Müziğin Tıkanıklığı, Pop Müzik ve İmge Üzerine

Paylaş:
Müziğin Tıkanıklığı, Pop Müzik ve İmge Üzerine - paslanmaz kalem

Beğendiğim albümleri beğenmiyorum bile.

Efsanevi İngiliz radyo programcısı John Peel müziğin sonunun geldiğini düşündüğü 80’lerin ortasında bu ifadeyi sarf etmişti. Her türlü alternatif müziğin nüfuzlu bir sözcüsü olduğu için aslında kastı daha çok popun uzağındaki, ana akım dışı müziklerdi. Post-punkın öncülüğünü yaptığı ve yenilikçiliğe dair kolektif bir bilincin oluştuğu 70’ler sonu ve 80’lerin başı dönem geride kalmış, durum çaresiz görünür olmuştu. Müzikal ilham ve yaratıcılığın ötesinde, müzik etrafındaki diskur da tıkanmış gibiydi. Punkın başarısızlığı ve tüm dünyada yükselen Sağ eğilim nedeniyle müzik basını (ve tüm Sol/liberal basın) demoralize bir haldeyken, gençlerin ve müzik severlerin yüzlerini dönüp kucaklayabileceği bir akım ortada yoktu ve genel olarak müzik yazarlığı da sıkıcı bir tekillikten öteye gidemiyordu: şu grup, şu albüm ve şu konser gibi. Müziğin yaşamdan koptuğunun, varoluşu anlamlandırmaktan uzaklaştığının ve bir market rafında kendi başına duran bir ürün olduğunun düşünüldüğü bir dönemdi.

John Peel - paslanmaz kalem

John Peel

Geçen hafta içinde, Paslanmaz Kalem yazarları olarak son derece derin konuları münazara ettiğimiz mesaj grubumuzda Blue Jean dergisinin kapanmak üzere olduğunu duyduğumda John Peel’in bahsettiği dönem aklıma geldi. Müziğin sıradanlaştığını ve parlaklığını yitirdiğini hissettiğim şu anda, kıymetli ve köklü bir müzik mecrasının daha kapandığını duyuyordum. Yani halihazırda az bulunan, müziğe dair bir olgu daha silinip gidiyordu.

Şunun tabii ki farkındayım: Belki de şu anda büyük değişimlerin, büyük bir müzikal/sanatsal hareketin doğuşunun şafağındayız ve yıllar sonra bu döneme baktığımızda da bunların tohumlarının yeşermesi için uygun ortamın oluştuğunu, şu anda dikkat etmediğimiz detaylarda göreceğiz. Kaldı ki John Peel da 1985’in ardından en etkili dönemine girmesiyle gümbür gümbür dünyayı sallayacak olan hip hop dalgasından ve house/techno hareketlerinden bihaberdi. Ama açık sözlü olmam gerekirse, şu anda ben de o zamanki Peel gibi hissediyorum ve nereye bakarsam bakayım müziğe dair bir umut, bir çıkış yolu göremiyorum.

book of souls - paslanmaz kalem

İlk onuma girmedi bile

2012’de Paslanmaz Kalem’de yazmaya başladığımdan beri, yazar arkadaşlarımla yaptığım sohbetlerden dolayı yeni çıkan albümlerden çok daha sık haberdar oluyor ve yarın yokmuşçasına müzik dinleyen bu adamların birbirleriyle yarışırcasına gösterdikleri, yeni çıkan albümlere yönelik iştahlarını ağzım açık izliyorum. (Bu mevzuda, bir kara delik iştahına sahip Volkan Atay başı çekiyor.) Ne yalan söyleyeyim, yeni çıkan çoğu albümü dinlemek için içimde büyük bir itki yok… Ve bu nadir itkiyi bulduğum zaman da albümleri “beğensem de beğenmiyorum” işte. Mesela her yılsonu derlediğimiz “Yılın En İyi Albümleri” listeleri benim için birer cehennem azabı. Yanlış anlaşılmasın, müzik yine hayatımda çok önemli bir yerde ve yine duş alırken ve seyahat ederken müzik dinliyorum ve yine kafamda bütün gün müzik dönüyor… Ama yeni müziklerin yarattığı hayal kırıklığı son yıllarda baki. Ekibimizden Mert Yıldız da geçen aylarda bir konuşma esnasında buna değinmişti –ki özellikle yeni dönem metal albümlerine istinaden konuşuyordu: Artık bütün albümlere aşağı yukarı on üzerinden altı, hadi, kendini cömert hissettiği bir günde yedi puan verdiğini söylüyordu. Hâlihazırda, dinlediğim neredeyse tüm 2015 albümlerinden oluşan “Emre Karacaoğlu’nun en iyi on 2015 albümü listesini”ne baktığım zaman aynı hisse kapılıyorum. Hiçbiri çok yüksek puanları hak etmiyor. Listem şöyle:

