ten (1991)”]

“I’m still alive” cümlesini her duyduğumda kim olduğumu, neler yaptığımı, neleri başarabildiğimi düşünürken buluyorum kendimi. Hiç sekmeden her dinleyişimde böyle bir etkinin altına giriyorum. Değişik…

[/toggle][toggle title=”10) PIXIES – Doolittle (1989)”]

Geçirdiğim en güzel ve hatırlanası yaza bu albüm eşlik etti. O dönemde çok güzel insanlar tanımıştım, çok eğlenmiştim. Benim için yeniliklerle dolu bir yazdı, bu yüzden unutmam pek mümkün değil.

[/toggle]  

VOLKAN ATAY

[toggle title=”1) PANTERA – Vulgar Display of Power (1992)”]

Metal müziğe bayılmaya başladığım ve daha doğrusu ayağımı kaydıran albüm olduğu için liste açılışını kendileri ile yapmaktan büyük keyif aldığım doğrudur. Her şarkıda gözlerimi fal taşı gibi açarak defalarca dinlediğimi o kadar net anımsıyorum ki. Hala da bu albümü dinlerken 14 yaşımdaki halime dönüyorum. Yıl 1994… Odanın içinde olanca sesimle This Love diye bağıran yarı çatlak ergen sesimle ben… Çok güzel be.

[/toggle][toggle title=”2) KORN – Korn (1994)”]

Babam bir jet pilotu ve teknisyeniydi. İşi gereği sürekli dünyayı dolaşan ve gittiği yerlerden oğluna o dönem sevdiği müziklere göre araştırıp bilmediği grup ve sanatçıların kasetlerini getiren bir baba. 1995 yılının baharında kaseti önüme atıp, “bunu senin için aldım, bir dinle, tuhaf bir şeymiş, Amerika’daki arkadaşım senin için önerdi” deyişini hiç ama hiç unutmayacağım. “Aaa baba o derece yani” derken, o telaşla jelatini yırtarken yere düşürdüğüm için nasıl üzüldüğümü ama teybe yerleştirdiğimde nasıl da kafam karışarak çarpıldığımı ve hala da çok ama çok sevdiğimi de…

[/toggle][toggle title=”3) MICHAEL JACKSON – Thriller (1982)”]

Bu listede yeri olmasa haksızlığın daniskası olacak elbette. Her dönem değişen ve gelişen müzik zevkimde kulağımda asılı kalan tüm o ruh dolu notalara ve seslere hala da öylesine bağlıyım ki… Dinlemek için hala bahaneler yarattığım ve bunu yaparken de hiç zorlanmadığım gibi krala sonsuz övgü ve saygılarımla…

[/toggle][toggle title=”4) PINK FLOYD – Dark Side of the Moon (1973)”]

Evimiz hep müzik dolu idi. Babamın başucu albümlerinden olduğu için kulaklarıma enjekte etmek çok kolay oldu. İlk ne zaman dinlediğimi hatırlayamıyorum ama sanki sürekli çalıyor gibiydi. Elbet içinde bulunduğumuz yüzyılın en önemli albümlerinden birisi ve her notasında hayal ettiğim tonla şey gizli. Bugün de her dinlediğimde günlük tutmuş gibi çekip çıkarıyorum içinden.

[/toggle][toggle title=”5) BUSH – Razorblade Suitcase (1996)”]

Üniversiteye hazırlanırken bu albümü çok dinlediğimi hatırlıyorum. En çok da o zamana ait geliyor bana. Kuzenimle o aralar modumuza da çok uygun olduğunu düşünüp resmen içinde yaşıyor gibiydik. Hakkının yeterince verilmediğini düşünüp sonra da olsun lan etrafımda sadece ben sevsem ne cool filan diye düşünürdüm. Ayrıca bana saçlarımı yapmadan gitmediğim okulu ama iş dershaneye gitmeye gelince saatler harcamayı da hatırlatıyor.

[/toggle][toggle title=”6) SKUNK ANANSIE – Post Orgasmic Chill (1999)”]

Bu albümün ülke sınırları içinde benden daha büyük fanının olmayacağını iddia etsem yeri. Her şarkısına büyük bir hayranlıkla bakıyorum. Bu albüm de benim üniversite yıllarımın albümü. O kadar çok dinledim ki resmen oda arkadaşlarım sonra ev arkadaşlarım ve hatta otobüs yolculuklarında yanımda oturan huysuz amcalar bile biliyor bence şarkıları sayemde.

[/toggle][toggle title=”7) IN FLAMES – The Jester Race (1995)”]

Al bi resmen her anı günlük bir albüm daha. Daha dakika bir elleri kaldırıp teslim olduğum albümlerden biridir. İlk şarkıda sonuna kadar açtığım ses ile albüm bitene kadar hipnotize olmuş bir şekilde odanın içinde deli gibi döndüğümü hatırlıyorum. Albüm bitince oğlum çok yoruldun gel biraz balkonda yaptığım keklerden ye de bu arada kulakların / kulaklarım dinlensin diye beliren annemi de öyle… Çok güzel be annem; hem kekler hem bu albüm hem de sen…

[/toggle][toggle title=”8) DREDG – Leitmotif (1998)”]

Müzik zevkime de kulaklarıma da serotonin doldururken aynı zamanda deprese de etti bu albüm beni. Ciddi ciddi üzerine düşünüp hem üzülüp hem sevinirken kafa patlattığım şarkılarla dolu. Her şarkısına klip çekmek istediğiniz albümler vardır ya, hah o hesap. Kimine seri bir katil koysanız olur, kimini de bulutların üstünde bir yerlere. Müzikte ara sıra oluşan çatlakları büyüten ve yarıklara dönüştüren hatta oradan kanallar açan yapısı ile bu grubu ve albümü hala da ayrı bir yere koyarım. Kendilerinin yaptığı her işe ayrı bir hastayım ama bu albüme ayrı… Adamlar yapmış.

[/toggle][toggle title=”9) KATATONIA – Discourged Ones (1998)”]

Beni üzmesine rağmen, sapkınca bir düşünce olsa da hoşlandığım (hatta izin verdiğim diyelim) albüm budur. Gecelerime full eşlikçiydi bir ara. Gündüzleri kafamın içinden nota nota çalabildiğim ama geceleri görevi müzik setine devredip kendimi tonla düşünce içinde bulduğum albüm işte. Hüzün, hırs, hatıralar hepsi olanca keskinliği ile hepsi bu albümün içinde hapsolmuş gibi her dinlediğimde hizaya giriyor. Katatonia İsveç emret komutanım…

[/toggle][toggle title=”10) PORTISHEAD – Dummy (1994)”]

Yakın zamanda sigara dumanı ve içkiye boğduğum bu şarkıları canlı dinleyerek bölüm sonu canavarını geçmiş bir oyuncu gururu ile geriye dönüp bir bakıyorum ki harcadığım her dakikaya değer bu albüm hakikaten. Albümü her dinlediğimde paralel evrendeki kendime trip atıyorum aslında sanırım. Öyle de kafa açıcı…

[/toggle]
Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.