“İNTİHAR KÖPRÜSÜNDEN ŞARKILAR”: ERIC CABOOR VE DAVID KAUFFMAN’IN KAYIP BAŞYAPITI

Paylaş:

Aranızda “Inside Llewyn Davis”i seven, izlediğinde hafiften içi cız edenler kimler? Bu makale ve bu albüm en çok sizin ilginizi çekecek, yaklaşın yanıma…

Güzide Türkçemize “singer-songwriter” kavramının nasıl geçiş yaptığı hakkında bilgim yok. “Şarkıcı-Besteci” şeklinde geçecek hali herhalde yoktur. Bizde hâlâ “ozan” olarak geçiyor olsa gerek. “Ozan” dediğiniz zaman, eline sazı alıp, tımbır tımbır çalıp, derdini tasasını anlatan adamlar geliyor akla. Evet zaman değişti, kullanılan enstrüman da değişti, sazlarımızı bir kenara koyduk ve bu GALEKSİ çağının bir getirisi olarak gitarlara geçiş yaptık ama olayın özü değişmedi. Neticede bir insanın eline enstrüman alıp, bununla yarattığı ezgiler üzerine hislerini okuması, halk müziği kökenli bir gelenek ve arka plan dağın başından metropollere dönüşmüş de olsa, mevzunun ana fikri hala aynı. Buna verilebilecek örnekler Yunus Emre’den başlar, Cenk Taner’e dek uzanır.

Cenk Taner: Bir Metropol Ozanı

Cenk Taner: Bir Metropol Ozanı

Bu “hem çalarım, hem söylerim” tarzı sanatçılar, şairlik ile müzisyenliğin arasındaki bölgede duran insanlardır. Yani tabiri caizse herifin ağzı laf yapıyor, ama bunları insanlara şarkı formatında aktaracak kadar enstrüman hakimiyetine ancak ucu ucuna sahip. Bob Dylan, Leonard Cohen ve daha birçok isim, ’70’lerde Pop yıldızı haline gelmeden önce böyle dingin dingin folk müzik yapmaya mahkum adamlardı. Ama o dönemki kültürel değişimler sağ olsun, insanlar “yahu bu Elvis Presley ve Little Richard’ın güfteleri artık bizi tabir etmiyor, dünya savaşa girmiş, ajlık sefalet kol geziyor hala kıç mı kıvırıcaz” diyerek böyle adamlara odaklandılar, böyle adamları baş tacı ettiler ve Pop Müziğin çehresi tamamen değişti. Pop Müziğin içine kolay girilir ve zengin aranjmanları ile derin lirikler birbirinin içine geçti. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz David Bowie’nin bile yola böyle şarkılar yazarak çıktığını unutmayalım.

Neyse, lafı fazla uzatmadan “Loner Folk” kavramına gelelim. Nedir bu “Loner Folk” ve niye böyle bir tabir var? Şimdi Folk dediğimiz mevzunun içinde derinlere inen duygusal şeyler de var, “dam üstünde un eler, ıımmppfff yalarım göğüslerini” de var. Düşün şimdi sen albüm eleştirisi yapıyorsun, müşteriye yani Folk dinleyicisine diyorsun ki “güzel albüm, git al.” Herif albümü bir alıyor, içinden çıkan lirik: “Tatlı Lesi daha 18 yaşında, ama bir döt var Lesi’de düşman başına, ah o dötü kimler eller, ah o dötü kimler yalar.” Herif haliyle çıldırıyor, “yahu ben böyle sözler duymak istemiyorum, ben insani acılar dertler işitmek istiyorum, patron sigortamı düşükten yatırmış, evde anam hasta, bu herifin derdi dötçülük, benim hayatım böyle mi?” Doğal olarak yavaş yavaş böyle depresif, dertli, yalnız adamların yaptığı işler ayrıştırılıyor ve Loner Folk yani GARİPÇİLER AKIMI olarak tanımlanmaya başlıyor.

Gelelim “Songs From Suicide Bridge”e, yani bu yazının sebebine… 1970’ler bitmiş, 1980’ler gelmiş, herkeşte bir “kötü zamanlar bitti, dertler sona erdi, artık FEZA ÇAĞINDAYIZ” illüzyonudur gidiyor. New Wave gelmiş, insanlar çağa uygun biçimde saç şekil yapmışlar adeta ÇİBORG misali. 1970’lerde kıllı-bıyıklı tipleriyle müzik yapan adamlar bile (örneğin Fleetwood Mac’ten Lindsey Buckingham) çağa ayak uydurmak adına mahalle berberinin yolunu tutup insana dönmüşler.

