Rain To Rust ile yepyeni albümleri ‘Martyrdom: Eight Exercises’ üzerine lafladık

91
0
Paylaş:
Rain To Rust, bu satırların yazarı için önemli bir grup. Türkiye’de çok az sayıda temsilcisi olan bağımsız müzisyen, şarkıcı-söz yazarı ekolünün post punk sularında yüzen kanadından olan kurucusu Mert Yıldız’ı çok uzun yıllardır tanısam da, önceki projeleri Black Front, Rhythm O ve Dead Man’s Dream’den sonra Rain To Rust’ı, kalan şarkıları paylaşmak için yarattığı bir üstünden yük atma projesi olarak görmüştüm. Fakat ilk albümleri Flowers Of Doubt’ı dinleyince müzikofillerin hemen anlayabileceği o doyumu yaşadığımı fark ettim. Görsel ve işitsel bütünlük sözlerdeki samimiyetle birleşince, hele bir de arşivcinin gizli orgazmı olan, çok az sayıda basılmış çok iyi bir işe sahip olma duygusu kendini ufaktan gösterince, mecbur arşivde tamamlanacak yeni bir diskografi daha eklemiştim hayatıma.
 
İşte bu diskografinin yaratılma sürecinin son halkasında Mert ve Ertan bir araya gelerek Rain To Rust’ı iki kişilik bir gruba çevirdiler ve aşağıda yer alan röportajı yapmamıza sebep olan yeni albümülerini yayınladılar. Aynı zamanda death metal grubu Baseborn’da bas gitar çalan Ertan’ın da katılımıyla artık bir ikiliye dönüşen Rain To Rust’ın yeni albümü  ‘Martyrdom: Eight Exercises’ İsviçre’li SwissDarkNights tarafından yayınlanacak ve sekiz şarkıdan oluşacak. Müzikal anlamda ilk iki albüme göre çok daha deneysel ve bütünlüklü tınlayan şarkıları dinler dinlemez ( ve İsviçre’li firma adını görünce tabii ) plağı çıkacak mı diye merak ettim ve ardından bir dm ile başlayan muhabbet aşağıda okuyacağınız röportaja dönüştü. Mastering’i dikkatli dinleyicilerin Khanate’den hatırlayacağı James Plotkin tarafından yapılan albüm, 28 Ekim günü tüm platformlardan yayınlanacak ve CD olarak basılacak. İlk single ‘Tonight I Will Meet My Friends Who Died Untimely’den şarkıları yazarken yaşadıkları ve hissettiklerine, grubun artık bir ikiliye dönüşmesine kadar tüm detaylar röportajda saklı. Şimdi fona albümün bence en iyi şarkısı olan The Patriot’u ve Mert’in favorisi The Big Dive’ı koyun ve muhabbete dalın. Albümü şu an Spotify ve Bandcamp‘den dinleyebilir, klibi ise YouTube‘dan izlyebiirsiniz
Ufak bir ek, sonuna kadar okumaya devam ederseniz, iyi müzisyenliğin aslında temelde kendini iyi de ifade edebilmek olduğunun birinci elden kanıtlarıyla da karşılaşacaksınız. Özellikle, grubu olup da röportajlara cevap yazan arkadaşlara, ders niteliğinde tavsiye ederim.
 
Lafı uzatmayayım, isimlerini 2024’de çok duyacaksınız ama yine de önden grupla ilgili son gelişmeler için Bandcamp, Spotify ve Instagram sayfalarını mutlaka ziyaret edin.
 

 

Kerem: Mert sen çok ilginç bir geçiş nesline mensupsun, teknolojinin hayatımızda bu kadar belirleyici olmadığı bir çağda büyüdün ve bir anda kendini bambaşka br dünyada orta yaşlara koşarken buldun, senin bize yansıttıklarının dışında da çok yönlü bir sanatçı olduğunu bildiğim için soruyorum, hiç bu arada kalma durumu yüzünden kendinle kimlik çatışması yaşıyor musun, aşırı empatik davranıp yeni çağı anlamaya mı çalışıyorsun yoksa kaçış planları mı daha çok sanatsal üretimini belirliyor? Aynı şehirden iki arkadaş olarak bu yıl Mart ayında gruba katılan Ertan’ın da benzer atmosferde yetiştiğini düşünürsek bu Rain To Rust’ın son haline yansıyor mu?

Mert: Yaşım ilerledikçe giderek daha izole yaşamaya başladım. Covid ile birlikte bu durum tavan yaptı. Sanatsal üretim nezdimde bir çeşit kaçış arzusu ile ilintili. Sanat eserinin seni bulunduğun yerden alıp, kendine ait tonu, dokusu ve rengi olan yeni bir dünyaya kaçırması fikrini seviyorum. Sanatla ilgili uyanışım David Lynch’in Blue Velvet ve Ömer Kavur’un Gizli Yüz filmleri ile oldu. Bu filmleri görene dek bir sanat eserinin seni gerçeklikten koparacak kadar yoğun hisler uyandırabileceğini bilmiyordum. Müzik söz konusu olduğunda fiziksel formatın müziğe ulaşmanın tek yolu olduğu bir dönemde büyüdüğüm için kendimi şanslı hissediyorum. Bu sayede “albüm” dinlemeyi öğrendim. Bir albümü alıp o albümün sunduğu dünyanın içine geçici bir süreliğine kaçabilmek zihnim için uyuşturucu gibi. Yeni çağın benim için tek güzel yanı bilginin kolaylıkla ulaşılabilir olması.

