PLEIN DE VIE. Ankara’dan yeni albümüyle haykırıyor; ‘Akrobatlar Savaşı Yitirdi !!!’

Paylaş:

Mary Shelley’in ‘The Last Man’i sanırım DIY punk/hardcore kültürü içerisindeki en kendine özgü ve has alt türlerden biri olan screamo için en uygun kitap olurdu. Çünkü hem kök punk’ın çiğ ve kızgın tavrını hem de ondan sonra gelen politik tavrın naifliğini bir arada barındıran bir tür bu. İcra ettiği müzikteki ruh halini ritüelvari bir müzikal atmosferle sunabilen bu alt türün temsilcilerinin müziği bir personaya bürünme hali olarak görmekten çok, hem bireysel hem de toplumsal olan daha büyük bir insanlık halinin parçası olarak görmek gibi bir süper gücü var. Plein De Vie ve türdeşlerini dinlerken işte bu kriteri göz önüne alıyorum. MTV Screamo’su dediğimiz daha steril ve formüller üzerine kurulu ‘tür ismine’ karşı bir duruşu temsil eden DIY Screamo punk kültürünün Rites Of Spring, Cap N Jazz gibi klasik emo gruplarıdan ve Orchid, Funderal Diner, Portraits Of Past gibi 90’lardan gelen köklerini, noise / indie rock gibi alt türler ile olan ilişkisini düşünürsek, Türkiye’de Noisy Sins Of the Insect’den beri bu türü hakkıyla icra edenlerden biri de Plein De Vie.. Grubun en sevdiğim yanı bu süper güç… Arda’nın da aşağıda belirttiği gibi, aslında onlar umut dolu ve pozitif bir müzik icra ediyorlar. Ama siz dinlerken o umuda ulaşmak için bir çaba sarf etmek, onları sadece işitmenin ötesinde, dinlemek zorundasınız.

Yani bir dönüşümden geçmek zorundasınız.

Müzik pek çoğumuz için hoş vakit geçirme aracı olabilir ama inanın bana, müzik tarihini araştırdığınızda, bu ‘zevk için müzik dinleme’ durumunun insanlık tarihi içinde oldukça küçük bir yeri olduğunu göreceksiniz. Müzik ilk başta haberleşmedir. Sonra çağrıdır ve en sonunda yastır. Bu üç ‘kabilene sadık kal’ çağrısının sonucu müzik, ortaçağın sonlarına kadar iktidarın ritüel aracı olarak kullanılmıştır. Bugün dinlediğiniz müzikler için de bir çok farklı sosyolojik çıkarım yapılabilir, zira insanlığın kültürel evrimi onu alıp ilk çıktığı zamanlardan, ne dediğini anlamak için çaba sarf etmeniz gereken bir sanat dalına dönüştürdü. Demek ki insanlığın evrimi, kendi algı sınırlarını zorlayacak deneylere kobay olmaya yetecek kadar ilerlemiştir. Müzik dünyasında ‘yeraltı’ kavramı işte tam da bu yüzden vardır. Bu, Steve Albini’yi neden Nirvana’nın son albümü ‘In Utero’yu istediği gibi yapamadığını itiraf ettiren itki ile aynıdır: Bazen o kadar sistemin istediği insan olamazsın ki miden bulanır.

Ankara’dan gelen Plein De Vie, tam olarak bu mide bulantısını anlatıyor, hem de bütün içtenliği ve dürüstlüğüyle. Buyurun önce grubun Spotify, YouTube ve Bandcamp sayfalarından birine, sonra da muhabbete;

Kerem: Grubun adı neden Plein De Vie?

Aby: Hayat doluyuz.

Arda: “plein de vie.” Fransızca’da “Hayat Dolu” anlamına geliyor. Grubu ilk kurduğumuzda iki isim arasında kalmıştık: Ben “Pirkaf” adını önerirken Buğra “Plein de vie”yi önerdi. Pirkaf ismi Berserk isimli bir manga’da gerçek evini ararken ait olduğu hiçbir yer olmadığını gören bir elf masalından geliyor. Plein de vie fikri ise hem Buğra Fransızcanın fonetiğini sevdiğinden hem de Lifelover gibi grupların müzikleriyle oldukça tezat isimler kullanmasını ilginç bulduğu için geldi. Sonuç olarak yazı tura attık, kazanan Buğra oldu…

Volkan: Açıkçası grubun ismindeki ironik yanı da seviyorum ben. Bazen hayat doluyuz ama bazen de sanki değiliz. İsme karar verirken bir Suis La Lune hayranı olarak da ismimizin fonetik akışkanlığı buna karar vermemizde beni ayrıca cezbetmişti.