  1. Killing Joke – “Pylon
  2. Chelsea Wolfe – “Abyss
  3. Romare – “Projections
  4. Godspeed You! Black Emperor – “Asunder, Sweet and Other Distress
  5. Kara Cephe – “Unutulanlar
  6. She Past Away – “Narin Yalnızlık
  7. Baroness – “Purple
  8. Leviathan – “Scar Sighted
  9. Disclosure – “Caracal
  10. Florence + the Machine – “How Big, How Blue, How Beauitful

Puanlamam gerekseydi, hiçbirine yedi puanın üzerinde vermeyeceğimi dile getirirdim –ki bunun nedeni hiçbirini “beğenmemem”. Bu ifademi biraz açmam gerektiğinin farkındayım çünkü bu söylemimle birlikte bu çalışmaları birden çok kez dinlemediğim, dinlerken keyif almadığım ve –günlük kullanımımızla– hiç sevmediğim kolaylıkla düşünülebilir. Aslına bakarsanız, burada kastım biraz da “yenilikçilik” ve “çarpıcılık” –albümü dinlediğinizde yerinize mıhlanma hali… Franz Kafka’nın, “Bir kitap, içimizdeki donmuş denize düşen bir balta gibi olmalı,” sözündeki anlamı çağrıştırırcasına.

“Pylon”ı ilk dinleyişte çok sevdim. Killing Joke gibi hard rock dönemecini alabilmiş bir post-punk grubunun 2015 yılında hâlâ cayır cayır, sofistike müzik yapabiliyor olması fikrini ise daha çok sevdim sanırım çünkü albüm bir süre sonra üzerimdeki etkisini yitirdi. Ardından, gittim, “Love Like Blood”ı açtım, vallahi de billahi de daha çok içine çekti beni. Hâlâ da bırakmadı.

chelsea wolfe - paslanmaz kalem

Chelsea Wolfe

Chelsea Wolfe’un albümü bir numaramı çok zorladı –ki aslında kendi kariyeri için en ayrıksı, en güçlü işi, “Abyss.” Ama bu albümü ne zaman açsam, zihnimde “Third” albümü zamanı Portishead ve genel olarak Jarboe canlandı ve albümden istediğim şekilde keyif almam engellenmiş oldu. Yüklü gitar ve overdrive efektli basların üzerinde naif vokal yapma fikri de Wolfe’a ait değil zaten.

Romare, takip ettiğim yegâne elektronik müzik firması Ninja Tune aracılığıyla tanıdığım bir müzisyen. “Projections” albümünü, son çalışmasını 2011 yılında yayımlayan DJ Shadow’a (ve hâlâ egale etmesini beklediğim “Endtroducing…..” albümüne) olan özlemimi bir nebze giderdiği için çok sevdim.

Godspeed You! Black Emperor’ın yeni albümünü de beğendim… Ama “beğenmedim” işte. “Yahu eve gideyim de bir ‘Asunder, Sweet and Other Distress’ dinleyeyim,” diyemiyorum. Elim GY!BE’a uzandığı zaman hâlâ “Moya”ya gidiyor tercihen.

Kara Cephe ve She Past Away’i sıklıkla dinlememe ve haklarında uzun süre kafa yorup yazı yazmama rağmen, belirli birer tarzın içinde oldukları ve –şu an için– bu tarzlara çok fazla yeni bir fikir getirmedikleri için onları da çok ayrı bir yere koyamadım hükümlerimde. (Siz beni anladınız.)

Baroness ve Florence + The Machine önceki albümlerinin devamlarını sundular bana. “Scar Symmetry” ise klasik bir yakın dönem Amerikan black metal albümü ve Disclosure ise 1991 ve 1994 doğumlu iki İngiliz kardeşin house müziği yeniden geri getirme çabası. Ve güzel bir çaba… Ama ötesi değil.

