“EĞER BOK MÜZİK OLSAYDI, SEN BANDO TAKIMI OLURDUN.”: Scott Walker’ın Eşsiz Kariyeri – Bölüm 1

Paylaş:

…O günden sonra her gece Zann’ı dinledim, ve her ne kadar uyku uyumamı engellese de, müziğindeki tekinsizliğin büyüsüne kapılıyor, etkisinden çıkamıyordum.

– The Music Of Erich Zann, H.P. Lovecraft

ERICH-ZANN

(Not: Aşağıdaki bölümü okumadan direkt olarak birinci bölüme geçebilirsiniz, yazıya herhangi bir etkisi yok – okuyup da “bu ne lan” demeyin.)

 

(Okumak istiyorsanız, alttaki + işaretine tıklayın)

KÜÇÜKŞEHİRDE İKİ HIRBO (REMEMBERING KIVANÇ BİLGİN)

forget

Kıvanç Bilgin isimli şahıs ile arkadaşlığım çok eskilere, ortaokul zamanlarıma dayanıyor. Kendini popüler zanneden oysa sevimli bir “misfit” olan bu herif ile hiçbir zaman “en iyi arkadaş” olmamışızdır. Ancak inanılmaz hır gür içinde, her gün kapışma içeren bir dostluğumuz olmuş olduğu da gerçektir. Sıra arkadaşıydık neticede.

Bu hır gürün iki sebebi vardır. Birincisi, ben berbat ve insanları alaya almayı çok seven bir herif olduğumdan, Kıvanç ile acayip uğraşmam, ortamı neşelendirmek için heriften durmadan malzeme çıkarmam ve de kendisini şaka malzemesi haline getirmemdir.

Type-O-Negative

Bu biraz merhum Peter Steele’ın aşırı komik bir herif olmasının sebebi ile benzeşir. Şöyle ki, Peter Steele (bildiğiniz gibi 2 metre boyundaydı merhum) çocukken yaşıtlarından çok daha uzun olduğundan kendinden yaşça büyük çocukların kabadayılıklarına ve zorbalıklarına maruz kalıyor. Her ne kadar boyu kendinden büyükler ile aynı da olsa, fiziksel olarak onlar kadar gelişmiş olmadığından durmadan eziliyor ve dayak yiyor. Peter Steele sonra bu heriflerin zorbalıklarından kurtulmanın tek yolunun onlarla bir olup, kendisiyle alay etmesi olduğunu anlıyor. O günden sonra Peter Steele sürekli (kronik biçimde) kendini küçümsemeye, alay etmeye falan başlıyor. Elemanları öyle bir güldürüyor ve tatmin ediyor ki onu dövmeyi bırakıyorlar. Steele’i yerin dibine batırma görevini artık bizzat Steele’in kendisi üstlenmiş oluyor.

Peter-and-Joey

Peter Steele yetişmiş, yarma gibi bir herif olmuş, tüm zamanların en karizmatik Rock frontman’i olup Playgirl’e falan kapak olmuş olsa da, o günlerde yaşadıklarının etkisini asla üzerinden atamamıştır. Öldüğü güne dek kendinden nefret edip zarar vermiş, temel yapı taşı kendisiyle kafa bulmak olan espri anlayışını stand-up seviyesine getirmiştir. Huzur içinde uyusun.

Neyse lafı uzatmayayım, ben de annemin sözünü dinlemeyip süt içmediğim, yumurta ve et falan hiç yemediğim için çelimsiz bir çocuk olduğumdan belirli bir yaş dönemimde benzer muamelelere maruz kaldım. Doğru orantıyla benzer bir huy edindim. Bu huydan tabii ki Kıvanç Bilgin de nasibini aldı zira ben Kıvanç’la uğraşıp onu yem olarak insanların önüne attıkça, insanların benimle uğraşma ihtimalleri azalıyordu. Bu sebepten dolayı kendisine geç de olsa bir “kusura bakma kanka!” borcum olduğunu düşünüyorum… Ama diğer yandan da beni delirtiyordu manyak herif?!

Kıvanç ile ortak yönümüz, müzik konusunda beynimizde otistiklik seviyesinde bilgi taşıyan ve durmadan oraya bilgi kazıyan insanlar olmamız idi. 17 yaşımızda (daha ortada wikipedia bilmem ne yok) beynimiz müzik ansiklopedisi halindeydi. Ancak herif “Bono süper bir insan”, “U2’nun en iyi albümü Zooropa”, “sen asla Radiohead – Creep kadar iyi bir beste yazamazsın” (haklı), “The Edge kesinlikle Metal gitaristlerinden daha iyi”, “Iron Maiden Metal değil, Progresif Rok” gibi savları ile beni delirtiyor, aksini kanıtlamak için uyguladığım tüm çabalara karşı nuh deyip peygamber demiyor, beni çıldırtıyordu. İntikamım da sınıfta tahtaya Kıvanç’ın aynı anda hem köpek, hem de eşek ile halvet halinde olduğu resimlerini çizmek falan şeklinde oluyordu. Gerisi malum.