Ertan: İçinde bulunduğumuz atmosfer insanları kolaylıkla içsel krizlere sürükleyebiliyor ve biz de bundan nasibimizi alıyoruz. Fakat bu atmosferin bizi sorduğun soru ekseninde bir çatışmaya sürüklediğini düşünmüyorum. Çünkü ortaya çıkan krizlerin sebebi bugün içinde bulunduğumuz her türden ilişki biçimi. Bu ilişki biçimleri sebebiyle krizlere sürüklenmek için öncesinde farklı türden bir ilişki ağı inşa etmiş olmak ve bu nedenle de bir adaptasyon sorunuyla karşılaşmak gerekmiyor. Sorun şu anki ilişki biçimlerinin işleyiş ilkelerinde.

Kaçış her zaman önemli bir yere sahip olacak benim yaşamımda. İzmit’e dönüp burada olmak ve şu an yaptığım şeyleri yapmak İstanbul’dan kaçışın bir ürünü oldu. Bunu bir ölçüde yeni olandan kaçış olarak da görmek mümkün. Fakat bunu bir çatışma karşısındaki içe kapanış olarak değil, ortaya çıkması muhtemel bir uyuşmazlığa karşı alınmış önlem olarak görüyorum. Çünkü gözlemleyebildiğim kadarıyla ikimizin de ayaklarını bastığı varoluşsal zemin kaygan değil. Bu nedenle yeniyle kurduğumuz ilişki – en azından benim açımdan – onu görmek, bilmek ve sonunda onu bir kenara itmek şeklinde gelişiyor. Bunu yeni karşısında muhafazakar bir tepki olarak değil, var olma halimi korumanın ve bu sayede yapabildiklerimi yapmaya devam etmenin bir yolu olarak görüyorum.

Kerem: Mert, müziğinde ses dışında şiirsel lirikler ve kullandığın görseller de grubun birer parçası gibi, dinleyenlerine hep birleştirildiğinde çözülebilen puzzle’lar sunma peşinde olduğunu düşünüyorum. Flowers Of Doubt’dan yeni albüme doğru yürüdüğün süreçte kurguladığın daha büyük bir resim var mı gerçekten hayat hakkında ya da şarkılarını dinleyen biri böyle bir çıkarımda bulunsa ne düşünürdün?

Mert: Rain To Rust bence bir beste grubu değil, bir albüm grubu. Bunun en iyi göstergesi yeni albümümüz. Elimizde bir konsept vardı, bunda karar kıldık ve ardından 1 haftada albümü yazıp kaydettik. Bu sürece karar vermeden önce elimizde ne beste vardı ne de başka bir şey. Tekil besteler üretmek Rain To Rust söz konusu olduğunda pek ilgi çekici gelmiyor, besteleri daha büyük bir resmin içine oturtamıyorsam genellikle anlamsız buluyorum. Önceki gruplarımda bu böyle değildi fakat orada daha çok prodüksiyon ile ilgileniyordum. Yani Dr. Dre’nin başkalarının albümlerine prodüksiyon yapması ve bunun yanında kendine özgü bütünlüklere sahip solo albümler yapması gibi.

Aslında “Flowers Of Doubt”ın ardından 7 parçalık yeni bir albüm yazmıştım ama sonra sindiremedim ve beklemeye karar verdim. Parçaların önemli bir kısmı hayatımda şahit olmakta olduğum bir sürece işaret ediyordu ve bu süreç henüz tamamlanmamıştı, böylece albüm de tamamlanmadı. Ardından Ertan Rain To Rust’a dahil oldu ve “Martrydom: Eight Exercises”ı yaptık. Yeni albüm (ya da muhtemelen albümler) daha çok “Flowers Of Doubt”ın devamı niteliğinde olacak. Ve muhtemelen bahsettiğim bu tamamlanmış sürecin izlerini taşıyacak.

Kerem: Albümün basın bülteninde yer alan David Lynch alıntısı ‘the art is the talking’i okuyunca yukarıdaki soru aklıma geldi çünkü seninle on onbeş yıl içerisindeki muhabbetlerimizde yazdığın oldukça karanlık film senaryolarını projelerdeki şarkılara yansıtıp yansıtmadığını merak ediyorum. Tam olarak bir filme soundtrack yapıp içine filmle ilgili gemler bırakacak kadar duygusal ve kodlu sözler yazabiliyor olmandan dolayı gelecekte olay bir sinema filmi şeklindeki konsept bir albüme ya da bir film müziğine gider mi diye merak etmiyor değilim.