Josh Homme - Iggy Pop - paslanmaz kalem

Şu anda en çok dinlediğim albümlerden birini yapan Josh Homme ve Iggy Pop (2015)

Ve bugünüme baktığım zaman da –yeni çıkanlar arasında– sene başından beri iki-üç albümü tekrar tekrar dinlediğimi fark ettim. Tekrar dinleme sayısı sıralamasıyla büyükten küçüğe doğru, şunlar: David Bowie’nin “Blackstar”ı, Iggy Pop’un “Post Pop Depression”ı (ki bu albümün ismi bu yazının temasıyla çok uyumlu) ve Massive Attack’in “Ritual Spirit” EP’si. Hiçbirinin yeni yola atılan bir müzisyen ya da yeni bir akıma dahil bir sanatçı olmadığına dikkat edin lütfen. Bu albümlerin her birini çok beğeniyorum – ve John Peel’ın kast ettiği şekilde değil.

Beni “müzik öldü” ya da “rock/metal müzik bitti” gibi esaslı iddialarda bulunan moruklardan addetmeyin. Tarih, kendinden bu kadar emin konuşan bireyleri haksız çıkarmayı çok sever ve zaten kimsenin de böyle yorumlar yapabilecek kadar ileri görüşlü ya da geçmişe hâkim olabileceğini sanmıyorum. Ama her yerde hissettiğim tıkanıklık hissinden de bahsetmezsem olmaz… Kaldı ki bu durum sırf alternatif müziğe has değil… Pop müzik de hem Türkiye’de, hem de dünyada benzer bir dönem yaşıyor gibi.

George Michael - paslanmaz kalem

İyi pop mümkün

Ortaokul ve lise yıllarımda sıkı bir (eski ve güncel) pop müzik dinleyicisi olduğum için kendimi bu konu hakkında bir nebze bilgili ve bu yüzden de bu aralar üzgün hissediyorum. Çünkü şunu biliyorum ki, hiçbir türde hiçbir şarkı iyi bir pop şarkısının yarattığı, anlık sabun köpüğü keyfi ve illüzyon hissini uyandıramaz. Ama bu hissi en son duyalı çok uzun zaman oldu –ki aslında iyi popun her zaman mümkün olabileceğini de biliyorum. Şunlar bu işi seneler boyunca yaptı: George Michael, Abba, Pet Shop Boys, Robbie Williams, Soft Cell, Depeche Mode, Michael Jackson, Duran Duran, Madonna vs. Bu müzisyenlerin her birini böylesine büyük efsaneler haline getiren şey, pop müziğin iki temel ögesini mutlaka dinleyicilerine sunabilmeleriydi: İyi melodiler ve imge/betim/görüntü (İngilizcedeki “image”). Kaldı ki Türk popunun Sezen Aksu, MFÖ ve Tarkan’dan beri tarihe geçecek ve değer verilecek bir şeyler çıkarmamasının nedeni de karışımlarda bunlardan birinin eksikliği. Bunlardan birinin yokluğunda sanatçı yine de geçimini sağlayabilir ama asla yukarıda dile getirdiğim müzisyenler gibi kalıcı bir heyecan yaratamaz.

rihanna - paslanmaz kalem

Herkes o sanatçıyı arzular ya da onun gibi olmak ister

İyi bir beste, söz ve armonik uyumun bir parça için kıymetini açıklamama gerek yok. Kalıcılık arz eden popun ikinci şartı olan “imge” ise yorumlanırken biraz incelik istiyor. Çünkü bu “imge”nin sadece görsel olmak gibi bir zorunluluğu yok aslında. Evet, pop sanatçısının yakışıklı/güzel/seksi/sağlıklı/engelsiz olması avantajlı bir imge tesis eder: Herkes o sanatçıyı arzular ya da onun gibi olmak ister. Pop müzik illüzyon etkisini en efsunlu şekilde bu durumda ortaya koyar.

Ama müzik tarihi yine bu sıfatların zıttı kabul edilebilecek müzisyenlerle de doludur. Mick Jagger, Marilyn Manson, Shane MacGowan, Steven Tyler, Dee Snider gibi doğanın görsel açıdan cömert davranmadığı adamların yine de yarattıkları başka imgelerle ne kadar yol kat edebildikleri aşikâr: “kötü çocuk,” “asi adam” ya da “ruh hastası” gibi görsellik ötesi çağrışımlar da işe yarayabiliyor demek ki. Hatta bakın, Türk popundan söz açılmışken, sıra dışı bir imgeden bahsedelim: Deniz Seki ve “hapisteki sanatçı.” Evet, bu da bir imgedir. Bu imgesi sayesinde Deniz Seki, dinleyicisi olmayan benim bile dikkatimi çekmiş, bir şekilde, hapisteyken yayımlattığı “Hayat 2 Bilet” parçasını bana duyurmuştur. (“İmge” kavramının bu biçimdeki okumasının “Reklamın iyisi, kötüsü olmaz,” klişesiyle karıştırılmaması gerekiyor. Çünkü reklamın kötüsü bal gibi oluyor.)