1970'lerde Lindsey Buckingham

1970’lerde Lindsey Buckingham

1980'lerde Lindsey Buckingham

1980’lerde Lindsey Buckingham

Teknolojinin de gelişimi müziğe yansıyor tabii. Stüdyolardaki ekipmanlar gelişiyor, çoğalıyor durmadan. Doğal olarak da bu çağa uygun yeni SAUND yaklaşımları ortaya çıkıyor. 1970’lerin kuru, doğal sesleri gitmiş, bol reverb’lü, bol yankılı miksler gelmiş. Artık Phil Collins trampete bir vuruyor, zannedersiniz katedralde şapelde kaydedilmiş gibi ses yankılana yankılana gidiyor. Neden? Çünkü ŞAAŞAA. Çünkü GÖRKEM. Çünkü devir GALEKSİ DEVRİ!

İşte tam bu dönemde, bu olayların merkezi diyebileceğimiz Los Angeles’da, 2 tane AT HIRSIZI kılıklı adam bir araya geliyor. İsimleri: David Kauffman ve Eric Caboor. David Kauffman’da yine az biraz Bulgar futbolcu imajı var da, saçları dökülmeye başlayan Eric Caboor’da umut hiç yok. Kauffman abimiz New Jersey’den kalkıp Kaliforniya’ya geliyor müzik hayallerinin peşinden gitmek için. Bir yandan dandirik işlerde çalışıyor, bir yandan da kaydettiği demoları SEKTÖR insanlarına dinletiyor. Ancak adamda tip Stoichkov gibi, sektör adamları diyor ki “lan bu herifi genç kızlara nasıl kakalıycaz, millet korkar kaçar bundan, TECAVÜZCÜ gibi herif bu.”

Bir dönem ülkemizde de top koşturan Bulgarov Futbolcu Stoyçkov

Bir dönem ülkemizde de top koşturan Bulgarov Futbolcu Stoyçkov

Halbuki bilmiyorlar ki bu David Kauffman aslında dünyanın en içli adamı. Yaptığı bestelere bütün acılarını döküyor. Ama olmuyor, olduramıyor, bu da kafelerde (kafe diyince bir klaslığı olmuyor, düzeltiyorum, COFFEE HOUSE’larda) oturup şarkılarını çalmaya başlıyor. Open-mic (ortaya karışık) gecelerinde de.

İşte böyle gecelerden birinde, bir diğer akustik gitar üzerine vokal yapan adamla, Eric Caboor ile tanışıyor. ikisi de birbirinin bestelerini beğeniyor, diyorlar ki “lan olm tek başımıza bizden bir halt olmuyor, VOLTIRAN gibi güçlerimizi birleştirirsek enstrümantasyon zenginleşir, belki o zaman tuttururuz.” Böylece beraber çalmaya başlıyorlar. Konserlerde bir Kauffman parçası çalıyorlar, ardından bir Caboor parçası.

Yine olmuyor, hatta HİÇ olmuyor zira ikisi bir araya gelince AT HIRSIZI imajları duble olmuş oluyor. Bir gıdım yol alamıyorlar o kadar güzel müziklerine rağmen. Bunlar da düşünüyor taşınıyor ve karar veriyorlar: “Kanka evin odunluğunu stüdyoya çevirelim, bir mikrofon, 4 kanallı kayıt cihazı, oturup kaydedelim şu şarkıları, madem kimse albümümüzü yapmıyor, biz kendimiz yapalım.”

David Kauffman ve Eric Caboor

David Kauffman ve Eric Caboor

Adamların elinde tabii yılların birikimi zilyon tane beste var, amma ve lakin bu albümü kaydederken içten içe boşuna uğraştıklarını hissediyormuş olacaklar ki aralarından en depresif, en dokunaklı olanlarını seçiyorlar. Böylece 10 şarkılık bir albüm ortaya çıkıyor, yarısında vokal ve besteci Kauffman, diğer yarısında Caboor. Albüm için isim düşünürlerken Caboor’un aklına Pasadena’daki Colorado Street köprüsü geliyor, tahmin edeceğiniz üzere bu köprünün lakabı “İntihar Köprüsü.” İkili gidip bu köprüde ilk ve tek fotoğraf seansını yapıyor, albümün adı da içeriğine uygun biçimde “Songs From Suicide Bridge” oluyor.