Mert: En büyük hayalim görsel katmanı da olan bir albüm yapmak. Aslında bunu başkaları yaptı, örneğin Suede. Ve ben de bu tip bir çalışmanın içinde olmayı çok isterim. Albüm denilen şeyi mümkün olduğunca açmak istiyorum.
David Lynch’in sözünü kendi adıma doğru buluyorum. Duygu ve düşüncelerimi başkalarına doğrudan aktaramıyor olmam beni bir şeyler üretmeye zorluyor. Konuşarak kendimi doğru ifade edebilen biri değilim. Bunun yanında liriklerde direkt olarak kendimden bahsetmiyorum çünkü hayatım son derece sıkıcı. Başkalarının üzüntüleri ile gereğinden fazla empati kurma gibi bir özelliğim var, kurbanlardan kaçamıyorum ve yörüngelerine giriyorum. Bu beni yeni insanlar tanımaktan kaçınmaya itecek derecede kötü bir özellik. Liriklerde bunu faydaya çevirmeye çalışıyorum. Başkalarının yaşantılarının bende yarattığı hisleri kelimelere döküyorum. Kendimi başkalarının yerine koyuyorum. Çoğu zaman bunlar “kurbanlar” oluyor. “Martyrdom: Eight Exercises” bunun uç tezahürü.

Sonuçta farklı insanlar olsak da çoğu zaman acı reseptörlerimiz benzer. “Kazananlar” ilgimi çekmiyor çünkü “kazanan” olmak bir illüzyondan ibaret. Ölümden başka kazanan yok. Kral gibi yaşamış olsan da en iyi ihtimalle bir hastane köşesinde birilerinin eline bakarak can vereceksin. Hafızandaki tüm anılar, edindiğin tüm tecrübeler, kazandığın tüm zaferler, geçirdiğin tüm iyi zamanlar, “kazanmak” için attığın bütün kazıklar, tüm bencilliklerin ve açgözlülüklerin, insanlara verdiğin iyi ve kötü her şey toz olacak. Tek kral ölüm.

Kerem: Önceki albümlerinin, hatta tüm projelerinin ürünlerini 20 lla 75 adet arasında limited edition tasarlıyordun ve mutlaka duyururken bir daha aynı versiyonun olmayacağını ilan ediyordun. Hatta bende önceki projelerinden Rhythm*0’nun toplama albümü var ve içinden sadece o kaset için çekilmiş bir polaroid foto bulunuyor. Böyle bir tavrı, ileride albümlerin plak olarak büyük bir firmadan çıkmaya başlasa, sadece bu ilk kopyalara sahip olanlar bilecek ve sahip olacak. Bu fikir, her şeye kolayca ulşabilirliğin sattığı bir çağda oldukça asi bir tavır, senin için ne ifade ediyor, nasıl aklına geldi ve uygulamaya karar verdin anlatır mısın?

Mert: Köken olarak seninle benzer yerlerden geliyoruz, ikimiz de “yeraltı” müziğine bulaşmış insanlarız. “Demo” denilen bir şey olduğunu ilk kez Laneth dergisinde öğrendim. Zarfa koyduğum paralarla demo kasetler almaya da o dönemlerde başladım. Sonra elime flyer’lar geçmeye başladı. Hiç unutamadığım bir anım var, bir arkadaşım bana bir poşet dolusu flyer vermişti, yüzlerce. 16 yaşındaydım. İzmit’te bir parkta oturup tek tek o flyer’ları saatlerce incelemiştim. Dünyanın farklı yerlerinden adını sanını duymadığım bir sürü grup, flyer’lar üzerinde ürettikleri müziğin tasvirleri ve kapaklar. O kasetlerde ve CD’lerde nasıl müzikler olabileceğini uzun uzun hayal etmiştim. Kısacası “yeraltı” denilen şeyi keşfetmek benim için gizli kalmış bir dünyaya adım atmak gibiydi. O günden sonra sadece “yeraltı” müzisyeni olmak istedim. Farklı bir idealim olmadı. Hiçbir zaman “ünlü” olmak istemedim. Müziğimin sadece benim gibi insanlara ulaşmasını istedim.

Evet devir değişti, geride ne flyer kaldı ne de yeraltı. Artık herkes müziğini aynı platformlardan dinletebiliyor. Ama hala aynı etikle müzik üretiyorum. O sınırlı sayıda üretilen şeyleri seviyorum çünkü direkt olarak sanatçının elinden çıkıyor, tabiri caizse onun DNA’sını taşıyor ve gerçekten ilgilenen ve değer veren kişilere ulaşıyor. Kim bilir, günün birinde daha fazla tanınırsak o ürünlere sahip olanlar belki kendilerini mutlu hissederler. Bu bizi de mutlu eder.

Ertan: Bu fikir sanatın katartik bir etkinlik olma özelliğinin tekniğin sanata da hükmettiği bir çağda da korunabilmesini sağlıyor aslında. Teknik her çağda sanata hükmediyordu hiç kuşkusuz; hem bir sanat eserini ortaya çıkartırken kullandığımız araçlar aracılığıyla, hem de sanatçının eseri ortaya çıkartma sürecindeki bilgi ve becerisindeki yeri aracılığıyla teknikle karşılaşıyoruz. Fakat bu sefer işler biraz farklı sanki; çünkü artık teknik eser ve sanatçı arasında bir yer tutmaktan daha geniş bir alana sahip. Bu nedenle de yalnızca sanatın değil aynı zamanda ekonomi-politiğin de konusu haline geliyor mesele. Senin “kolayca ulaşılabilirlik” diye adlandırdığın “müziğin dijital dağıtımı” alışılagelen sanatsal deneyim ilişkisini parçaladı. Müzik birçok bakımdan bir eşlikçi gibi görülüyor, dolayısıyla müziğe buna göre bir model oluşturulup bu doğrultuda bir üretim ve icra alanı açılıyor. Kısacası temel kaygı artık estetik deneyim değil.