Kerem: DIY punk&hardcore kökenli elemanlardan oluşan bir grupsunuz, Türkiye’de bu alt kültürün durumunu şu an için nasıl buluyorsunuz? Özellikle covid sonrası bir hareketlenme var gibi geliyor bana.

Aby: Güzel bir “kemik” kitlenin olmasının yanısıra gittikçe bu sahneyi benimseyen, kendisini bu çevrelere ait hisseden insanların son birkaç yılda çoğaldığını düşünüyorum. Özellikle pandemiden sonra insanlar kendilerini daha özgürce, daha açıktan, daha direkt ifade edebilecekleri anlanlara ihtiyaç duydular ve DIY Punk/Hardcore sahnesi, doğası gereği, bunun için çok uygun bir yer. Görece daha ulaşılabilir (ve çoğunlukla daha ekonomik) olması da bu bağlantıyı kolaylaştırdı. Kendim de bu süreçte bu şekilde kendini bu sahnede bulan bir insan olarak durum iyiye gitti diyebilirim, umarım iyiye gitmeye devam eder, daha iyiye gider.

Arda: Ben İstanbul özelinde hem mevcut grupların hem de yeni yüzlerin oldukça güzel bir şekilde ürettiğini ve çeşitli etkinliklerde bunu paylaştığını görüyorum. Güncel olarak Pembe, b12, Scenes We Have Missed ve Jornada Del Muerto en çok severek takip ettiğim gruplar. Ama Ankara adına konuşacak olursam Punk & Hardcore nezdinde Melted, Noise Nest, Emaskülatör, LABB ve Dismocracy dışında çok fazla yeni grup sayamıyorum sanırım (ki geçtiğimiz yılları gözetince Ankara’nın bu bağlamda en aktif olduğu zaman dilimindeyiz sanırım?) Ankara’da daha aktif bir Hardcore sahnesi ve daha sık gerçekleşen HC konserleri görmek isterdim, ama bu çok sık gerçekleşmediği için bizler elimizden geldiğinde üretmeye ve konserler düzenlemeye çalışıyoruz. Yine de pek şikayetçi değilim ama, az buz insan bile oldukça içten bir şekilde çaba gösteriyor ve bu bir avuç insan her zaman ihtiyacı olana elinden gelen desteği gösteriyor. Bu bile oldukça değerli ve insanı motive eden bir şey bence.

Volkan: Ben covid bittikten sonra gideceğim ilk konser için resmen gün sayıyordum, sanırım birçok insan benzer konumdaydı çünkü etkinliksiz geçen uzun süre insanları bayağı bezdirmiştir diye tahmin ediyorum. Biz de DIY kültürü içinde çabalayan insanlar olarak şu andaki aktif durumdan memnun olduğumu söyleyebilirim. Elbette ki daha fazlasını istemiyor değilim, maksimum seviyede olduğunu söyleyemeyiz açıkçası ama yeni projeler de bir yandan oluşmuyor değil ve şehirsel-mekansal olarak konser miktarları tatmin edici seviyelere doğru geliyor gibi. Boş geçilen, sıkıcı / konsersiz-aktivitesiz evre sayısı bir süredir bir tık daha az. Bu açıdan ben optimistik durumdayım.

Kerem: Bu bağlamda globalde DIY punk çevresi hakkındaki fikirlerinizi de merak ediyorum. Özellikle benim nesilde genel bir ‘herşey eskiden çok güzeldi’ nostaljisi var ama açıkçası beni hala GLOSS gibi gruplar çok heyecanlandırıyor, özellikle Seattle olaylarından sonra DIY kültürünün küresel olarak başka türlere de yayıldığını görmeye başladık, ama öte yandan bir Maximum Rock N Roll’un bile basılı hamur kağıda yayınlanamadığı bir çağdayız artık… Mikrofon sizde :)

