AT THE GATES Röportajı: Yeniden progresif sularda yüzmeye karar verdik

Paylaş:

İsveç death metalinin ve Göteborg sound’unun en önemli gruplarından At The Gates geçtiğimiz aylarda yayımladığı yeni albümü “The Nightmare of Being” ile dinleyicilerden olumlu tepkiler aldı. Biz de arayı çok uzatmadan grubun gitaristi Martin Larsson’u yakaladık ve hem yeni albümü hem de grubun son yıllardaki kariyerine dair merak ettiğimiz detayları konuştuk.


Merhaba Martin, nasılsın? Son 15 ay nasıl geçti? Pandemi seni ve grubu nasıl etkiledi?

Albüm kayıtları hariç oldukça sakin bir süreç oldu, ki bu benim için de güzel bir ara oldu. Sessizlik ve yalnızlık hoşuma gittiğinden şahsen olan bitenden pek etkilenmedim, evde normalde neler yapıyorsam yine aynı şeyleri yaptım. Grup için pek öyle olmadı tabii, birçok konseri ertelemek durumunda kaldık. Ama önümüzdeki haftalarda Belçika’da çalıp yeni albümün ilk konserini vereceğiz. Sonrasında da konserlerin aynı şekilde devam etmesini umuyoruz. İsveç’te diğer ülkelerde olduğu gibi ciddi bir karantina süreci olmadı, herkes kendi sorumluluğu çerçevesinde hareket etti. Tabii bu özgürlüğü iyi değerlendirenler de oldu, kötü değerlendirenler de. 

Biraz yeni albümden bahsedelim. Kayıt süreci nasıl geçti? COVID koşullarında kayıt ve prodüksiyon nasıl ilerledi?

Bu zamanda yaşadığımız için çok şanslıyız. Aynı koşullar 90’larda olsaydı hiçbir şey yapamazdık, yapsak da her şey çok daha yavaş ilerlerdi çünkü son birkaç albüm teknolojiden cidden epey faydalanıyoruz. Grup üyeleri de birbirine oldukça uzak; şu an sadece Tompa ve ben aynı şehirde yaşıyoruz. Davulcumuz Adrian 20 yıldır Londra’da yaşıyor. Bugünün teknolojisi sayesinde demoları evde kaydedebiliyoruz tabii, bu büyük bir artı. Adrian’ın bahçesinde bir kulübe var ve orada elektronik davulu var, bu yüzden de Jonas ve Tompa’nın davullara dair fikirlerini kendi aklındakilerle birleştirebildi. Yaklaşık bir yıl boyunca birbirimize bu şekilde dosyalar göndererek demolar üzerinde çalıştık, dolayısıyla albüm kaydına başladığımızda herkes neyi çalacağını tam olarak biliyordu.

Son albümde At the Gates’in sınırlarını zorladığını görüyoruz. Saksafon kullandığınız bir şarkı var mesela. Bu tarz şeyleri şarkıları yazmadan önce planladınız mı, yoksa her şey kendiliğinden mi bu şekilde ilerledi?

Bence bu gidişat epeydir kendini belli ediyordu. At the Gates zaten oldukça deneysel bir grup olarak başladı aslında. Örneğin Slaughter of the Soul bir nevi progresif bir albüm, öncesinde onun gibi bir şey yapmamıştık. Ama tabii “progresifliği” teknik anlamıyla aldığınızda bu şekilde yorumlanmayabilir. Burada benim kastettiğim her albümde biraz da olsa farklı bir şeyler yapmaya çalışmış olduğumuz. Birkaç yıldır progresif müzikteki köklerimizin yeniden çıkmaya çalıştığını seziyorduk, hatta Tompa da birkaç röportajda bundan bahsetmişti. Çocukken hepimizin çok fazla progresif müzik dinlemesinin de bunda katkısı var. Tüm bunları birleştirince önceki albümde yeniden bu sularda yüzmeye karar verdik ve son albümde bunu daha da ileriye taşıdık.

Spotify’da Anders’in albümdeki iki şarkının yazımına katkıda bulunduğu gözüküyor ama plakta böyle bir bilgi yok. Bu doğru mu?