Ha, diyeceksin ki “sınırlı sayıda basılmış bir kasetle estetik deneyim arasında nasıl bir ilişki kuruyorsun?”; bu durum birkaç şekilde gerçekleşiyor bana göre: Birincisi ve en önemlisi sınırlı sayıda basılı materyalin sanatçı ve dinleyici arasında kurduğu ilişki. Bu genel olarak basılı materyalin dinleyicide bulunması şeklinde de genişletilebilir fakat sınırlı sayıda basılmış bir şeyin onu edinen kişiyi de sürecin doğrudan bir parçası haline getirdiği söylenebilir. Bu da müziğin eşlikçi olmadığı, sanatçı ve dinleyici arasındaki ilişkide merkezde yer aldığı bir iletişimi kurmak açısından önemli bence. İkincisi ise dinleyicinin bir basılı materyali edinmesi süreci. Eline basılı bir müzik ürünü aldığın zaman bu senin o esere odaklanan bir zamana sahip olduğunu ya da olacağını zımnen beyan etmen anlamına geliyor. Bu daha geniş anlamda tüm plak-kaset-CD satın alımlarını da kapsayan bir durum. Bu iki durumu da birlikte ele aldığımızda, sınırlı sayıda olsun ya da olmasın, bir müzik eserinin fiziki varlığına sahip olmak, tekniğin sanatla teması bu kadar hızlı, kolay ve bir noktada kaçınılmaz şekilde sıradan hale getirdiği bir çağda dahi odağın eserde olduğu bir anlar bütünü yaratmaya olanak tanıyor diye düşünüyorum.

Kerem: Yeni albüm ilk defa senin kendi firman olan Innsmouth’dan değil başka bir firmadan yayınlanacak. Albümün basın bülteninde kapağı detaylı inceleme fırsatı bulunca dikkatimi çekti, bu sefer de görseller ve şarkıların tek tek hikayeleri müzik ile birlikte konsept bir üçlü oluşturuyor. Firma albümü orjinal formatta da basacağı için sormak istiyorum mesela bu versiyonda da paketin içinde gizemli hediyeler ya da albümün senden gelecek ayrı özel bir versiyonu olacak mı? Aslında konuyu asıl getirmek istediğim madem artık firmalarla çalışmaya karar verdin, Mert Yıldız diskografisinin bir kısmının – özellikle bu projenin – önceki albümlerinin plağa basılması gibi bir planın var mı?

Mert: Plak konusundan başlayayım, albüm muhtemelen önümüzdeki sene plak formatında basılacak. Albümün çıkışı sene sonuna denk geldi ve fabrikalar dolu, bu yüzden ertelemek zorunda kaldık. Firmanın basacağı CD’nin içinde ekstra bir şey olmayacak. Ancak albüme bağlı, “Martyrdom: Six Exercises” isimli bir kaset planlıyoruz. Biz albümü aslen 6 parçalık bir EP olarak tasarlamıştık, bu versiyonda o vizyonu yansıtacağız ve ham miksler olacak. Kasette insanların başka bir yerde bulamayacakları kayıtlar bulmaları fikri güzel. Ve 41 kopya olacak çünkü… Kocaelispor. “Flowers Of Doubt” ve uzantısı olan “Stillborn Flowers” ileride tek bir CD’de toplanabilir, “Flowers Of Doubt” plak versiyonu da olabilir ama remaster edilmesi gerekiyor. Vakti zamanında James Plotkin ile çalışmamış olmak bir hataydı.

Kerem: Mert, seni kariyerinin son on yılında hep ya tek ya da iki kişilik projelerle görüyoruz genellikle; ikili olarak çalışmak ile dört beş kişi üretilen grup müziği arasında bu tercihi yapmış olmanın sebebi ne? Çünkü beraber çalıp söylediğimiz Pigs Of The Empire’dan o konuda da rahat olduğunu biliyorum. İkili formatı daha verimli bir format mı yoksa acaba sen de artık grup ruhu dediğimiz mevzunun müzik türlerinin çoğunda artık başarılı olmayan bir format olduğunu mu düşünüyorsun? Yeni albümle artık bir ikili olarak anılmaya başlayacaksınız ve oldukça deneysel bir albüm ile olacak bu, Ertan bu konuda en nasıl hissediyorsun Rain To Rust’ın bu versiyonu ile ilgili olarak?