Arda: Fanzin gibi basılı yayınları ben de eskisi kadar sık görmüyorum ve yaşımın 25 olduğunu düşünürsek bahsettiğim “eski” bile sizler için bu yayınların oldukça çorak olduğu dönemlere tekabül ediyor olabilir. Fanzin biriktirmeyi ve hazırlamayı oldum olası sevmişimdir ama. Yakın zamana kadar bulabildiğim Mondo Trasho, Lafanzin, Lise Anarşist Faaliyet vs. gibi fanzinleri topluyordum ve geçtiğimiz yıl Ceyhun’la “Rockstarlara Ölüm” diye bir fanzin hazırlamıştık ama devamı gelmedi maalesef… Yine de fanzinlerin ve basılı yayınların eskisi kadar olmamasıyla birlikte ben hala bir kulaktan kulağa ekolü yaşattığımızı düşünüyorum – Sophie’s Floorboard gibi blogspot sayfalarından daha önce adlarını bile duymadığım harika Hardcore grupları paylaşabiliyorum ya da Twin Cities Screamo gibi Facebook gruplarında yeni gruplar veya labellar keşfedebiliyorum falan. Fanzinler eskisi kadar sık olmasa da o kulaktan kulağa ekolü asla eskimiyor ve fikrimce G.L.O.S.S., Gel, Scowl gibi gruplar da tam olarak bu ekolün bir sonucu olarak daha geniş kitlelere yayılıyor. O yüzden umutsuzluk yok!

Volkan: Zamanla yöntemler ve teknikler değişebiliyor, artık fiziksel basımların da farklı bir yola girdiği çağımızda bazı şeyler değişti elbet. Ben bunu iyi-kötü gibi karşılaştırmaktan çok “eskiden böyleydi, şimdi ise böyle” şeklinde bakıyorum daha çok. Bugün Bükreş’teki scene’den tutun da, Kolombiya’ya kadar ilginç atraksiyonların yapıldığı birçok ortam var. Bazı şeyler dediğimiz gibi şekil değiştiriyor sadece somutlaştırma anlamında farklı yöntemler izleniyor. Dünyanın başka bir ucuna geçelim; mesela yakın zamanda bir bakıyoruz Malezya’da ASTIA Fest’te Piri Reis, Naedr vb. gibi gruplarla harika bir etkinlik yapılıyor. Görünce çok etkilemişti beni. Bir uçtan diğer uca. Kültür işlemeye devam ediyor, yolunu bulmaya, akmaya devam ediyor bir şekilde yani.

Kerem: Yeraltı screamo yollarına daha yakın bir hardcore punk hissiyatını ve Unwound gibi indie rock kökenli grupların ruhunu bir arada duyabildiğimiz bir soundunuz var, grubu kurarken aklınızda tam olarak bu hibrid var mıydı yoksa beraber çala çala mı ortaya çıktı bu sound?

Arda: Böyle duyulmasına çok sevindim, grupta özellikle ben baya Post Hardcore seviyorum. At The Drive In, Fugazi, Unwound, The Appleseed Cast, Planes Mistaken For Stars, Drive Like Jehu vs. gerek DIY ilkeleri gerek müzikleri olarak beni en çok etkileyen oluşumlar. Grubu ilk kurduğumuz zaman aklımızda oldukça net bir şablon vardı: hepimiz Loma Prieta, No Omega, Kaospilot, Birds In Row vs. gibi grupları seviyorduk ama bununla birlikte hem Hardcore hem de genel olarak DIY/Indie müziklere dair etkilendiğimiz çok farklı kulvarlar da mevcuttu. Dolayısıyla şarkı yazım sürecimiz de bir araya gelip doğaçlama yapmak üzerine olunca aklımızdaki bu şablonun üzerine herkes kendinden eklemeler yaptı sanırım. Çalışma metodumuzun bir araya gelip doğaçlamak temelli olması hem hepimizin şarkı yazımında eşdeğer derecede söz sahibi olmamızı, hem de deneye-yanıla bir sound bulmamızı sağladı.

Volkan: Beraber çalarken bazı şeyler şeklini alıyor. İlla ki “şu olmalı” veya “bu olmalı” şeklinde kendimizi kısıtlamaya çalışmıyoruz ama elbette ki grubun karakterinde içselleştirdiğimiz bazı soundlar da var, bunlar biraz da istemsel olarak yaratmaya çalıştığımız şeylerde kendini gösteriyor ve oluşturduğumuz materyaller şekillenirken içselleştirdiğimiz şeylerin de eğilimiyle birleşerek/bir yön kazanarak bu bazen hibrit hissiyatı bazen daha pure bir hissiyat oluşturuyor.