Bildiğim kadarıyla böyle bir durum yok ama Jonas ve Anders oldukça sıkı fıkı olduklarından kesin bir şey söyleyemiyorum.

Son üç albümde farklı prodüktörlerle çalıştınız, bu albümde gitar prodüksiyonunu Andy LaRocque üstlendi. Kendisinin sürece ne gibi katkıları oldu?  

Bir süredir yakınlardaydı ve farklı albümlerde konuk olarak sololar çalıyordu. Jonas’ın da yakın arkadaşı ve Ruthenberg’in hemen dışında bir stüdyosu var, bana da bir saat kadar mesafede. Oldukça iyi bir müzik kulağı olduğunu ve metal müzik prodüksiyonunda güvenilebilecek bir isim olduğunu biliyorduk, bu yüzden de stüdyosunu denemeye karar verdik. Gitar kaydında bize çok yardımcı oldu. İlk günler çok zorlamadı, ama sonraki günlerde yavaş yavaş vitesi artırdı ve olabilecek en iyi kaydın çıkmasını sağladı.

At the Gates’in müzik dünyasında yarattığı etkiye dair en çok şaşırdığın şeyler neler?

Bence bir etkimizin olması dahi başlı başına epey şaşırtıcı bir şey. Sanırım benim için en garip olanı, benim küçükken dinlediğim birçok grubun şu an bizi beğenip dinlemesi. Özellikle başta bu epey garip gelmişti, ama zamanla alışılıyor tabii. Mesela King Diamond’dan Andy buna iyi bir örnek, onun gibi çok daha fazla müzisyen bizi dinliyor. Ancak tabii ki en önemlisi ve değerlisi, farklı yerlerde yorumlar yazıp nasıl hayatlarını değiştirdiğimizden bahseden insanları görmek. Bu size çok büyük bir sorumluluk yüklüyor, hatta bazen bunun altından kalkmakta zorlanabiliyorsunuz.

At the Gates’e Göteborg soundunun öncüleri denmesi hakkında ne düşünüyorsun? Sence de böyle bir sound var mı, yoksa plak şirketlerinin ve medyanın uydurduğu bir şey mi?

Bu konu hakkında çok düşünmesem de Göteborg soundu denen şey bana çoğunlukla uydurma gibi geliyor. Tabii ben Göteborg’lu değilim, Tompa ve diğerleri ise orada beraber yetişti. In Flames ve Dark Tranquillity de aynı yerlerdeydi, dolayısıyla bir müzik tarzından çok aynı yerdeki birkaç arkadaşın bir araya gelmesinden ibaret diye düşünüyorum. Göteborg soundu gibi bir konsept benim ilgimi de pek çekmiyor, ancak zaman zaman müzik terminolojisinde bu tarz kavramlara yer vermek gerekebildiğini anlıyorum.

At War with Reality’yi yazarken ne kadar heyecanlıydınız? Veda turnesi yaptınız ardından ise bir albümle geri döndünüz. O zamanlar gruptaki hissiyat nasıldı? Motivasyonunuz neydi?