Mert: Gruptaki yaratım sürecinin küçük bir ekip tarafından üstlenilmesi çoğu zaman işleri hızlandırıyor. Bunun çok sayıda klasik örneği var. Mick Jagger / Keith Richards ya da Lennon / McCarthy gibi. Hatta Depeche Mode’un güzel zamanlarındaki Martin Gore / Alan Wilder işbirliği de sayılabilir. The Who söz konusu olduğunda yaratıcı beyin Pete Townshend, yani tek bir kişi. Sonuçta ortada yine gruplar var. Depeche Mode Dave Gahan’ın sesi olmadan Depeche Mode olamazdı. Charlie Watts olmasaydı Rolling Stones’un sound’u bambaşka olurdu. Keith Moon’suz bir The Who düşünülemez.

Bahsettiğin projelerin işleyiş olarak bu gruplardan tek farkı elimizin altında bir stüdyo olması. Yani büyük bir kadroya ihtiyaç duymadan ortaya bir şeyler çıkarabilmemiz. Diğer bir deyişle Godflesh ya da Big Black gibi isimlerin izinden gidiyoruz.

Pigs Of The Empire’a gelirsek.. Geçmişte çok fazla hata yaptığımı düşünüyorum, sadece kendi enstrümanıma yani gitara odaklanmam gerekirken işin bütününe bakmayı tercih ediyordum. Ve açıkçası bir grupta “sadece” gitarist olmayı özlüyorum.

Ertan: Rain To Rust öncesinde dahil olduğum işlerin tamamı farklı metal türlerine yoğunlaşan gruplardı ve üye sayıları da o doğrultuda şekilleniyordu. Buralarda fark ettiğim şey bu grupların üretim hali ile performans hali arasındaki uçurum oldu. Eğer benzer üretim bakımından benzer frekanslar açığa çıkmazsa verimli bir ürün üretmek zor oluyor ve genellikle de süreç böyle işliyor. Bu uyuşmazlıkların ortaya çıkmasının pek çok yaşamsal sebebi de var tabii fakat bunun önüne geçmek için en azından üretici mekanizmanın optimizasyonu kaçınılmaz hale geliyor. Rain To Rust’ın gruba girişimden önceki işlerini ve Mert’in başta Black Front olmak üzere diğer birçok işini de dinleyici olarak takip ettim uzunca bir süre. Dolayısıyla o an kafasında ne olduğunu ve işin nereye evrileceğini kestirebiliyorum. Bu yüzden de üretici işleyişe dair bahsettiğin muhtemel sorunlara alan açmayacak şekilde üretim sürecine katkı vermek ve onu hem işitsel hem de görsel anlamda geliştirmek üzere mevzuya dahil olduğumu söyleyebilirim.

Kerem: Özellikle The Patriot’u dinlerken vokallerini artık daha da geliştirdiğini ve özellikle albümün konsepti nedeniyle donuk bir vokal tercih etmiş olsan da yer yer bazı şarkılarda çok daha rahat olduğunu görüyorum. Burada artık Rain To Rust’da vokal işini tamamen geri almaya karar vermenin de bir etkisi var mı? Benim kafamda Rhythm O’nun saf çiğ akustik hissi ile Dead Man’s Dream’in popa olan ilgisinin tam ortasında, sanki bir dengeyi bulmuşsun da, özellikle vokaller dahil tüm üretimde çok daha özgür, dahat rahatsınmış geliyor ne dersin?

Mert: İlk Rain To Rust albümünde Dead Man’s Dream’den kalma bir şeyler vardı ve bu muhtemelen vokal bölümlerine de yansıyordu. Bu albümde yeni bir dil bulmak istedik ve parçaları çok basit unsurlar üzerine kurduk. Bazen bir davul ritmi, bazen bir bas riffi, bazen de bir klavye motifi yarattık ve parçaları döngüsel hale getirdiğimiz bu elementler üzerine inşa ettik. Bir çeşit “call and response” yöntemiydi. Bu yüzden her parçada farklı bir vokal yapısı var. Hatta bir parçada Dahakara’dan Özüm, bir diğerinde de N.L.P.’den Matt vokal yaptı. Onların seslerinin bu parçalara hissiyat olarak daha fazla yakışacağını düşündüm. Önceden planlanmış şeyler değildi, akış esnasında ortaya çıktı.

Bu albüm hakkında ne düşünmem gerektiğini bilmiyorum, albümün nereden geldiğini de bilmiyorum. Albüm bir düşünce sürecinden ziyade duygusal tepkiler üzerine örülü. Bu albüm bizim için önemli bir deneyim oldu ve asıl getirisini sonraki albümlerde göreceğimizi düşünüyorum.

Kerem: Hazır The Patriot ile başlamışken devam edelim, şarkının özellikle nakaratı ve yürüyüşü en dans müziğine yakın olan parça olarak görüyoruz kendisini ama ilk single Tonight I Will Meet My Friends ile Lettercrack Penal Colony’de endüstriyel bir disiplin var; biri tekrar eden tren sesi diğeri de bir işkence aletini taklit eden ritmik bir yapıyla örülmüş. Bu üç şarkıdan ikisini Ertan ile beraber yazdığınızı görüyoruz, buradan RTR’ın geleceğine doğru bir yürüyüş görüyor olabilir miyiz artık bir ikili olduğunuza göre?