Kerem: Şarkılarınızı dinlerken özellikle improvizasyon çalıştığınızı düşünüyorum provalarda, tutturabildim mi :) Konserlerde de şarkıları değiştirerek çalıyor musunuz?

Arda: Abi daha geçen prova “Kanka şimdi bu şarkı bitecek sonra ben pedallarla FİÇUV FİÇUV yapıcam sonra diğer şarkıya giriyoruz” falan dedim, valla çok iyi gözlem olmuş :D Konserlerde bazı şarkılar için cidden değişikliklere gitmemiz gerekti, çünkü grupta artık tek gitar kullanıyoruz. Bunun haricinde Volkan beklenmedik davul partlarıyla, ben de gitarlarda abidik gubidik değişikliklerle birbirimize “LAN DUR NAPIYOSUN” dedirtecek sürprizler yapmayı seviyoruz :D

Volkan: Evet bazı şeyler bu şekilde ortaya çıkıyor. Bazen büyük kısmı emprovize şekilde oluşuyor, bazen de elimizde daha önceden hazırlamış olduğumuz temel materyal oluyor, onun üzerine emprovize şekilde eklemelerde bulunuyoruz ve son halini alıyor. Bütüncül bir değişiklik genelde yapmıyoruz ama bazen ufak çaplı konser emprovizaysonlarımız / mini-eklemelerimiz oluyor.

Kerem: Ankara’lı müzisyenlerin şirsel dilindeki karamsarlık sizin liriklerinizde de var, okurken bazen kendimi bir Barış Bıçakçı romanında gibi hissettim; liriklerinizin yapısındaki duygusallığın sebebi sizce buraya ait kök bir özellik mi yoksa screamo kültüründeki duygusal mod mu daha belirleyici? Sizi etkileyen müziklerin arasında post rock’ın deneysel kanadından gruplar da etkili ama sanki Ankara yazınından izler de yok değil, ne dersiniz?

Aby: Ankara’nın müziksel bir yanı olduğuna inanıyorum. Mitski ve Joe Strummer’ın yollarının Ankara’dan geçip sonrasında Mitski ve Joe Strummer olmaları tesadüf olamaz. Açıkçası bu şehrin havasında suyunda hiçbir şey yok ve bu buranın havasını suyunu alıp istediğini yapmak için mükemmel bir fırsat sunuyor: gerçek bir tabula rasa deneyimi. Denizimiz, manzaramız, yürürken objektif olarak ilham verecek sokaklarımız yok; bu yüzden hibçir şeyden bir şey yaratmak burada gerçek anlamıyla yaşanıyor.

“Sadece sen ve kafanın içi, bol şans”
— Ankara

Arda: Ben buna hep şaşırıyorum çünkü ilk albümden beri bize sözlerimizin çok karanlık olduğunu söylediler hep, bense en başından beri sözleri çok iyimser ve cesaret verici bir noktadan yazabildiğimizi sanıyordum halbuki… Sözlerin verdiği hissiyat bizim buradayken neler yaşadığımız ve dünya görüşlerimiz üzerinden şekilleniyor, herhangi bir janrda müzik yapıp o müzik dalında belirli olan bir duygu var diye özellikle buna saplanmak baya sıkıntılı bence. Yaşadığımız gerçeklik bana cidden çok can yakıcı hissettiriyor, ama mücadele etmenin de bunun vazgeçilmez bir parçası olduğuna inanıyorum, inanmak istiyorum. Dayanmak ve üretmek için gereken motivasyonu bu veriyor çünkü. Sözlerimizi yazarken de bir müzik dalının geleneklerindense bu dayanakla yazıyoruz. Post Rock ise oldukça severim! Gods Is An Astronaut, Frames ve If These Trees Could Talk bu albümün enstrümental kısımlarında bana çok ilham verdi. Ankara yazınına gelecek olursak utanarak söylüyorum ama Ankaralı pek fazla yazar bilmediğimi fark ettim bu soruyla, önerileriniz varsa lütfen fırlatın ☹ Bu albümdeki şarkıları yazarken şahsen bana en çok ilham veren yazarları sayacak olursam sırasıyla Thomas Bernhard, Kentaro Miura, Milan Kundera, Franz Kafka (aman ne orijinal), Yusuf Atılgan, Charles Baudelaire ve Katherine Burdekin’i sayabilirim.

