PROMETHEUS’un ateşi çıktı!

1201
0
Paylaş:

Prometheus, tanrıların ateşini çalıp onu insanlara hediye ederken aklında ne vardı? “Tüm iktidar halka”nın geriye dönük izlerinden biri midir ateşin teslimi? Üstyapısal anlamda buna ikna etsek kendimizi, salt ilerlemeci düşüncenin insanı biyolojik, kimyasal ve nükleer kitlesel imha silahlarıyla, üretim ve bölüşüm tarzıyla, doğaya verdiği zararla felaketin ucuna taşıdığı bu dünyanın gittiği yerin hesabını nasıl vereceğiz? E ateşi bizim savaşarak almadığımız, onu bize “idealize edilmiş bir yarı tanrı’nın sunduğu” gerçeğini nasıl göz ardı edeceğiz? Prometheus’a mı kızacağız, Tanrı’lardan özür mü dileyeceğiz yoksa kendi yarattığımız söylencelerle suçu başkalarının üzerine atmaktan vazgeçip evrimin bir sonraki halkasına kadar aklımızı başımıza mı alacağız? Sonuncusu en mantıklısı gibi görünüyor zira bunu yapmayan türler, eğer evrim teorisi doğruysa, doğa tarafından “eleniyor”. Ah, ama belki de çıkış uzaydadır. Bu doğa ile uyum içinde yaşayıp, diğerlerini işgal edip, yok ederek hayatta kalmak mümkündür. Belki de evimizde uslu, dışarıda yaramaz olma vakti gelmiştir. Eğer bu çift karakterliliğe doğa ananın diyecek bir sözü yoksa tabii. Bu şekilde mitolojiyi uyarlayarak yorumlamak herhalde bugün tarihin düşünsel anlamda en kaotik döneminden geçtiğimiz düşünülürse, artık daha da zor. E ben de pek mitoloji ve siyaset uzmanı sayılmam. Ama bildiğim bir şey var, o da Prometheus’un bir titan olduğu… Tanrılarla insanlar arasındaki yönetici elit olarak da günümüze uyarlayabileceğimiz bu kelimenin en eğlenceli yanı çok ufak bir manevra ile tiran kelimesine akraba olabilmesi ( burada fonda gizemli müzik çalacak ).

Film, basitçe bir “Tanrıların Arabaları” uyarlaması aslında, Erich Von Daniken’in yayınlandığında artık arkeologların ve sosyal antropologların medeniyetin ilk kırıntılarının tamamının “fakir güney ve doğu”dan geldiğini kanıtlamasından sonra, Batı merkezli dünyanın “geçmişten intikamı” olarak yorumlanan bu romanı, artık küreselleşen dünyada bir taraf ifade etmiyor nihayetinde. Zira Irak savaşında gördük ki, medeniyetin beşiği bizzat işgalci ABD askerleri tarafından müzeleri soyularak, kadınlarına tecavüz edilerek ve tarihi kalıntıları bombalanarak da “el değiştirebiliyor”. Neyse, kitabın sırf zamanında yarattığı kamplaşma bile insan doğasına dair çok şey söylüyor. Özellikle de aydınlanma toplumunun kurucusu Batı medeniyetinin beşiğinde bir bilim kurgu eserinin tüm görkemini “Tanrısallaştırılmış Uzaylılar”a yaslaması, hem de bunu bir “dökümanter” havasında, “gerçekmişçesine” sunması eleştirilerin doğruluk paynı kanıtlıyor. Ama neyse ki aynı Batı, bilim kurgu yazınında bu sınırlamayı hem space opera tipi eserlerde hem de P.K. Dick gibi bilim kurguyu insan ruhundaki derin yaraları deşmek için kullanan alternatif akımlarda iyice kaldırarak kendini affettiriyor zaten.. O yüzden Daniken’den esinlenen ama onun aksine sorduğu sorularla onu aşmayı becerebilen Prometheus’un girizgahını yapıp çıkalım bu paragraftan; Dünyadaki insan egemen toplumu, “insansı-tanrı”ları andıran, bize çok benzeyen “uzaylılar” kurmuştur, bunu mağaralardaki yazıtlarda rastlanan doğal tuvallerde gören bilim adamları bir davet olarak algıladıkları yıldız haritası eşliğinde yaratıcılara o meşhur soruyu sormak için yola çıkar; “Neden?”.