Neyse, Üniversite sınavından sonra ayrı şehirlere düştük ve 2 sene falan hiç konuşmadık (küsmüştü bana, kim bilir gene ne haltlar yemiştim, nheheh.) Sonra bu bir ara geldi e-mail attı . Hayat bana ceza vermiş, bu herifi de mükafatlandırmıştı: Ben “küçükşehirde” kalıp şiddete meyilli, arıza bir varlık olmuşken (bkz. Erdem Çapar ve “banka camını yumruk ile indirme” macerası), bu herif Ankara’ya yerleşmiş, eski “küçükşehir nerd’ü” olmaktan terfi edip ortam çocuğu olmuş, SEKİS hayatı peşinde koşmaktaydı. Sen Taxi Driver modunda milletle kapışıp gecenin üçünde ekmek bıçağıyla sokakta dolaşırken herif WOMANIZING yapsın… Sen misin herifle uğraşan, yarabbi ahireti beklemeden çıkarıyor acısını işte böyle.

picture-1

Lisedeyken ben bu herifin dinlediklerine ek olarak tabii ki Metal ve türevlerini dinliyordum. Bu herif de büyük şehre göçünce ilgili olduğu ALTARNATİF, İNDİ, BİRİT, ALANTRONİK, AVAMGARD, HAŞHAŞÇI MÜZİĞİ gibi türlerde uzman kesilmişti. Ben herifi Metalci yapamadım -ALTARNATİF müzik dinleyicilerinin Metalden korkması sendromunu bir türlü atlatamadı- ancak o bana bir sürü grup kazandırdı. Yani faydasını gören gene ben oldum anasını satiym. Sayayım hatta, 1999 ve 2000 seneleri itibariyle kendisinden Low, Tortoise, Ride, Slint, Godspeed You! Black Emperor, Mogwai gibi zilyon tane grubu öğrenerek müzikal çehremi genişlettim. Ben de herife “la olm, bak Metalde de değişik gruplar var, aslında dinlesen seversin” falan diyip Earth, Khanate, ne bliym Sleep falan dinletmeye çalıştım, olmadı. Çok sonra gelmiş bana diyor ki “Bu Boris baya iyiymiş yaw.” E sana söyledik zamanında da Pitchfork değiliz ki sözümüzü dinletelim!

Ama bu herifin bana yaptığı en büyük katkı (U2’dan nefret etmemi sağlaması dışında – ki ilk U2 kasetini ben vermiştim), beni Scott Walker ile tanıştırmış olmasıdır. O dönem Metal fanzinleri dışında hiçbir şey okumadığımdan Uncut, Mojo gibi dergiler ile Pulp, Radiohead gibi grupların yürütmekte olduğu Scott Walker “hype”ından haberim yoktu. Ne zaman ki bu herif “Tilt” albümünü çekip verdi, dünyam değişti. “Ekstrem Müzik”in tanımı beynimde Burning Witch, Khanate, Sunn 0))), disembowelment gibi isimlerden ibaretken, öküz gibi distortion ve yoğun brutal vokal kullanılmadan da ekstrem olunabileceğini (hatta daha bile ekstrem olunabileceğini) öğrendim. Zaten bu Scott Walker denilen şerefsizin kariyerini inceledikçe de hayatım kaydı, ona da değineceğim.

Neyse, bu giriş faslı bir nevi bu uzun zamandır görmediğim (ki oturduğum apartmanın karşı sırasında oturuyor,) bir dönem Lull’da yazmış, beraber dergi çıkarmış, webzine yapmış olduğum, akabinde Bob Dylan kitabı yazmış, şimdilerde ise muhtemelen bir dinleyici olarak bile emekliye ayrılmış olan bu manyak beyne bir teşekkür, bir de gecikmiş bir “gusra galma” yazısıdır. Aşağıdaki Scott Walker incelemesi ile bir alakası yoktur. Hani demiştim ya bu Ankara’ya geçip ben İzmit’te kalınca cezamı çektim diye. Artık bu herif de Ankara’da ne gibi günahlar işlediyse üniversite bitince iş tersine döndü, onun Ankara’daki rolünün bir benzerini ben devralırken bu da okulu uzattıkça uzatıp küçükşehre dönüş gerçekleştirdi, sonra da kendini işe güce verdi, kayboldu gitti. Tabii bazı şeyler değişmedi, kötülüklerim devam etti ama farklı şekillerde. Bunu sarhoş halde İzmit sokaklarında bırakmam, “kısa film çekiyorum kanka, başrolde sen varsın” deyip, bunun gözüne bıçak sapladığı -son derece tehlikeli- bir sahne için 20 tekrar almam (o filmin görüntülerini de kazara sildim, kalan bir iki kareden biri aşağıda,) bir dönem çevresindeki bazı insanlarla haşır-neşir olup bunu arada bırakmam gibi.

cutout

Umarım kıçını kaldırır da sahalara geri döner it herif. Neyse şimdi konumuza gelebiliriz.

