MANIC STREET PREACHERS – The Ultra Vivid Lament (2021, Columbia/Sony)

Paylaş:
MANIC STREET PREACHERS - The Ultra Vivid Lament (2021, Columbia/Sony) - Paslanmaz Kalem

Cenk Taner’in sözü geliyor aklıma. “Normalde bir rock grubunun ömrü 10 senedir, fazlası lükse kaçar, kendini tekrarlama riski ile karşı karşıya kalırsın ve her şey zorlaşır.” 

Manics bu durumla 2001 yılında, “Know Your Enemy”de karşı karşıya kaldı. Müzikal doğrultu belirsizliğinin çevresinden “Use Your Illusion” stili “şişik” bir albüm yaparak dolanabileceklerini düşündüler. Birbirinden çok farklı iki tekliyi aynı gün piyasaya sürerek “eklektik albüme oynadık” mesajını verdiler ama ne müzik basını ne de dinleyiciler ikna olmadı. Ortada hakikaten de esin kaynağını kaybetmiş bir grubun “şişik” eseri vardı.

Bunun asıl geri dönüşü ise “Lifeblood” albümünde oldu. “Everything Must Go”da grubun peşine takılan, “This Is My Truth”ta ise grupla cankuş olan gencolar “Know Your Enemy”de ilgilerini hızlıca yitirmişlerdi. “Bir nevi yeni The Holy Bible” diye kakalamaya çalıştıkları bu albüm aslında “Know Your Enemy”den daha derli toplu, modern seslere açık, “This Is My Truth” dönemi duygusallığına yakın bir eserdi ama sonu grup içi kriz oldu.

James Dean Bradfield ve Nicky Wire solo albümler kaydettiler. Özellikle James abimiz Nicky Wire liriklerinden kurtulup kendi kalbini açarak gönülden, enfes bir eser koydu ortaya. Ama sonunda 2007’de grup bir araya geldi ve “eski sert soundumuza dönüyoruz” müjdesini veren ‘Underdogs’ parçası ile çıkış yaptıkları “Send Away The Tigers”ı piyasaya sürdüler.

Grubun kariyerinin bundan sonrası (Richey’nin “kayıp” liriklerini bestelere dönüştürdükleri muhteşem “Journal For Plague Lovers” dışında) hep strateji ve taktik çerçevesinde ilerledi. ‘Your Love Alone Is Not Enough’ hit olunca onun yolundan koşan şarkılarla dolu “Postcards From A Young Man”i yaptılar. Pek tutmayınca bir akustik, içe dönük, bir tane de modern, iddialı albüm yapıp çift jeton kullandılar: “Rewind The Film” + “Futurology”. Peki ya “Resistance Is Futile”? Bir nevi “Send Away The Tigers Part 2” idi, gönle göre şerbet veren, çok iyi işlenmiş, cila üstüne cila atılmış, yer yer stadyum ebatlı, yer yer de çocukluklarında radyoda duydukları seslere öykünen bir şarkılar toplaması. Sanırım Manics’in en iyi hali de bu asla dolduramayacakları 50 bin kişilik stadyumlar için besteler ürettikleri hal zaten.

Ve geliyoruz 2021’e. Yani “The Ultra Vivid Lament”e. Tepedeki nottan anlayacağınız üzere, bu Manics tarihinin en kötü albümü. Bu albümden dönüş olur mu bilmiyorum. Albümün çıkış parçaları ‘Orwellian’ ve ‘The Secret He Had Missed’ o kadar silik kaldı ki grupça imzalı CD’ler plaklar bile pre-order’da tükenmedi. CD’ler plaklar satılsın diye Cort marka bas gitar alıp önden albüm sipariş eden birine çekilişle hediye edeceklerini söylediler. O da işe yaramadı, bu kez amazon.co.uk ile anlaşıp pre-order yapanlara James Dean Bradfield’ın Fender Jaguar’ı ya da Sean Moore’un trampetini çekilişle vereceklerini açıkladılar. 

Çıkış söylemleri, büyük konuşmaları, Richey’nin kendini yok etme pahasına idealize ettiği şeyler ortadayken karşımızda duran devasa bir yenilgi değildir de nedir bilemiyorum. Tamam, hepimiz büyüyoruz, kaşarlanıyoruz, hiçbirimiz 27 yaşında kalmıyoruz ama bir albümün imzalı ön sipariş kopyalarını bedava basla bile tüketemiyorsan ve son çare olarak kapitalizmin en büyük sembollerinden biriyle açık iş birliğine giriyorsan çuvallamışsın demektir.