Albüm 500 kopya olarak basılıyor. Büyük kısmı kolej istasyonlarına gönderiliyor. Ancak büyük eyalet kolej radyolarının istisnasız tamamı albümü es geçiyor. Yahu 1980’ler yani GALEKSİ ZAMANLARI gelmiş, kim ne yapsın kupkuru, depresif şarkıları. “Bozmayın şimdi keyfimizi canımın içi” diyor ve plakları çöpe gönderiyorlar. Albümü beğenen radyo istasyonlarının tamamı dandik eyaletlerin en izole yerlerindeki istasyonlar oluyor. Zira bu müzik gerçek anlamda izolasyon müziği. Sonuç? “Kanka bizden bir halt olmuyor, maalesef yanlış devirde doğmuşuz, biz normal işlere yönelsek daha iyi galiba” diyorlar ve “bu işleri bırakıyorlar.”

Bu son kısım çok tanıdık geliyordur zira Türkiye’de afedersiniz YARRAK gibi bir topluma ve YARRAK gibi sosyal haklara sahip olduğumuz için çoğumuz “lan aç kalırsın, sürünürsün” gibi sebeplerle bu işlere değil, meendiz, dohtur gibi mesleklere yönlendiriliyoruz. Halbuki dünyanın sosyal hayat anlamında en boktan ülkesinde yaşıyoruz, normalde neler çıkması lazım ama o enerjinin tamamı ofis köşelerinde cambazlık yaparak harcanıyor, heba ediliyor. Boktan ülkelerin sanat gibi lüksleri olamaz, sanat gibi lüksü olmayan ülkeler de ilelebet boktan kalır.

Ama Kauffman ve Caboor söz konusu olduğunda, hakikaten olay “yanlış devir” olayı. Pop yıldızlarının depresif liriklerle gençlerin ruhlarını yakaladıktan sonra kendilerini öldürdüğü ya da haroyin komalarına girdiği 1990’larda veyahut bu Llewn Davis filminin geçtiği, Bob Dylan’ın ve benzerlerinin CAFEE HAUSE’larda çaldığı zamanlarda yapılsaydı bu albüm, türün başyapıtı olarak anılırdı, Kauffman ve Caboor ikilisi de şu an şatolarda yaşıyor olurlardı.

Şimdi zamanı ileri alıyoruz ve 2010’lara geliyoruz. Şimdi HİPİSTERLİK devri. Yani “bol bol gubar tüket, kahve iç, hayatının arayışına çık, vintaj giysiler giy.” Açık konuşmak gerekirse gubar kısmı haricindekileri ben de yapıyorum. Ama “hayatının arayışına çık” olayı bireyciliğe denk geliyor. Yani yıllar önce kaybedilmeye yüz tutan o “Loner Folk” kültürüne zorunlu bir dönüş söz konusu. Adam kendini arıyor, Led Zeppelin’in grup müziğini dinleyerek mi yapacak bunu, Leonard Cohen’in ilk dönemlerini mi? Tabii ki ikincisini. Siz zannediyorsunuz bu sakallılar, bu HİPİSTERLER 2. el kıyafet, eşya, albüm olayını kılaslık olsun diye seviyorlar. Hayır, aksine bireyciliğin bir getirisi bu a dostlar, herif ne yapsın Muzaffer Bey’in IKEA’dan aldığı gardrobu, ne yapsın senin Mango’dan Levis’tan aldığın ceketi.

Böylelikle “kayıp albümler” diye bir kavram da ortaya çıkıyor ve insanlar ikinci el tezgahlarını incelerlerken adeta hazine avcılığına yelken açıyorlar. 500 kopya basılmış ve büyük kısmı çöpe atılmış bu albüm de işte bu şekilde tekrar hayata geçiriliyor. Light In The Attic firmasının sahibi bu albümü tamamen kaderin bir cilvesi olarak bir ikinci el pazarında, karton bir kutunun köşesinde buluyor ve duyduğu sesler onu şoktan şoka sürüklüyor. Adamlar 1984 senesinde, 2010’ların müziğini üretiyorlar!

Zar zor herif Eric Caboor abimiz ile bağlantıya geçiyor ve “bu albümü derleyip toplayıp temizleyip tekrar basmak istiyorum, al sana şu kadar para” diyor. Caboor diyor ki “kafayı yemiş bu herif herhal?” Ancak adam gayet ciddi. Albümün orijinal makaralarını alıyor, remaster ettiriyor, şahane bir de kap ile birlikte tekrar yaşama döndürüyor. Tıpkı ikinci el Pendleton ceketi alıp, tamir edip, VİNTAJ mağazada satar gibin.

“Songs From Suicide Bridge” albümü, Göbeklitepe’nin keşfi arkeolojik açıdan neyse, bu tür müzik için aynısı. Gerçek bir Loner Folk başyapıtı. Besteler inanılmaz, büyük bir içtenlikle yazılmış liriklerin her biri intihar mektubundan kupleler kıvamında. Düşük prodüksiyon değerleri ise şarkılara zarar vermek yerine duygusal açıdan daha bile güç katıyor.