Volkan: Hem Ankara’nın insana verdiği hisler, hem screamo’nun içindeki duygunun miksajını hissediyor insan içinde. Sadece bu ikisi de değil, bunun içine dahil olan kendi içimizdeki şahsi duygusal hisleri de dahil edebiliriz. İşin içinde dahil ettiğimiz post öğeler de bu hissiyatı vermekte bizim için verimli bir araç. Duygularımızın tamamlayıcı objeleri olduğunu söyleyebiliriz.

Kerem: Sözlerinizi türkçe yazıyorsunuz ve bunda ısrarcı gibisiniz, yeraltına mensup bir grup olarak Türkiye kadar dünyada da dinleyen iyi bir dinleyiciniz var, şarkı sözlerinizi Bandcamp’den görüyorlar ama fonetiği hakkında hiç yorum aldınız mı? Sanki İspanyolca’nın fastcore’a çok yakışması gibi sizin olayda da Türkçe akıcı kullanılabiliyor gibi, hece yapısı ritim ikilisine doğru oturtulunca.

Arda: Fonetik hakkında değil ama yurtdışından birkaç kişi Türkçe yazmamızı “esrarengiz” buldular her ne demekse bu da… Eski gruplarımda anlaşılması için hep İngilizce yazardım ama zamanla bu cidden tuhaf hissettirmeye başladı çünkü sadece anlaşılmak için doğduğumdan beri konuşmadığım bir dilde şarkı yazmak bana son derece kısıtlayıcı hissettiriyor artık. Kendimden yola çıkacak olursam, anlatmak istediklerini kendi dilleriyle anlatan ve anlaşılmak için bir kaygıları olmayan grupları daha samimi buluyorum, ne anlattıklarını anlamak istersem onlarla iletişime geçip kendi ağızlarından bana anlatmak istediklerini anlatmaları beni çok mutlu ediyor. Artık sadece anlaşılmak için hissettiklerimi başka bir dilde yazmak istemiyorum, düşüncelerimi bir filtreden geçirip başka bir dile çevirerek anlamlarını ve hissiyatlarını yitirmelerini istemiyorum. Şarkıların ne anlatmak istediğini öğrenmek isteyen insanlar için İngilizce çevirilerini de yayınlamak bahsettiğim kısıtlanma hissinin önüne geçmek için mantıklı geliyor.

Volkan: Bir noktada biraz esrarengiz bulunduk bazı kitleler tarafından evet. Ancak diğer taraftan, screamo’da “kendi dilinde” yazmak, anlatmaya çalıştıklarını bu bağlamda yükseltmek de bu janrda bir kültür. Duygunuzu bazen saf dilinizde bağırmanız gerekir. Çevirerek bu bağlamı bulamazsınız, bazen asla aynısı değildir. Bunun hissiyatı içinde, insan kendi dilinde olduğundan farklı bir yönelime de girmeden, öz dilini eğip bükmeden bazı şeyleri doğal haliyle de aktarması en doğusu olabiliyor.