1. IT’S RAINING TODAY

1984 senesinin ilk ayları. Londura’nın doğusunda, Upton Park civarlarındayız. Akşamüstünün bitim saatleri, henüz gökyüzü kararmamış ancak rengi ölü gibi soluk. Sağanak bir yağmur kaldırımları parlatırken keskin ve soğuk bir rüzgar paltosuna sarınmış yürüyen 24 yaşındaki uzun boylu genç adamın yakasından içeri sızıyor. Peter Walsh isimli bu genç, uzun yıllar ses teknisyenliği yaparak kökten yetiştiği müzik sektöründe daha yeni yeni prodüktörlüğe adım atmış. Stevie Wonder, The Boomtown Rats, Spandau Ballets gibilerinin albüm kayıtlarında adeta amelelik yaparak yontulmuş olan bu genç adam, Heaven 17 ve Simple Minds albümlerinin prodüktörlüğünü yaparak “modern”, bol reverb’lü Sound’un önemli isimlerinden biri haline gelmiş kısa zamanda. Son olarak Peter Gabriel tarafından keşfedilmiş ve “Plays Live” adını taşıyan konser albümünün derlenip toparlanması ve her türlü pisliğinin temizlenmesi görevinin altından bileğinin hakkıyla kalkmış. Kapşonu ile örttüğü başı önüne eğik, bir yandan da kendisine verilen adresi arıyor. Burası bir pub. Ziyaret sebebi de bir iş görüşmesi.

scott-walker

Bu iş için neden kendisinin seçilmiş olabileceğini düşünüyor yürürken. Zira görüşeceği sanatçı, 60’lı yılların en önemli “boy band”lerinden birinin solisti. “Lanet olsun” diyor içinden, “alkolden beyin hücrelerinin yarısı ziyan olmuş, kendini hala büyük bir yıldız sanan, saçma sapan bir herif, benden kendisini update etmemi isteyecek… ve arkasında kim olursa olsun, kabul etmeyeceğim. Ne işim var o zaman benim burada? Evimde vakit geçirmek varken, yağmur altında neden bu mahalle arası pub’ını arıyorum?”

Aslında sorunun cevabını kendisi de gayet iyi biliyor: Merak. Zira görüşeceği kişi, bir dönem The Walker Brothers’ın bariton sesli, yakışıklı solisti olarak genç kızlarınhayallerini süslemiş, sonradan adeta ortadan kaybolmuş, inzivaya çekilmiş bir pop ikonu. Scott Walker. Artık hayatta olduğuna bile inanılmayan, bazıları tarafından tımarhaneye atıldığı, bazıları tarafından ise çok zengin bir iş adamı olup müziği bıraktığı söylenen o meşhur muamma. İşte bu merak yüzünden gidiyor görüşmeye Peter. Daha sonra arkadaşlarına “Scott Walker’ı gördüm, hayatta ve hala kendini yakışıklı zannediyor” diyebilmek için.

scott-walker-young

Peter pub’ı buluyor. Bir zamanlar şöhret ve para içinde yüzmüş olan emekli bir pop yıldızının vakit geçirmek istemeyeceği, bir “ara sokak pub’ı” burası. Gösterişli değil. Kapıyı itip içeri giriyor ve kapşonunu açıyor. Elit bir ortamdan çok uzak içerideki manzara: Cider’larına yumulmuş ihtiyarlar, gürültücü orta yaşlı erkekler, kucaklarında bebekleri ile Cin içen kadınlar, gülmeler, geyik çevirmeler, hararetli tartışmalar ve boş konuşmalar. Birilerinin işçiliğini yapanların stres atma saatleri.

Gözleri o kabarık saçlı, gösterişli, orta yaşlı şarkıcıyı arıyor. Ancak gözüne bir türlü kestiremiyor. Neden sonra dart tahtasının karşı sırasında, ağzında kibrit ve kafasında göz hizasına dek indirilmiş kasketiyle dart izleyenleri sakince izleyen bir adam çarpıyor gözüne. Adam heykel gibi sakin ve dingin, bir o kadar da tekinsiz ve gergin. Sanki oraya ait değilmiş de birileri tarafından bir ajan olarak o sahneye yerleştirilmiş gibi.

Adama doğru yürüyor Peter. Yaklaşmasıyla beraber adam oturduğu yerden başını yavaşça Peter’a doğru kaldırıyor. “Merhaba” diyor adam tok fakat sıcakkanlı bir sesle, “sen Peter olmalısın.” Elini uzatıyor. El sıkışı sert. Bastırmaya çalıştığı bir şaşkınlık içinde “Evet” diyor Peter, “siz Scott Walker olmalısınız.”

scottwalker-dark

Sakin ve rahat bir tonda dökülüyor Walker’ın ağzından kelimeler. Sesi arkadaş canlısı ancak garip bir biçimde mesafeli de. Karşılıklı sohbetleri boyunca yüz yüze oturmalarına rağmen Walker’ın kasketi gözlerini örtüyor. Ancak uzun bir süre müzik hakkında konuşup benzer fikirlere sahip oldukları anlaşıldıkça kalkıyor Walker’ın kasketi yukarıya – o da gıdım gıdım. Göz teması kurmaları birkaç saat sonra gerçekleşiyor. Walker’ın yapmak istediğinin “modern” bir müzik olmadığını anlıyor Peter, ancak tam olarak ne yapmak istediğini de çözemiyor çünkü son derece soyut tabirler kullanmakta ısrar ediyor. “Albüm için 7 parça yazdım” diyor Walker, “sözlerin arkasında ne gibi sesler olması gerektiğiyle ilgili fikirlerim var.” Başta anlayamıyor Peter bu sözle ifade etmek istediği şeyi Walker’ın. Sonra devam ediyor: “Son bestemi The Walker Brothers’ın son albümünde yapmıştım, bu birkaç sene önceydi. Sonra birden bire kesildi, zaten elimde bir kontrat da yoktu, parça yazmam gereksizdi. Birileri bana para önerdi, ben de birkaç ay boyunca uzakta bir klübede kaldım. Parçalar bana orada geldi.”