Mert: “Martyrdom: Eight Exercises” spesifik metotlar ile oluşturuldu. Örneğin “Letterfrack Penal Colony” Ertan’ın kayıt esnasında yazdığı bir riff üzerine kurulu. Elimizde bir riff ve Peter Tyrrell’in hayat öyküsü vardı. Bu ikisi parçadaki diğer elementleri dikte etti. Albümün ismindeki “egzersiz” kelimesi buradan geliyor. Başka bir müzisyen aynı elementlere farklı şekilde tepki verip bambaşka kompozisyonlar çıkarabilirdi. Sonraki albüm ya da albümlerde aynı yolu izler miyiz bilmiyorum ancak bu parçalarda yakaladığımız çiğ hissiyatın çalışmalarımıza bir şekilde yansıyacağını düşünüyorum.

Ertan: Biz ilk kez oturup sohbet ettiğimizde hem müzik zevklerimiz bakımından hem de müzik ve genel olarak sanatla kurduğumuz ilişki bakımından ortaya enteresan bir ortaklığın çıktığını gördüm. Bu albüm Rain To Rust’ın önceki işlerinden çok farklı bir yerde duruyor ilk bakışta; fakat bana göre bu albümde açığa çıkan ruh Rain To Rust’ın içinde her zaman vardı. Dolayısıyla bu albümü Rain To Rust diskografisi içinde bir sapma ya da kopuş olarak görmektense bu gruptan zaten çıkması muhtemel olan bir ürünün dışavurumu olarak görmeyi daha sağlıklı buluyorum.

Kerem: Her üç şarkıda da müziğin tarzının o şarkıda intiharı anlatılan sanatçının intihar biçimi ile ilgili olduğunu görüyoruz. Fakat bunlardan farklı olarak Tonight I Will Meet’de iki cümle ile ( I hear Mr. Borland call my name “On a rainy afternoon, come join me”) kendini de hikayenin içine katarak üçüncü bir persona yaratıyorsun; hikayeci intiharcı ile intihar aracını simgelerken sen arada beliriveriyorsun. Bu kurguyu nasıl ve neden hazırladın ve özellikle bu kurgu bilinci yüzünden mi albümde şarkıları ‘8 adet egzersiz’ olarak belirttin?

Mert: “Tonight I Will Meet My Friends Who Died Untimely” albümden önce yazıldı ve aslında albüme yol açtı. Parça gördüğüm bir rüya ile ilgili. Rüyamda İzmit tren garından gecenin sadece belirli bir saatinde kalkan bir tren vardı. Tren seni zamansız ölen arkadaşlarınla görüşebileceğin bir yere götürüyormuş. Gittiğim yerde Adrian Borland, Chris Cornell, Peter Steele ve benzeri bir sürü kişiyi görüp sarılıyordum. Uyanınca parçanın davul ritmini yazdım. Lirikler daha sonra geldi ve yazarken Adrian Borland’ı düşünüyordum. Sanatçıların geride bıraktıkları eserler sayesinde bizimle konuşabilmeleri, yaşadıklarını, tecrübelerini ve hislerini hala aktarabiliyor olmaları büyük bir armağan. Aklıma Cenk Taner’in sözleri geliyor. “En iyi dostlarımız ölülerdi nedense, insanlar ki çoğu anlamaz sözden”. Dediğim gibi kendimi konuşarak ifade etmekte zorlanan biriyim, bunun getirisi olan yalnızlığı hiç tanımadığım sanatçıların anlattıklarını dinleyerek giderebilmek benim için hayat kurtarıcı olabiliyor.

Kerem: The Big Dive aslında yine bir intiharla ilgili olsa da aynı zamanda bir aşk şarkısı. Burada artık diğer şarkılardan farklı olarak arada bir senin yerine şarkılarda konuşan anlatıcının da tamamen ortadan kalktığını görüyoruz. Sadece senin ağzından intiharı gerçekleştiren kişinin davetini dinliyoruz. Burada histen çok bir tasvir olduğunu anlıyorum. Bunun sebebi Dazai’nin hayata olan ilgisini kaybetmiş halini sunmak mı yoksa senin aşk kavramına hayatta bugün geldiğin noktada nerede olduğun mu? bundan bahsetmek ister misin? Aşık olduğumuzda aslında içimizdeki arayışın sona ermesini huzuru bulmayı mı umuyoruz ve bu olmayınca ölüme mi sığınıyoruz?