2008 yazında, 90’larda hiç yapamadığımız veda turnesini yapmak için toplandık. Bence özellikle de Anders bunda etkili oldu, çünkü gruptan 1996’da ayrılmıştı ve hiçbir zaman gereken kapanışı yapamadığımızı düşünüp kötü hissediyordu. Biz de o veda turnesini yapmaya karar verdik ve normalde bir araya gelmemiz tamamen bundan ibaret olacaktı. Ancak o kadar güzel bir deneyimdi ve birbirimizi o kadar çok özlemiştik ki. Tabii ki hepimiz normalde arkadaşız, dağıldığımız dönemde de yakındık. Ama sahnede yıllar sonra o şarkıları birlikte çalmak bambaşka bir duyguydu. Üç yıl sonrasında birkaç konser daha ayarladık ve yine kesin bir şeyler söylemekten çekindik. Çünkü bir şeyler ters gittiğinde sözünüzden dönmüş oluyorsunuz ve bu pek hoş olmuyor. Bu yüzden de 2011 civarlarında yeniden konser verdiğimizde hiçbir şeyi açıkça söylememeye karar verdik ve süreci akışına bıraktık. Bundan birkaç yıl sonra da yaz festivallerinde çalmaya devam ederken Anders bir şeyler yazmaya başladı. Bir gün bize The Book of Sand’in sonunu çaldı; ilk yazdığı şey o olmuştu. Kesin olarak yeni müzik yazmakta karar kılmadığımızdan başta biraz garip oldu, ancak sonradan gizli gizli şarkı yazmaya başladık. İnsanlar ne derse desin kendimizi yine en fazla kendimizin eleştireceğini bilmemiz daha da rahat ilerlememizi sağladı. Yazdığımız şeyleri ancak gerçekten seversek dinleyicilerle paylaşmaya karar verdik, biraz beğenmesek dahi çöpe atıp bir daha asla bahsetmeyecektik ve kimse böyle bir şeye giriştiğimizi bilmeyecekti. Ama sonunda yazdıklarımızdan epey memnun kaldık ve içinde bulunduğumuz dönem de böylelikle başlamış oldu. Şu an nostalji yaşamıyoruz, At the Gates aktif bir grup ve tam gaz devam ediyor.

At War with Reality ismini sen bulmuştun. Bu albümde ise Tompa, The Nightmare of Being ismi için senin ona verdiğin bir kitaptan esinlenmiş ve konsepti de buna göre yazmaya karar vermiş diye duydum.

Evet, az çok bu şekilde oldu diyebiliriz. Tompa’nın yan projesi The Lurking Fear daha çok korku temalı sözler yazıyor ve özellikle de ilk işleri Lovecraft’ten epey esinlenmişti. Ben de ona Thomas Ligotti’yi önerdım. Ona önerdiğim kitap çok fazla ilgisini çekti ve pesimizm hakkında araştırmalara başladı. 

Bu albümde daha çok insanlığın sonuna dair konulara girişmeye başladı ve bu şekilde albüm giderek daha pesimist ve tematik bir hal aldı. Çok fazla Schopenhauer ve Nietzsche okudu. Cosmic Pessimism’de Eugene Thacker’ın sözlerini kullandı ve ben o zamana kadar onun kim olduğunu bile bilmiyordum. Yine okumadığım Norveçli bir yazardan da esinlendi. Bu süreçten anladığım çok daha fazla kitap okumam gerektiği oldu (gülüyor). Röportajları okuduktan sonra da albümün konseptini tamamen anlamak için birçok kitap okumam gerektiğini gördüm ve hepsini not ettim.

Vakit ayırdığın için çok teşekkürler Martin. Türkiye’deki hayranlarınıza söylemek istediğin bir şey var mı? Umarım yakın zamanda buralara yeniden gelirsiniz.

Evet, bir an önce çıkıp yeniden dünyayı gezmek için sabırsızlanıyoruz. Bize her geldiğimizde çok sıcak davrandınız. Umarım en kısa sürede tekrar görüşebiliriz! 

Unutmadan son bir soru daha sorayım. Stream formatında konser verme gibi bir planınız var mı?

Bunu biraz konuştuk ama sonra yapmamaya karar verdik, çünkü seyirciye çok fazla bağlı bir grubuz. Özellikle de Tompa’nın bir frontman olarak cidden orada bulunması ve o hissiyatı alması gerekiyor. Kameraların önünde kafa sallamak pek de içten gelmiyor. Zaten her şey yavaş yavaş eskiye dönüyor gibi görünüyor. Pandemi daha uzun sürse  o zaman farklı düşünebiliriz, ancak şu an kameraların önünde ve on tane seyirciyle böyle bir konser vermek bizim için epey garip olur. 

Umarım her şey dediğin gibi olur Martin. Bu şekilde olsa bile seninle tanışmak büyük zevkti. Güvende kal, umarım bir gün Göteborg’da görüşürüz.

Soruların ve desteğin için teşekkürler, kendine dikkat et.

 

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.