Peter, Walker’ın “parça” diye bahsettiklerinin lirikler olduğunu anlıyor.

“Parçaları nasıl yazdığımı veya neyle ilgili olduklarını söyleyemem” diyor Walker nazik fakat katı bir tonda, “bu konuda biraz batıl inançlıyım.” Albümü nasıl yapmak istediğini kafasında oturttuğunu ancak güncel stüdyo teknolojilerini bilmediği için birinin bu konuda yardım etmesi gerektiğini anlatıyor. “Çeşitli melodiler ve sesler düşünüyorum. Çalışmak istediğim birkaç müzisyen var. Eğer senin için uygunsa yakın zamanda çalışmaya başlayabiliriz.” Gülümsüyor Walker.

Peter bir biçimde bu projeye müdahil olmanın ticari anlamda olmasa da vizyon anlamında kendine çok şey katacağını anlıyor. Anlıyor anlamasına da, bir türlü kafasında Walker’ın ne tip bir müzik yapmak istediğini çözümleyemiyor. Ne tarz, hangi janr? “Eskisi gibi orkestralar mı olacak? Büyük, dramatik düzenlemeler, yaylılar?” diye soruyor Peter. “Oh, hayır, lanet olsun, asla” diyor Scott Walker gülmeye başlayarak. “Eski albümlerim ya da The Walker Brothers gibi bir şey değil. O albümlerden nefret ediyorum. O albümleri sevenlerin sevmeyeceği bir albüm olacak. Hepsi bu.”

2. BOY CHILD

n_a

Stephen Kijak’in harika belgeseli “Scott Walker: 30 Century Man”in girişinde David Bowie (gülerek) “kim Scott Walker hakkında bir şeyler biliyor ki?” diyordu. Gerçekten de müzik dünyasında devasa bir pop ikonu olmuş olup da hakkında bu kadar az şey bilinen sanatçı sayısı yok denecek kadar azdır. Bunun, Walker’ın 70’lerin başlarından itibaren kendini popüler müzikten ve medyadan soyutlamaya başlaması ile olduğu kadar, bir pop ikonu olmasına sebep olan The Walker Brothers grubu döneminde bir nevi sahte kimlik sahibi olması ile de ilgisi var. Walker’ın bizzat kendisi “ben asla sevdiğim sanatçıların özellerini merak etmedim, sadece yaptıkları işle ilgilendim” muadili açıklamaları sık sık yapmış olduğundan bu yazıda gerek olmadıkça adamcağızın özeline girmemeye çalışacağım. Gerçi ortada bu denli ekstrem bir kariyer varken, değinmek de kaçınılmaz olacak.

1937 senesinin Ocak ayında Alman kökenli varlıklı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelir Walker. Asıl ismi Noel Scott Engel’dir. Babasının mesleğinden ötürü sürekli yer değiştirmek zorunda kalırlar; aile Ohio, Texas, Colorado (ozan yurdudur, zencisiyle çinlisiyle bir bütündür) ve New York derken arşınlamadık yer bırakmaz. Müziğe ve sanata karşı yatkınlığı küçük yaşta fark edilir Scott’ın. İşte zengin çocuğu olmanın avantajı da burada açığa çıkar: Scott para getirecek garantili mesleklere yönlendirilmez, bunun yerine annesi tarafından 1950’lerde önce bir çocuk aktör olarak, akabinde de çocuk şarkıcı olarak sektöre sokulur. Bu lükse sahip bir çocuk olarak şanslıdır Scott.

scott-walker-humble-beginnings

scott-engel-with-jack-collier-and-orchestra-blue-bell-orbit-hollywoodScott Engel adı altında dönemin pop ve Rockabilly parçalarını yorumlar. Ancak genç Scott başkaları tarafından yaratılmış bir çocuk şarkıcı olarak kalmayacaktır. Annesinin zorlamalarına rağmen 17’sine geldiğinde önce sektörü, akabinde de okulu bırakır. Beatnik kuşağına kendini kaptırır ve yollara düşer. Progresif Caz dinler, bol bol kitap okur ve bir sürü güzel kızla birer haftalık ilişkiler yaşar.

Yolun sonunda California vardır. Scott California’ya vardığında artık çok farklı biridir. Dönem Beach Boys’u doğuracak olan “sörf” müziğinin başlangıç dönemidir, Scott ise çoktan kendini Avrupalı yazarlara ve yönetmenlere kaptırmıştır. Bergman ve Bresson filmlerinde bulur kendini – ne de olsa, o da Avrupa kökenlidir ve döneminin Amerikasında tam anlamıyla bir yabancıdır.

Ama aptal değildir. Sanat okuluna başlar, sinema ve edebiyatla daha yakından ilgilenmeye başlar. Bu arada bir müzisyen olarak da kendini geliştirir. Enstrüman olarak bas gitarı seçer ve bazı stüdyo seanslarında para karşılığı çalışır. Bir diğer Alaman göçmeni olan John Maus ile bu dönemde tanışır ve beraber çalışmaya başlarlar. Konsept gene çocukluğundaki gibidir: Güzel para karşılığı başka insanların parçalarını çalar ve gece klüplerinde sahne alırlar. Yakışıklı olduklarından bu iş için biçilmiş kaftandırlar. Maus gitar ve vokaldir, Scott ise bas ve geri vokal ile idare etmektedir.