Peki “Hayat 2 Bilet”i nasıl buldum? Beğendim ama beğenmedim. Yaylılarla yüklü, ağlamaklı 2000’li yıllar Türk popu tarzı içinde vasatın biraz üstünde ama etrafta o kadar çok kötü şarkı var ki, Deniz Seki’nin hapisteki kadın imgesiyle birlikte bir nebze dikkat çekici ve akılda kalıcı olabiliyor. Yani etkilenmedim ama neden popüler olduğunu anlayabiliyorum.

murat boz - paslanmaz kalem

Tarkan’a benzediği fotoğrafı bulmam bile üç saniye sürdü

Müziğin böylesine bir darboğaz ve bayağılık içinde bulunduğunu düşündüğüm bu dönemde, aslında aksine müzik bolluğu var. Şöyle ki her akşam milyonlarca televizyon izleyicisi yetenek yarışmalarında saatler boyunca müzik dinliyor. Jüri üyelerinin her birinden daha yetenekli olan birçok yarışmacı her akşam gırtlak parçalayıp kendilerini Gökhan Özoğuz, Hülya Avşar ve Mustafa Sandal gibi şarkı söylemekten bir hayli uzak kişilere kendilerini beğendirmeye çalışıyor. Peki ne için? Bir prodüktörün elinde piyasaya alelade bir pop albümü daha sürebilmek için, değil mi?

Ve bu jüride de Murat Boz gibi, pop müziğin en ön planındaki kişilerden biri bulunuyor. Kendisi iyi bir vokalist ama ne yazık ki ne müziğinde bir yenilikçilik var, ne de Tarkan taklidi olmaktan öte bir “imge”si. Aynı şey Yalın için de geçerliydi –müziğe kafası basan, nitelikli işler çıkarmak için piyasaya atılan ama sadece bir Kenan Doğulu taklidi olan bir başka müzisyen.

tarkan - paslanmaz kalem

Tam da kendisinden yeni bir şaheser beklerken TSM albümüyle beni üzdü

Tarkan demişken… Ortaokul yıllarımda çıkan “Ölürüm Sana” albümünden beri dikkatimi çeken bir şarkısını duyamadığım bu yetenekli sanatçıdan, tavsiye üzerine en son “Usta-Çırak”ı dinledim… Muhafazakârlığın kıymet gördüğü böyle bir dönemde çukurdan azıcık da olsa başını çıkarabilen böyle bir şarkı yayımladığı için Tarkan’ı (ve imgesini) tebrik ettim ama “Çakkıdı”nın aynısı olan bu şarkıyı yine beğensem de… Beğenmedim. Kaldı ki Tarkan da şimdi bir Türk Sanat Müziği albümü yayımlayarak pek de büyük beklentilere girmeme gerek olmadığını hatırlatıyor bana.

Ama beklentilerimi bana yüksek tutturan, ilk albümünden beri sıkı bir dinleyicisi olduğum başka bir Türk sanatçı daha vardı: Yasemin Mori –ki onun imgesi derinlikli ve kültürel açıdan da oldukça zengindi. Ama o da müzikal anlamda kendi arkadaş grubu için müzik yaparmış gibi bir hale geçti ve Sezen Aksu’nun “Işık Doğudan Yükselir” dönemi yaptığı dönüşe benzer ama müzikal açıdan daha renksiz bir manevra yaptı.

yasemin mori - paslanmaz kalem

Umarım geçici bir dönemdir

Ömür Gedik gibi bir insanın müzik yapmayı hâlâ gururuna yedirebildiği bir dönemde, beklentilerimi fazla mı yüksek tutuyorum acaba? Ya da eminim ki bazı okuyucular bu gözlemlerimin yaşımla alakalı, bana özel bir durum olduğunu iddia edecektir. Belki de öyle… Ama bu makaleyi yazarken bile içimi yine o karanlık duygu kaplıyor… Sanki hiçbir yeni çıkan albüm, müzisyen ya da akım için eskisi gibi heyecan duyamayacakmışım gibi… Ama neyse ki geçmişin muazzam bolluğu var: Şimdiki zamanın kuraklığına dayanmamda yardımcı oluyor.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.