Mert: Dazai sevgilisi ile birlikte nehre atlayarak intihar etmiş. Bu hikayede kafamı meşgul eden soru hep şu oldu: “Fikir hangisinden çıktı?” Hayatına kendi ellerinle son vermek ciddi bir karar. Bir insanı ölüme seninle birlikte yürümeye nasıl ikna edebilirsin? Osamu Dazai’nin öyküsünde bunun cevabını asla öğrenemeyeceğiz ama benim kafamdaki versiyonda Dazai sevgilisini “aşk” ile manipüle ediyor. Belki böyleydi, belki değildi, kim bilir? Neden aklıma bunun geldiğini bilmiyorum, belki sayısız kez manipüle edilmiş olduğum için böyle olmuş olabileceğini düşünüyorumdur.
Aşk hayale kapılıp kendini senin için farklı bir varoluş olabileceğine inandırmaktan ibaret. Bir çeşit uyuşturucu. Sorduğun soru aklıma Philip K. Dick’in “’Aksın Gözyaşlarım’ Dedi Polis” romanındaki şu kısmı getirdi ve sanırım konuyu özetliyor:
“Üzüntü kendini terk etmene sebep olur. Üzerine geçirdiğin o dar posttan kurtulmana. Ve eğer daha önce aşık olmadıysan üzüntü hissedemezsin – üzüntü aşkın meyvesidir çünkü aşk yitmiştir. Bu aşk döngüsünün tamamlanışıdır: Aşık olmak, kaybetmek, üzülmek, bırakmak ve sonra tekrar aşık olmak. Üzüntü yalnızlığa mahkumiyetin farkındalığıdır, yani yaşayan her varlığın kaçınılmaz kaderinin yalnızlık oluşunun. İşte ölüm budur, bu büyük yalnızlık.”

Bu arada “The Big Dive” albümde en sevdiğim parça.

Kerem: Mert, şarkılar için seçtiğin isimler arasında Mayhem vokalisti Dead’de var, şarkının sözlerindeki karanlık orman tasvirlerine giderken ‘Blue light secrets that they keep’ cümlesine yakışır şekilde hipnotik bir akışla başlıyor şarkı ve lirikler tamamen onun iç dünyasını iddiasızca ama sanki oradaymış gibi yansıtıyor. Bu konu ile ilgili bir kitap projesinde de yer aldığın için özellikle sormak istiyorum, Dissection, Mayhem, The Devil’s Blood gibi gruplardaki intihar olaylarına bakınca motifin özellikle ABD’li müzisyenlerinkinden tamamen farklı olduğu görünüyor ilk bakışta hatta türün fanları tarafından bu daha üstün bir konum olarak görülebiliyor Kurt Cobain ya da Chris Cornell’in intiharlarının yanında. Bir müzisyen dışında eski bir heavy metal yazarısın da aynı zamanda, sen bu konuda ne düşünyorsun?

Mert: Dead’i Ertan önerdi, Mayhem üzerine bir kitap derlemiş olmama rağmen nedense aklımdan çıkmıştı. Bu parça da söz konusu kitabı hazırlarken gördüğüm bir rüyayla ilgili. Rüyada Dead ile kır gibi bir yerde karşılaşıyorduk, sonra grubun yaşadığı eve gidip kaldığı odaya çıkıyorduk. Odaya çıktığımızda garip bir makine sesi ile beyaz gürültü olarak tabir edebileceğim bir ses duyuyordum. Bu seslerin nereden geldiğini sorduğumda gülümseyerek üst katta kalan komşuların konuşma sesleri olduğunu ve orada isimleri Ölüm ve Uyku olan iki kardeşin kaldığını söylüyordu. Sonra kulağını duvara yaslayıp dinlemeye koyuluyor ve benim de aynısını yapmamı söylüyordu. Merakla kulağımı duvara yaslıyordum ama beyaz gürültü ve makine sesi dışında bir şey duyamıyordum. Dead ise pür dikkat gelen sesleri dinliyordu, belli ki duyduğu şeyi anlıyordu. Sonrasında içinde bulunduğumuz evin üst katı olmadığını hatırladım, sesler giderek yükseldi, hava kararmaya başladı, ürktüm ve uyandım. Bu parçadaki gitar bölümlerini yazarken o makinenin sesini düşündüm.

Ertan: Ölüm enteresan bir olgu. İnsan hayat boyunca ölüme karşı sürekli farklı cephelerde savaşıyor. Sanat ve bilim insanın ölümle girdiği tekil çatışmalarda galibiyet sağlıyor fakat günün sonunda hikaye ölümün galibiyetiyle sonlanıyor. Yaptığın ayrımdan hareketle intiharı da bu savaşın içinde iki farklı konumda ele alabileceğimizi düşünüyorum. Bu iki konum da insanın hayatla kurduğu ilişkiye bağlı olarak şekilleniyor. Birinde hayattan ve onun zorluklarından nihai kaçış olarak orada dururken diğerinde adına hayat dediğimiz bu ölüme karşı savaşta kesin bir zafer olarak kabul ediliyor. İntihar ya da ölüm övgüsünden hoşlanmam ve insanın birincil yaşamsal ödevinin hayatı anlamlı kılacak bir yaşantı kurması olduğunu düşünürüm; fakat insanın ölümün elinden birçok silahını kalıcı olarak aldığı bu çağda intiharın, ölümün elinde bize karşı kalan tek silahı olan korkuyu da ondan alacak şekilde bir motivasyonla gerçekleşmesinin ölümü de beraberinde yok eden bir zafer olarak görülmesi anlaşılabilir geliyor kulağa. Bahsettiğin fanların bazı intiharları diğerinden üstün tutmasını da buna bağlıyorum.