Maus o dönemde gece klüplerine giriş için konulmuş yaş sınırı engelini aşabilmek için yaşını büyülttürür ve Walker soyadını alır. Grup da John Maus çevresinde oluşmuş olduğundan The Walker Brothers adını alırlar. Bir nevi kardeş izlenimi yaratıp “yakışıklı kardeşler” dıravından kızların gönlünü kapmaktır amaç.

Gruba davulcu olarak Gary Leeds isimli bir müzisyen daha katılır. Otomatikman o da Walker soyadını alır. Gary Walker daha önceden P.J. Proby ile İngiltere’yi turlamıştır. P.J. Proby “goçlar İngiltere’de çok tutarsınız, buradaki hatunlar bayılıyo AMARIKALI erkeklere, enehe menehe” diyerek bizimkileri gaza getirir. Amerika’yı geride bırakmalarından evvel gene başkaları tarafından yazılmış bir parça getirilir önlerine. Bu parça ‘Love Her’ adını taşımaktadır ve vokalin bariton olması gerekmektedir. Tenör sesli John Walker geri adım atar, parçayı Scott söyler.

İngiltere’ye ceplerinde bu parçayla varır The Walker Brothers. Philips Records bu parçayı single olarak yayınladığında grup listelere 20. sıradan girerek önemli bir çıkış yakalar. İngiliz gençler (özellikle de kızlar) Amerika’dan göç edip gelmiş ve kardeş oldukları söylenen bu üç yakışıklı herifi odaklarına alırlar. Philips gruba ciddi bir yatırım yapmaya karar verir, devasa stüdyolarda inanılmaz stüdyo müzisyenleri ve usta aranjörler ile çalışmalarını sağlar. Grup Amerikan prodüktör Phil Spector’ın “Wall Of Sound” diye tabir edilen tarzının Britanya uzantısı halini alır.

Bir sonraki hit ‘Make It Easy On Yourself’ listelere 1 numaradan giriş yaptığında grup artık Rolling Stones ve The Beatles ile birlikte İngiltere’nin en popüler grubu konumundadır. Bütün gençlik dergileri bizimkileri kapak ve poster yapar. İkinci 1 numaraları ‘The Sun Ain’t Gonna Shine Anymore’ geldiğinde grup artık zirvededir. Turnelere ana grup olarak katılırlar ve genç kızlar sahneye fırlayıp bizimkilerin giysilerini parçaladığı için konserler genelde 3. parçaya gelmeden sona erer. Philips grubu tüm dünyaya pazarlar, hatta Amerika’dan getirttiği grubu bu single ile Amerika’ya bile geri pazarlar.

Bu esnada Scott kendini adeta bir rüya aleminde bulmanın verdiği keyifle hayatın tadını çıkarmaktadır. Küçükken izlemiş olduğu “The Rocking Horse Winner” filminden beri İngiltere hayallerini süsleyen ülke olmuştur. Artık rahatça o İngiliz filmlerinden aşina olduğu sokaklarda, yine o filmlerden fırlamışa benzeyen saygılı, hüzünlü, nazik ve kültürlü İngilizler arasında dolaşarak kaybeder kendini. Cebinde para vardır, şöhrete fazla fazla sahiptir ve elde edemeyeceği kız yoktur.

Tabii bu serbestlik ve hayallerinin ortamına ulaşmış olma durumu, Scott’ın sanat okulundan sonra rafa kaldırdığı yaratıcılığını körüklemeye başlar. Yavaştan The Walker Brothers single’ları için b-side parçaları yazarak besteciliğe girişir. Parçaları, sevdiği filmlerdeki atmosferleri ve karakterleri yansıtan müzikli şiirlerdir adeta.

n_a2

Tabii Scott’ın kendini içinde kaybettiği yaratıcılık ve sanatla dolu bu hayal dünyası, grubun kurucusu olan John Walker’ın hoşuna gitmez. John abimiz mantıklı davranıp The Walker Brothers’ın daha da büyümesini istemektedir. Ayrıca Scott’ın neredeyse tüm parçalarda ön vokalleri devralarak iyiden iyiye grubun odak noktası haline gelmiş olması John Walker’ın egosunu zedelemektedir.

Olaylar 1967 yılı sonlarındaki Britanya turnesinden sonra kopma noktasına gelir. Scott, sürekli peşlerinde olan ve performanslarını engelleyen hayranlardan sıkılmıştır. Özellikle İrlanda’da konser salonundan kaçarken peşlerine takılan onlarca genç kızın, grubun içine sığınmış olduğu arabayı ters çevirmesi Scott’ın zihninde travmatik bir anı olarak yer eder. Diğer yandan John Walker da grubun son albümü “Images”ın ballad ağırlıklı halinden memnun değildir. Prodüksiyonunda Scott’ın rol aldığı albümden çıkan (Scott’ın seçmiş olduğu) single’lar başarısız olunca çileden çıkar. Grup 67 yılının sonunda artık tamamen solo çalışmalara yöneleceğini açıklar. The Walker Brothers’ın kariyeri kısa süren bir rüyadan ibaret kalır fakat Scott Walker’ın kendi hayallerini gerçekleştirebilmesi için de bir şans bırakır geriye.