[youtube id=”_UzZM2EyogE” width=”620″ height=”360″]

Boşluğun içinde yankılanan akustik gitarlar ve Kauffman’ın donuk sesiyle okuduğu “bilmiyorum daha ne kadar bu hislerle yaşayıp ağlamamı engelleyebilirim” sözleri, albümün açılışındaki ‘Kiss Another Day Goodbye’ın anahtarı. Bu parça aynı zamanda albümün geri kalanı için ruh halini de oturtuyor: Fakirlikten kırılan, hayal kırıklığı içinde yaşayan iki müzisyenin son çırpınışları.

Diğer tarafta Eric Caboor’un besteleri sonradan Americana olarak adlandırılacak olan mevzuya finger picked gitarları ve bariton sesi ile daha yakın duruyor. Günümüzde O’Death ya da King Dude gibi muazzam isimlerin icra ettiği müziğe meylediyor besteleri.

Ama albümün merkezinde yer alan ‘Life And Times On The Beach’ isimli Kauffman bestesi, sadece albümün en iyisi değil, aynı zamanda bu türün en büyük başyapıtlarından biri.

[youtube id=”_mBv-2ZP78c” width=”620″ height=”360″]

8 dakikalık bu beste, Kauffman’ın hayat hikayesi. Piyanoda basılan her akor, Kauffman’ın donuk sesinin ardında, derin bir boşluğun içinde yankılanarak yalnızlık hissini pekiştiriyor. Yavaş yavaş diğer enstrümanların da (diğer enstrümanlar = akustik gitar ve mandolin) eklenmesiyle şarkı, Kauffman’ın çocukluğunu anlattığı orta bölüme geçiyor; çocukluğundan sonra koleje girmesi, “kolejin amk” diyerek müziğe yönelmesi ve sonunda Kaliforniya’da, bir plajın ortasında evsiz, parasız, sap gibi kalmasına kadar gidiyor. 5. dakikadaki duygusal zirveden sonra parça tekrar başlangıçtaki temaya dönüyor ve piyano eşliğinde Kauffman’ın derinlerden yankılanan sesi ile son buluyor: “Şimdi solup gidiyorum uzaklara / Çok yalnız bir tırmanış oldu bu benim için / Ama yine de anlatabilecek o kadar çok şeyim var ki / Hayatım ve yaşadıklarıma dair.”

Bunun ardına Rutger Hauer’in Blade Runner’ın finalindeki unutulmaz monologunu ekleyince adeta “cuk” diye oturuyor dostlar: “… Şimdi tüm bu anlar, zamanın içinde yok olacak / Tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi / Şimdi ölme zamanı.”

Günümüzde artık grup müziği bitmek üzere. Kimse albüm almıyor, almaya gerek duymuyor. Eskiden kayıt yapmak zordu, artık herkes evinde dünya standardında kayıt yapabiliyor. Eskiden 100 grup var idiyse şu an 100000 tane var, ama müşteri sayısı hala aynı. Sen insanlara müzikal bir üründen fazlasını veremiyorsan, kişisel bir şey veremiyorsan yoksun. Bir hiçsin. Ve bunu, görselliği de geçtim, bir “moda” ürünü olarak tasarlayıp vermek zorundasın. Zira artık müzikal ürünler yalnızca bir “eşya.” Bunların da tamamı şu anlama geliyor: Gelecek, küçük kitlelere hitap etmekten gocunmayacak olan multi-talented sanatçıların dönemi olacak. Frontman’lik bitti. Virtüözlük bitti. Kalbinden hakiki bir şeyler çıkarabiliyorsan varsın. Diğer türlü yoksun.

“Songs From Suicide Bridge” şu gün yayımlanmış olsaydı, bu adamlar Will Oldham ile birlikte turluyor olurlardı. Şanssızlık diyelim. Ancak diğer yandan, onlara tüm kapılarını kapayan 1980’ler müzik ortamında yazılmamış olsaydı, böylesine güçlü bir albüm de olmayacaktı “Songs From Suicide Bridge.” Nasıl Van Gogh gibi adamlar fakirlik içinde ölüp gittikten sonra eserleri anlaşıldıysa, bu albüm de aynı kadere sahip.

Peki ya “Songs From Suicide Bridge” gibi daha kaç albüm, daha kaç ses, ikinci el dükkanlarının tozlu köşelerinde böcekler tarafından kemirilip yok ediliyor? 100? 1000? 10000? Bence asıl sorulması gereken soru bu…

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.