Kerem: Her ikiniz de bildiğim kadarıyla ekstrem heavy metal’in farklı türleriyle müziğe başladınız ve daha sonra farklı türlerde kendinizi geliştirmeye çalıştınız. Aynı şekilde sizinle benzer yollardan post punk’a doğru deneysel sulara girmiş eski grupları da dikkate alınca sıradışı bir isim listesi çıkıyor karşımıza; Tears Of Beggar Volkan’ın She Past Away’i; Deathroom Hakan’ın Neoplast ve Art Diktatör’ü. Sizin bu müzikal yolculuğunuz nasıl gerçekleşti. Zaten karanık duyguların müziğinden daha karanlık duygulara geçiş nasıl oldu?

Mert: Post-Punk’ı 1992’de The Cure’un “Wish” albümü ile keşfettim ve sonrasında dinlemeyi hiç bırakmadım. Tıpkı Volkan gibi benim de ilk bulaştığım tür Doom Metal. Hissiyat anlamında müziğimizin Doom Metal’den çok da uzak olduğunu düşünmüyorum. Sadece kullanılan dil farklı o kadar.

Ertan: Ya benim açımdan süreç biraz enteresan gelişti. Abimin klasik türk müziğiyle profesyonel olarak uğraşması sebebiyle hayatımın ilk 8-10 senesinin bu türde eserler ve enstrümanlar görmekle geçtiğini söyleyebilirim. Sonrasında rock & metal grupları hayatıma dahil oldular fakat metal dışına açılan bir kanal her zaman var oldu. 2010 yılına kadar bir thrash metal grubunda bas gitar çaldım, sonrasında yine o gruptan bir arkadaşımla birlikte şu an halen üyesi olduğum melodik death metal grubu Baseborn’a dahil oldum. Baseborn’la şimdiye kadar Damnation (2018) ve In Perpetual Motion (2020) adlı iki EP ve The Violent Transpose (2023) adlı bir single yayınladık. Ama tüm bunları yaparken dinlediğim müzisyenlerin büyük bir kısmının 90’lar Nu-Metal evrenine ait olduğunu da söylemem gerekli. Bunun dışında George Clinton’dan Deicide’a kadar geniş bir yelpazede müzikleri sürekli takip ediyorum. Az önce bahsettiğim o açık kanalın varlığı Baseborn’u besleyen kanalların dışında bir müzikal atmosferi de her zaman canlı tuttu. Belki kulağa enteresan gelebilir fakat beni müzikal bakımdan Rain To Rust’a götüren yolun başladığı yer 90’larda üretilen pop müziğin de temelinde yatan, gitar müziği dışında farklı bir zihin şemasına da kapı açan bestecilik anlayışıdır. Sanatı bir ifade biçimi olarak gördüğümüzde bazı ifade biçimlerinin farklı sanatsal kanallar açabilme olanağı ortaya çıkıyor. Bu nedenle Rain To Rust’ı yeni bir sayfa ya da yeni bir aşama olarak değil fakat zaten açık olan bir müzikal yolda ilerlemek olarak görüyorum.

Karanlık meselesine gelince, türler değiştikçe karanlığı dışa vurma biçimleri de değişiyor elbette. Ama Baseborn – Rain To Rust özelinde şunu söyleyebilirim ki benim karanlık arayışım bakımından bir değişiklik olmadı. Bir kıyaslama yaptığım zaman Rain To Rust’ta yaptığımız şeyi bir extreme metal işinden daha karanlık ve rahatsız edici kılanın üretici motivasyonu harekete geçiren konu başlıkları olduğunu söyleyebilirim. Müzikal kalıpların dışına taşan, geceleri uykularımızın kaçmasına sebep olan, aynaya her baktığımızda karşı karşıya kaldığımız şeylerle ilgili… Kurgusal olandan ayırt eden de bu zaten.

Kerem: Türkiye’de dünyadaki retro furyasının eski soundları samplelar olarak ortaya saçması sonunu özellikle ortadoğu etkili, 70’ler psikedelik soundundan synth pop’a kadar etkiler taşıyan, post punk’tan etkilenerek müzik yapan ve yerli fesivallere kadar belli bir kesim tarafından dinlenen, çok daha pop yapıda gruplar da çıktı on yılda. Hiç eliniz türkçe şarkı yapmaya gidiyor mu? Denediniz mi ya da daha açık sorayım?

Ertan: Ben bir “furya” ve “entertainment” aracı olarak Retro mevzusuna biraz mesafeliyim. Bunun yanında Türkçe kullanarak şimdiye kadar yapabildiğim en zor şey tez yazmak oldu, o yüzden söz yazmak beni aşıyor açıkçası. Burada lafı patrona bırakmakta yarar var :)
Mert: “Genç Ölüm” isimli bir Türkçe parçamız var ve henüz kaydetmedik. İngilizce lirik yazmak benim için daha kolay. En azından şimdilik. Rain To Rust’ta tekerleği baştan icat etmeye çalışmıyoruz, etkilenim kaynaklarımız her ne kadar çeşitli olsa da son derece belirli. Kullandığımız gitar efektlerinden davul tonlarına dek estetik bir bütünlüğün ya da dilin parçası. Belki bu zamanla değişir. Kim bilir, belki günün birinde söze bile ihtiyaç duymayız.
Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.