Filmin en can alıcı repliklerinden biri işte bu soruyu Tanrılara neden sormak istediğimizi öğrenmek isteyen android David ile bilim adamı Charlie arasında geçiyor.. David Tanrılara ulaşmayı neden bu kadar çok istediğimizi soruyor; Charlie, “Onlara “neden?” diye sorabilmek için” diye cevap veriyor. Bunun üzerine David, “O zaman beni ‘neden’ yarattınız?” diye soruyor. Charlie, “Çünkü yaratabiliyorduk” diye cevap veriyor. David’in tüm filmdeki en can alıcı repliği geliyor ardından; “Tanrılarınızın cevabı da bu olsaydı sizin için çok moral bozucu olurdu”.

Film burada bitiyor aslında. Gerisi hikayenin Alien hikayesine bağlanmasının ve bir aksiyon-bilim kurgu fantazyasının eksik halkasının icrasından ibaret. İlk “sci fi thriller” olarak anılan Alien’ın aksine Prometheus, aslında safkan bir bilim kurgu filmi, hani şu devasa koridorların, başka medeniyetlerin ve uçsuz bucaksız uzayda süzülen uzay gemilerinin yer aldıklarından, içinde “korku” unsuru yok pek.. İnsanoğlunun, varlığını olumlamak için tarihi boyunca, nedense hep kendi imajında ama kendisinden daha büyük, daha güçlü bir yaratıcıya ihtiyaç duymasının nedenini sormuyor film. Bu duygunun, ihtiyacın üzerimizdeki etkilerini filmin farklı karakterlerinin bünyesinde inceliyor. Daha doğrusu, onları önümüze diziyor ve onlarla oynuyor. Muhtemelen IMDB’de sekizin altına düşen notunun sebebi de işte seyircinin bu duyguyu çok iyi anlaması ve bundan rahatsız olması. Bir diğer sebebinin ise Alien gibi bir eserin sonradan yaratıcı tarafından yorumlanarak felsefi bir temele oturtulmuş olması bana kalırsa. Safi eğlenceyi arayan bünyeler düşünmek istemiyor, notu kırıveriyor hemen.

Karakterlere bakalım. Bilim kadını Elizabeth Shaw, tam da mesleğiyle ters orantılı şiddette bir inancı, günümüzde hep aranan ama idealize edildiği için hiç ulaşılamayan “iyi insanın” saflığıyla temsil ederken, tüm projenin “finans-babası” Weyland hırsı, gücü, insanın Tanrılara ulaşma değil, onu anlama ve onun yerine geçme arzusunu temsil ediyor. Kızı rolündeki “geminin sorumlusu” Meredith Vickers, asla tatmin edilememiş bir evlat olarak inkarın temsilcisi. İçindeki boşluk, onu evrende de aynı boşluğu aramaya itiyor. Ridley Scott, onu inanç ile doldurmaya niyetli ama aynı zamanda bu boşluktaki kızgınlığı karakteri Tanrılara kurban ederek dindirecek kadar da akıllı. Scott’ın kendi yaşlılığıyla gelen ölüm korkusunun kefaretini Vickers ile ödettiğine şüphe yok bilinçaltında.