Kerem: Yaşadığımız topluma yabancılaşmış insanların sesini ortak bir çığlık gibi duyurmaya çalıştığınızı, grubu tek bir kimlik gibi gördüğünüzü ifade eden bir yazı okumuştum internette. Mesela bu yabancılaşmayı standart bir screamo grubu gibi ingilizce sözlerle ifade etseydiniz de aynı duyguyu verebilir miydiniz sizce? Belki de aslında yabancılaştığımız toplumun dilini onun yok etmeye yasaklamaya çalıştığı bir isyan duygusuyla ifade edebiliğinde kişi yabancılaşmayı aşıyor – burada grubu çığlığı atan tek bir kişi gibi düşünüyorum okuduğum yazıdaki gibi – ve o yabancılaşma duygusunu yaratan özneyi afişe etmiş oluyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Arda: İngilizce sözler yazıyor olsaydık yine grubumuzu tek bir kimlik gibi gördüğümüzü ifade edebilirdik diye düşünüyorum, hele ki şarkılarını İngilizce yazan ve kendilerini tek bir kimlikle tanıtan Birds In Row gibi bir örnek de varken. Kendimizi tek bir kimlik gibi görmek bizim için DIY çabalarımızın bir devamı konumunda. Ürettiğimiz her şeyi ortak çabamızla üretip tek bir ağızdan duyurduğumuza inanıyoruz. Hardcore ve türevi karşıt-kültürler hangi dilde yazılırsa yazılsın toplumda genel geçer konumda olan muhafazakar/faşizan değerlerin yutmaya çalıştığı kültürler. Dolayısıyla kendini olduğu yere ait hissetmeyen herkes dünyanın neresinde olursa olsun, hangi dilde konuşuyor olursa olsun veya hissettiklerini nasıl anlatmayı tercih ediyorsa olsun o yabancılaşma duygusunu ve protest tavrını aktarabilecektir diye düşünüyorum. Alt kültürümüzde yer alan öznelerin anlatacak bir şeyi olduktan sonra kalanı yalnızca yol yordam meselesi.

Volkan: Biz kolektif davranışımız içinde muhtemelen benzer tepkilerle benzer görüşü dışavururduk, bunun sadece dille de tam bir tarifi yok, yaratmak istediğimiz dışavurum ve somutlaştırdığımız şeyler net, o açıdan bir fark yaratmayacaktır, sadece ufak nüanslar – insanlar neyi anlamak isterse.

Kerem: Arda’nın sahne konser duyurularında ya da sosyal medya mesajlarında Propagandhi Chris’i andıran bir mizah da görüyorum yer yer. plein de vie’de politik tavır aslında bir katman olarak ‘kemik kıran bir halk’ gibi liriklerde ya da sahnede arkanızda duran no gods no masters afişinde karşımıza çıkıyor ama diğer yandan acımtrak bir mizah da size eşlik ediyor. Yine Arda’nın yaptığını zannettiğim albüm görsellerrinizde de hüzünlü bir ton var. Yeni albümün kapağındaki gülümseme, surattaki makyaj tam olarak yukarıda bahsettiğim acımtrak mizaha da sahip. Tam olarak sıkışıp kalmış kendini ifade etmesi otokontrole kadar açıkça sınırlanmış bir toplumda bu tavırla nasıl tepkiler alıyorsunuz etrafınızdaki dinleyicilerden ve/veya dinleyiciniz olmayan müzik ortamındak insanlardan?

Volkan: Bunu genel kontrastımız gibi ele alabiliriz. Kemik kıran halk / toplum -ya da adı her ne ise – toplumumuzu da şekillendiren olgular diğer taraftan.

Arda: Propagandhi’ye bayılırım! Açıkçası bazen bizimki gibi bir scene’de bile herkesin kendini olması gerekenden çok daha fazla ciddiye aldığını veya maço tavırlara büründüğünü gördükçe elimde olmadan bazı şeyleri tiye alabildiğim oluyor. plein de vie. sözlerinde ise bütün şarkıların politik olduğuna inanıyorum, tıpkı üretilen bütün sanat dallarının politik olduğu gibi. Ne yazık ki bahsettiğiniz o otokontrol duygusu Hardcore gibi insanların özgürce var olabilmesi gereken bir alt kültürde bile oldukça hakim. Hardcore Punk veya Ekstrem Metal scenelerinde “duygusal” olarak görülebilen konsept veya şarkı sözlerinin hiç de politik olmadığına dair görüşleri yıllardır sık sık duyarım: bu bana sadece içselleştirilmiş bir maçoluk gibi hissettiriyor. Kimse anlatmak istediği şeyler için belirli kalıplar altına girmek zorunda olmamalı. Ya da yaşadığımız yerde yaşadığımız politik/ekonomik baskıların bir sonucu olan buhranlar ve yabancılaşma hissi politik sorunlardan ayrı değerlendirilemez. Bizleri hayatımızın her alanında kısıtlayan ve her fırsatta kafalarımıza sopalarla vurmak için bekleyen bir otorite zaten var, bu otoriteye nasıl veya ne hissederek karşı konumlanabileceğimizi söyleyen başka bir “Punk Rock otoritesine” ihtiyacımız olduğunu düşünmüyorum.