3. ORPHEUS

scottwalker-scottwalker

Scott bir süre ne yapacağını bilmeden dolanır durur. Birkaç prodüksiyon yapar. Para için The Walker Brothers ile bir araya gelip kısa bir Japonya turnesine katılır. Günün birinde Gary Walker ile beraber Londra’daki Playboy Club’ın açılışına davet edilirler. Akşamı klüpteki Playboy Tavşanlarından birinin evinde noktalar. Kendisi gibi Alaman kökenli olan bu abla, Scott’ı o akşam efsanevi Fransız besteci ve şarkıcı Jacques Brel ile tanıştırır. Scott duyduğu müziğe ve travestilerden, belsoğukluğundan, sadomazoşist ilişkilerden, ölümden bahseden liriklere aşık olur. Artık Scott yaratıcılığını dışa vurmak için çok sağlam bir rol modele sahiptir.

jacques-brel

İlk solo albümü “Scott 1”, Jacques Brel parçalarının İngilizce düzenlemelerinin öne çıktığı bir çalışmadır ve temelde son The Walker Brothers albümü “Images”ı andırır. Scott’ın sönüp gideceğini iddia edenlerin yüzüne tokat gibi inerek listelerde 3. sıraya tırmanır. Albümde ayrıca kendi imzasını taşıyan ve tarzını oturtmadaki ilk adım olarak görebileceğimiz ‘Montague Terrace (In Blue)’ mevcuttur.

“Scott 2” ile yükseliş devam eder, albüm 1 numaraya ulaşır. Önceki albümdeki ‘Mathilde’ya karşılık yine bir Brel bestesi olan ‘Jackie’ ile başlayan albümün efsane parçası ise, büyük bir muamma içeren lirikleri ile Scott’ın bizzat yazıp düzenlemiş olduğu ‘Plastic Palace People’dır. Rüyasal yaylıları, psychedelic ses efektleri ve tekinsiz sözleri ile ilk başyapıtını sunar Walker dünyaya.

Scott bir yandan müziğini üzerine dayatılmış olan Frank Sinatra – Jack Jones çizgisinden uzağa taşıyıp orijinal bir çizgiye kaydırabildiği için halinden memnundur. Ama diğer yanda The Walker Brothers süresince kazanmış olduğu, çoğunu beyaz atlı prenslerini bekleyen genç kızların oluşturduğu fan kitlesinin bu yeni ve komplike parçaları algılayamayışı gerçeği vardır. Scott dinleyicilerinin de kendiyle paralel biçimde gelişmesini bekler ancak nafiledir; fanları Scott’ı ne zaman görseler çığlıkları basıp üzerine yapışmaktadırlar.

Scott hem kafa dinlemek, hem de Gregoryan ilahileri üzerinde çalışmak amacıyla bir manastıra yerleşir. Hayranları onu manastırda bile rahat bırakmaz, içeri girebilmek için keşişlere rüşvet dahi teklif ederler. Oysa ki Scott halinden memnundur. Bir süre sonra manastırdan ayrılır, keşişler ayrılırken kendisine kaldığı odanın anahtarını armağan eder ve ne zaman isterse tekrar gelip kalabileceğini söylerler.

scott+neç..

Yalnız kalmak, kendi içine dönmek Scott’a yaramıştır. “Scott 3”deki parçaların çoğu kendi elinden çıkmadır. Açılıştaki ‘It’s Raining Today’ görünürde Scott’ın beat kuşağından etkilenip kendini yollara attığı zaman yaşadığı ilişkilerle ilgili, ağır, karanlık bir aşk balladından ibarettir, ancak stereo setimizin kanallarının birinden dışarıya adeta Ligeti vari bir ahenksizlikte süzülen yaylılar, parçanın hissiyatına bambaşka bir boyut katar.

Scott artık Brel’den gerekli dersleri almıştır. ‘Copenhagen’da sevgilisini, ‘Rosemary’de eve kapalı kalmış bir kızın problemli aşk ilişkilerini, albümün en iyisi olan ‘Big Louise’de ise yaşlı bir travestinin yalnızlığını anlatır. “Scott 3” görünürde Las Vegas’ta boş bir klüpte kendi kendine parçalar seslendiren bir şarkıcının sesi gibidir, ancak görünürde hüzünlü aşk hikayeleri anlatan şarkıların her birinin içine tekinsiz, adeta anlattığı öyküler ile bağlantısı olmayan bir şeyler sızmıştır. Bu, Scott’ın dehasının kanıtıdır aslında.

Albümün liste başarısı yine büyük olur. BBC Scott’a kendi programını yapmayı önerir. Başta planlanan şey Scott’ın çıkıp Jack Jones (Mustafa Keser) gibi popüler, standart parçaları seslendirmesidir. Ancak bölümler ilerledikçe Scott kendi karamsar, içinden yaşam ışığı silinmiş olan bestelerini seslendirmeye başlar. Bu durum hem genel izleyiciyi, hem de Scott’ın hayranlarını olaydan soğutur. BBC çok geçmeden programı yayından kaldırır ve tüm görüntüleri imha eder.