Shaw’ın sevgilisi ve “mesleki ortağı” Charlie Holloway’in durumu ise en zoru. Charlie, inanç ve bilim konusunda son derece modern, normal ve mantıklı görüşleri olan bir zamane insanı. Tanrı’ların “madden” ulaşılabilir olmasını tıpkı yeni bir konsol oyunu piyasaya çıkmışçasına normal karşılıyor, bir android’i yaratabilen insanın gücüne güveniyor ama o androidden gelecek şaşırtıcı ve sorular soran cevaplara karşı tamamen hissiz. Yukarıda gördüğünüz gibi, David’i filmin en güzel cümlesiyle geldiği anda “E iyi ki biz seni morali bozulan bir tip olarak üretmemişiz” diyerek başından savıyor. O tam bir “hayatı akışına bırakan”. İnancı ve inançsızlığı düşünmüyor, buna kafa yormuyor. Keşfin kendisini istiyor, arzuladığı için değil, öyle şartlandırıldığı için. Keşfetmenin önemli ve “devam ettirilmesi gereken” birşey olduğunu biliyor, “Pavlov’un moderni” Charlie. Dolayısıyla Scott, bu karakteri bize, seyirciye karşı sopa olarak kullanıyor, bilip de düşünmemenin; bilgi ile donatılıp da şefkat, nefret ya da arzu hissetmemenin, bilinçlenmemenin cezasını; bunları anlayıp da hissedemeyen bir androidin elinden gelen ölüm olarak bize sunuyor. Charlie karakterinin ölümü filmin finalinde karşımıza çıkan Alien modelinden bile daha korkunç aslında. Belki de filmdeki tek korku unsuru.

Bizim gözümüzden bakınca “Tanrılar” olarak görünen ve ilk Alien filminde “Space Jockey” olarak geçen türün bize karşı tavrı da oldukça ilginç. Tanrılar, tıpkı Zeus’un Prometheus’u cezalandırdığı gibi cezalandırıyorlar onlara doğru olan her çabamızı. Biz oraya gitmeden çok uzun zaman önce, bizi yok etmek üzere yola çıkmaya hazırlandıklarını ve tam da bu sırada işlerin kontrolden çıktığını öğreniyoruz. Detaya girmeyelim fakat David, “sahiplerin” gemisindeki kontrol panelini keşfederken şöyle bir cümle sarf ediyor; “Sanırım 2000 yıl önce kötü birşey olmuş”. Bunun Hristiyanlığın doğuşuna gönderme yaptığını düşünen çok. Bu durumda Weyland ve eşrafı, Space Jockey ve eşrafı, SJ’lerin gemisindeki “koca kafa” heykelinin yanındaki kraliçe ve yaratık freskinden eski bir ırk olduğunu anladığımız Alien’lerle beraber elimizde toplam üç farklı tür var. Ortada Tanrı’lar, onların aracıları ve kontrollerinden çıkıp başka Tanrı’lara kaçan köleleri var. Bu, bir anlamda, devlet, onun düzeninin uygulayıcıları ve halk olarak düşündüğümüzde, günümüzdeki toplumsal yapıyı da resmetmiyor mu? Sadece, anladığım kadarıyla, bizim filmimizde henüz kimin hangi rolü oynadığı belli değil. İşte filmin devamı gelirse en çok merak ettiğim bu sorunun cevabı.

Geminin yolculuğu boyunca uyanık kalan ve tüm mürettebatın rüyalarını, insanoğlunun siyasi ve edebi literatürünü sünger gibi emercesine hafızasına alan David’in filmdeki bir başka efsanevi repliği geliyor son anda aklıma. Gezegene inerken başlık takmasına gerek olmadığını söylediğinde – yine – Charlie’ye dönerek şöyle diyor David; “Siz insanlar çevrenizde size benzemeyen, bilinmeyen başka canlılar olduğunda rahatsız oluyorsunuz, sizden biri olduğum duygusu yaratmak için başlığı takmam daha iyi”. Charlie de neredeyse sırf muhabbet olsun diye “Anlıyorum, sizi bu yüzden neredeyse bize yakın tasarlıyorlar” diyor. David’in cevabı her zamanki güleryüzlülüğüyle şu; “Umarım çok yakın değildir”. En azından David, insanın Tanrı korkusunun da, onun yerine geçmek için yapabileceklerinin de çok iyi farkında.

Kısacası karşımızda tüm görkemiyle sorular soran ama cevaplardan daha çok soruların sorulmasıyla ilgilenen dev bir bilim kurgu filmi var ve bu son yıllarda çok sıkça rastladığımız bir durum değil.

[youtube id=”sftuxbvGwiU” width=”620″ height=”360″]

www.prometheus-movie.com

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.