Şarkı sözlerindeki politik konseptler daha üstü kapalı gibi dursa da “Ne Tanrı Ne Efendi” yazan bir afişle çıkmak bu konseptleri daha direkt bir hâle getirmemize imkan tanıyor. Bununla birlikte hepimizin geçmişinde ve bugününde fikirlerimizi şekillendiren ve bize ilham olmaya devam eden Disrupt, His Hero Is Gone ve Dystopia gibi gruplar da söylemlerimizi dışavurmak konusunda bizi etkiliyor.

Yeni albümün görselini (ve grubun diğer görsellerini) ben hazırladım – yapabildiğimiz her şeyi kendimizin yapması bize ortaya sunulan sanat ürününün her boyutuna yön verme imkanı sağlıyor. Yapılan müziğin asla kaydedilen bir sesler bütününden ibaret olduğunu düşünmüyorum. Elinizde tutabildiğiniz ve müziğinden görsellerine kadar farklı boyutları üzerinde düşünülmüş olan şey bir grup insanın aylarını verdiği çabasının bir sonucu oluyor ve her grubun (gerçekten ama gerçekten her grubun) bu çabası uzun uzun incelenmeyi ve sindirilmeyi hakediyor.

Albüm görselindeki figür ise Budizm öğretilerinde kendine yer bulan Budai isimli bir keşiş. Japonya ve Çin Budizm’inde bereket, mutluluk, kaygısızlık ve affetmek gibi kavramların bir sembolü olarak kullanılıyor. Albüm görselinde bu figürün bir katran bataklığına gömüldüğü bir kompozisyon yaratmak için uğraştık. Budai’nin simgelediği kavramların ve bu kavramlara inanıp yaşatmaya çalışan insanların diğerlerinin hırslarına yenik düşmesini ve çırpındıkça daha büyük bir kötülük tarafından yutulduğunu resmetmek istedik.

Kerem: Albüm, adını aldığı cümle ile kapanıyor; Akrobatlar Savaşı Yitirdi. Açılıştan kapanıştaki Koloni’ye kadar lirikal devamlılığa baktığımızda şarkıların sadece arka arkaya dizilmediğini bir yolculuğun bizim için dizayn edildiğini görüyoruz. Mesela, Serbest Düşüş ‘gelirler ve geçerler, seçilmeyen bu yüzler’ tiradıyla bittikten sonra Bulantı’da şarkıya ‘seçilmiyor yüzler, saptığım bu sapakta’ diyerek giriyorsunuz. Koloni’de tarif edilen hüzün şarkının sonuna doğru konuyu ‘olsun yeniden deneriz’e getirecekken bir anda ‘akrobatlar savaşı yitirdi’ cümlesi beliriyor. Burada akrobat tam olarak kim; hayatta kalmak için norm’allerin içinde hem saklanmak zorunda kalan, hem de onlara rağmen kendini ifade eden plein de vie’mi yoksa karşısında savaştığı şeyin içinde hapis olmuş, rollerini oynayanlar mı?

Arda: Albümün belirli bir konsept üzerinden ilerlemesi planı daha albüm yazılmaya başlamadan önce belirliydi. Şarkı sözlerini yazarken ise insanların kendi anlamlarını bulması bizler için gerçekten önemliydi, bu nedenle albümdeki sözleri farklı dinleyicilerin çift (hatta taban tabana zıt) anlamlar çıkarabileceği bir şekilde yazmaya çabaladık. Akrobat imgesi benim için baskı ve zulüm içerisinde yaşayan insanların dayanışma gibi değerlere tutunarak kendini çevreleyen bu katran gibi gerçeklikten kopmasını simgeledi. Grup üyeleri olarak hepimiz hayatın farklı alanlarında aktivizm çalışmaları içinde bulunmaya çalışıyoruz ve dayanışmayı hayatının bir ilkesi haline getirmiş, sesi olmayan canlıların dahi sesi olmak için çaba gösteren ve bir baskı düzeninde ay sonunu nasıl getireceğini dahi bilmiyorken yılmak bilmeyen insanları görüyoruz. Bu albüm kısacası işçilerin, hayvanların, mültecilerin ve yeryüzünün özgürlüğünü savunanların mücadelelerini, hezimetlerini ve her şeye rağmen yılmayıp yarın yeniden denemek için gereken gücü kendilerinde bulmalarını anlatıyor.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.