Programda seslendirdiği cover parçaların yer aldığı bir toplama albümü piyasaya sürülürken Scott hararetle 4. albümü üzerinde uğraşmaktadır. Önceki albümler sadece plak firmasının kendine sunduğu geniş imkanları kullanarak, geleceğin Frank Sinatra’sı olmasını isteyen menajerini üzmeyecek biçimde fikirlerini denediği çalışmalardır. Oysa 4. albüm gerçek anlamda Scott’ın bir sanatçı olarak vizyonunu ortaya koyacağı albüm olacaktır. Daha birkaç sene evvel bir “boy band”in el alemin banal aşk şarkılarını seslendiren güzel sesli ve yakışıklı konu mankeni iken, röportajlarında Camus, Kafka, Sartre, Bresson, Bergman, Fellini, Tarkovsky gibi referanslarla gelen bir sanatçı adayı halini almıştır.

“Scott 4” albümü, Scott Walker adıyla değil de, Noel Scott Engel adıyla yayınlanır. 10 mükemmel parçadan oluşan albümde Scott, Jack Jones düzenlemelerinden kurtulmuş, çok daha varyasyonlu, güncel sound’a yakın fakat çok da yenilikçi bir eser ortaya koyar. ‘The Seventh Seal’da Bergman’a saygı duruşu yaparken ‘Angels Of Ashes’da önceki çalışmalarından kapmış olduğu parça düzenleme yetisini konuşturur.

Ancak albümün ağır topu rüyasal güzelliği ile ‘Boy Child’dır. Tabii ki bu güzelliğin ardında yine bir karanlık hakimdir ancak ortaya çıkan şey, daha ziyade Scott’ın aşık olduğu, içinde yaşadığı karamsarlığın güzelliğinin sese dönüştürülmüş şekli gibidir.

Ve albüm tabiri caizse “sıfır çeker”.  Listelerde hiçbir varlık gösteremez, fanları tarafından adeta nefretle karşılanır ve çok kısa bir süre sonra hiç yayınlanmamışçasına unutulur gider. Bu durum Scott için bir yıkımdır. Genç bir sanatçı olarak bütün umutlarını bu albüme yatırmıştır ve üzerinde böylesine emek verip özünü adeta dışarı döktüğü albümün böyle bir küçümsemeyle karşılanması, kalbine saplanan bir bıçak görevi görür.

İpler artık menajerinin elindedir. Onu geleceğin Sinatra’sı yapmakta hala kararlıdır menajeri, ne de olsa Scott’ın sesi de şekli de hala yerindedir. “Plak firmasına istediklerini verelim, onların istediği yine popüler parçalar içeren bir albüm, sonra tekrar senin parçalarını araya sokmayı deneriz” der. Scott’ın kabul etmekten başka çaresi yoktur. Yeni evlenmiştir, çocuğu da yoldadır.

Bir sonraki albümü olan “‘Til The Band Comes In”in ilk yüzü Scott tarafından yazılmış bir konsept üzerine kuruludur. Diğer yüzde ise Scott insanları memnun edecek bilindik şarkı yorumlarına geri döner. İlk yüz de, ikinci yüz de  ilgi görmez. Bu albüm, uzun bir süre için içinde Scott bestesi yer alacak son albüm olur. Artık plak firması parayı bastıracak ve Scott’a istedikleri parçaları söyletecektir. Kimse Scott’ın bestelerini duymak istemiyordur.

4. THE ESCAPE

70’ler gelir çatar. Ardı ardına film müzikleri ve country şarkılarının yorumlarından oluşan albümler yayınlanır Scott Walker adı altında. Firması, menajeri ve prodüktörler gerekli her şeyi ayarlayıp planlamaları yaparlarken, Scott’a sadece stüdyoya girip vokal yapmak kalıyordur.

Scott’ın içindeki üretkenlik de mecburen sonlanır. İçine düşmüş olduğu durumdan dolayı kendinden nefret etmeye başlar. Çok büyük oynamış, kendine çok güvenmiş, sonunda rezil olmuştur. Yaptığı işten nefret eden herkes gibi o da sığınacak bir şeyler arar ve ciddi bir alkol bağımlılığı geliştirir. Evliliği parçalanır, arkadaşlarından uzaklaşır. Müzik çevrelerinde intihar denemesi yaptığıyla ilgili söylentiler ayyuka çıkar. Scott sanatsal üretime adeta küsmüştür. Bir köşeye sıkışmış, inzivaya çekilmiş ve oradan çıkmamayı da kafasına koymuştur. Artık şartlanmıştır çünkü; “asla kimse benim şarkılarımı dinlemeyecek.”

Günün birinde birileri “The Walker Brothers olarak toplanın, güzel iş yaparsınız” diye gaz verir ve para teklif eder. Normalde kafa yapısı olarak çoktan eski günlerin fersah fersah ötesine geçmiş de olsa teklifi kabul eder Scott. Nasıl olsa her türlü başkalarının şarkılarını söylemeye mahkumdur. Bir araya gelip yayınladıkları ilk albüm olan “No Regrets”in aynı isimli parçası (Tom Rush’a aittir) ile grup bir hit yaratır. Müzikleri tabii ki değişime uğramış, artık genç kızları değil de orta yaşa yakın ev hanımlarını hedef alan bir tarza dönmüştür.