Çuvalladıkları asıl yerin neresi olduğunu da söyleyeyim: Müzik. Allasan, pullasan, üzerini gümüş kaplama da yapsan yine bu müziği kimseye “yeni şaheserim” diye yutturamazsın. 

Çıkış şarkılarından başlayalım. “This Is My Truth” ya da “Send Away The Tigers” dönemi b-side’ları bile ‘Orwellian’dan iyiydi. Örnek mi istiyorsunuz? ‘Prelude To History’. ‘Boxes And Lists’. ‘Lost Voices’. ‘I Know The Numbers’. Daha da sayarım… ‘The Secret He Had Missed’? Düet yaptıkları Julia Cumming tenezzül edip bu şarkıyı sosyal medya hesaplarından duyurmadı bile. Ama bu tabii ki kötü olduğu anlamına gelmiyor. Aksine hoş bir şarkı. James Dean Bradfield’in Neal Schon’a selam çakışı da tatlı. Ama kesinlikle bir hit değil.

Albümdeki iyilere gelelim. Açılıştaki ‘Still Snowing In Sapporo’ Nicky Wire klasiği olarak nostalji ve Richey’nin yitişi üzerinden gidiyor (Richey yiteli artık 21 sene oldu bu arada.) İlk James Dean Bradfield solo albümü ile “Lifeblood” dönemini anımsatan duygulu, nefis bir şarkı. Özlenen, müthiş gitar işçiliği bu parçada “metalci derler mi bana şimdi acaba… e derlerse de desinler amk” tavrıyla korkusuzca aşılmış. Manics gitarsız ışıldamıyor. ‘Complicated Illusions’ “Low”un ilk yüzündeki parçalar gibi girip dev nakaratı ile şahlanıyor. ‘Happy Bored Alone’a gelirsek. Albümü adeta haşere misali istila eden anlamsız “wall of sound” yaklaşımından son anda çıktıkları, grubu bir “üçlü” olarak duyabildiğimiz, “Everything Must Go” nakaratlı bir diğer güzellik.

Geride kalan 6 şarkının tamamı kötü. Albümden önce “James piyano dersleri aldı, şarkıları piyanoda yazıyor” denmişti. Değişen bir şey yok. Dediğim gibi, eski b-side’ların yanına bile yaklaşamayacak kadar özelliksiz, bu özelliksizliğin üzerini 20 gitar, 10 back vokal, yaylılar, piyanolar ve synth tınıları ile örtmeye çalıştıkları şarkılar var. Bunların en kötüsü “Abba’dan esinlendik” diye tanıttıkları ‘Don’t Let The Night Divide Us’. Daha 1. dakikada şarkı ne zaman bitecek demeye başladım içimden. Sen seyyar lahmacuncu gibi adamsın be abi, sana ne Abba’dan? Yani merak ediyorum, şunu çıkıp konserde ‘Motorcycle Emptiness’ ile atıyorum ‘Little Baby Nothing’ arasına koysanız insanlardan ne gibi bir tepki gelmesini bekliyorsunuz? Felaket…

Grubun ‘70’ler seslerine dönmek istemesini anlayışla karşılıyorum. Sonuçta her zaman müziklerinde olan, özellikle James’e E.L.O.’suyla, The Who’suyla, Wings’iyle esin kaynağı olan bir dönem. Ama ‘70’ler esintili albüm yapıyorsan onu da düzgün ve tutarlı yap bari. Yakın dönemden en güzel örnek St. Vincent – “Daddy’s Home”. Sound, imaj, kapak, sunum, besteler, her şey oturaklı. “The Ultra Vivid Lament”ta ise sıcak evlerinde çocuklarını koleje yolladıktan sonra sütle kurabiye yiyip çocukluklarındaki müzikleri düşünen adamların çıkardığı sesler var. Bu yüzden de kaçınılmaz olarak aklıma John Lennon, Paul McCartney falan değil, aha bu geliyor:

Tam olarak Cenk Taner’in “lükse kaçmış grup” dediği noktayı aşıp sona dayanmış bir grup var karşımızda. Hiçbir şeye ihtiyaçları yok, hırsları tükenmiş. “The Ultra Vivid Lament” hırssızlığın, bencilliğin, duygu körelmesinin ve amaçsızlığın sesi. Umarım Nicky Wire James ve Sean’ı gaza getirebilir de bu saçmalığı unutturacak gibi bir albümle dönüş yaparlar. Böyle muhteşem bir grubun finali “The Ultra Vivid Lament” gibi ilhamsız, kuru ve içi boş bir hayal kırıklığı olursa gerçekten çok yazık.

5/10

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.