İkinci “geri dönüş” albümü “Lines” ise ses getirmez. Bu albümde de grup gene “el alem”e ait parçaları seslendirmektedir.

Ardından kötü haber gelir: Anlaşmalı oldukları GTO Records iflas bayrağını çekmiştir. Grubun anlaşma gereği son bir albüm daha kaydetmesi gerekmektedir. Başkalarına parçalar için telif hakkı ödemek istemeyen firma, “bu albüm ile istediğinizi yapabilirsiniz” der gruba. Scott Walker’ın içinde bir umut ışıltısı belirir: Tekrar beste yapabilecek ve bunları insanlara dinletebilecektir. Ancak hala beste yapma yeteneği mevcut mudur? Yoksa çoktan kuruyup gitmiş midir? Peki ya beste yapmaya kalkıştığında ortaya ne çıkacaktır?

Bunun yanıtı son The Walker Brothers albümü “Nite Flights” ile gelir. 4 parçası Scott, 4 parçası John, kalan 2 parçası da Gary Walker tarafından yazılmış bir albümdür bu. Herkes kendi parçasında vokal yapar. Gary Walker parçaları soft-rock çizgisine yakın dururken, John Walker parçaları enerjiktir ve AOR çizgisine yakın durmaktadır. Ancak albümü eleştirmenler ve müzisyenler bazında büyük bir başarı haline getiren, Scott’ın elinden çıkma 4 parçadır.

Açılıştaki ‘Shutout’ yapı olarak “dejenere edilmiş” bir pop rock parçasıdır: Temelde parça davul, bas, vokal ve solo gitar düzenlemeleri bakımından alışıldık bir seyir izler fakat tıpkı yıllar önce kaydettiği ‘It’s Raining Today’de olduğu gibi, akordu bozulmuş, ahenk bozucu bir enstrüman diğer enstrümanlara durmadan eşlik eder. Asıl silahsa Walker’ın tamamen kel alaka, pop bir stil benimseyerek söylediği tekinsiz, karanlık ve anlamı belirsiz liriklerdir.

‘Fat Mama Kick’ David Lynch’in “Lost Highway”inden fırlamışa benzeyen bir kabus sahnesi niteliğindedir. Parçanın açılışında giren bas ve saksafon yürüyüşü vokalin girmesiyle beraber yerini atonal tınlamalara, melodi yoksunluğuna ve kaosa bırakır. Sanki o vokal bölümünün altında normalde başka bir melodik yürüyüş varmış da birileri gelip o kayıtları silmiş, yerine cehennemin dibinde kaydedilmiş bu sesleri koymuş gibi hissederiz: Scott Walker iblisleri noktada stüdyoya davet etmiştir ve kayda onlar da girmiştir.

‘Nite Flights’ kırılan boyunlardan ve lanetli gece uçuşlarından harika bir AOR altyapısı üzerinde bahseder. Ancak albümün başyapıtı bundan sonra gelir.

‘The Electrician’ John Carpenter filmlerinden fırlamışa benzeyen bir intronun üzerinde Scott ve John Walker’ın tekinsiz bir armoni taşıyan vokalleri ile başlar ve ardından güzellikten adeta “yıkılan” yaylıların girişi ve Scott’ın “kill me and kill me and kill me” diye inleyen vokalleri ile zirveye ulaşır. Adeta sinematik bir kalitesi vardır ‘The Electrician’ın; müzik parça ilerledikçe her an bir hayaletin odanın köşesinden üzerinize fırlayacağını hissettiren tonlar ile zengin orkestral düzenlemelerin romantik tınılara eğildiği bölümler arasında gidip gelir. Parça boyunca sözler zihnimizde bir şeylerin görselleşmesine sebep olur: Gizemli bir “elektrikçi”, feryat eden, “beni öldür” diye haykıran birisi ve aşk sahneleri.

Yıllar sonra Scott parçanın sözlerini açıklar. Parça, CIA tarafından Güney Amerika ülkelerine gönderilen eğitimli işkenceciler ile ilgilidir. Anlattığı öykü de, bir işkencecinin, sonunda elektrik işkencesi ile öldüreceği kurbanına karşı hissettiği cinsel çekim ve hayallerini içermektedir. Scott’ın yıllardır içinde bastırmış olduğu sanatsal yaratım enerjisi biriktikçe birikmiş, depresyon sebebiyle içine düştüğü karamsar düşünce ağı ile birleşmiş ve adeta bir müzikal silah halini almıştır. Bir pop yıldızı olarak çıktığı yolda Scott Walker sonunda müzikal tanımlamaların dışına taşan, tekinsiz bir sanatçı haline gelmeye başlamıştır.

Albüm ticari olarak yine başarı sağlayamaz ancak o dönemde kendini hepten FANTASTİĞE adayan David Bowie ve azılı deneyselci Brian Eno başta olmak üzere bir sürü müzisyen ve müzik yazarı tarafından övgülere boğulur. En azından bu durum Scott’ın tekrar kendi istediği gibi bir albüm kaydetmesi için önünü açar zira plak firmaları da Scott’a ilgi göstermeye başlamıştır.

Sonrası mı? Sonrası yazımızın ikinci (ve çok daha ilgi çekici) bölümünde. Et yumruklamalar, eşek dövmeler ve daha birçok tekinsizlik.

 

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.