“Dil Düşünceyi Belirler:” Türkiye’nin Huzuru için Gereken İlk Adım

1372
1
Paylaş:

Var olan durum ne kadar akıl dışı gözüküyorsa, iletişim kurmak için alegorilere o kadar ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum.

Kişinin hata yaptığını fark etmesi zor, bunu kendine itiraf etmesi ise ayrı derecede acı verici oluyor. Hele hele yıllardır sıkı sıkıya sarıldığı düşünce ve/veya inançların yanlış olduğuyla yüzleşmesi, tüm benliğini bile yerinden sarsan bir deneyim olabilir. Yüzlerce yıl boyunca insanlık, Dünya’nın evrenin merkezinde olduğunu, Güneş, Ay ve diğer gök cisimlerinin onun etrafında dolaştığını düşünüyordu. Antik Yunan’dan beri gelen bu önermenin, yani geosantrizmin, gerçeklerden çok uzak olduğunu ilk öğrenen Kopernik’in yaşadığı buhranı bir düşünün. “Biz yanılıyoruz!” diye kendini ikna etmesi ve ardından insanlığa dönüp, “Biz yaratılışın merkezinde değiliz!” gibi bütün iktidarları ve dinleri yerinde hoplatacak gerçeği dile getirebilmesi için ilk önce o çok zor adımı atması gerekti: Yani egomuzdan beslenen, kendimizi hep haklı, doğru, hatta evrenin merkeziymiş gibi gösteren o hastalıklı ve faydasız düşünceyle yüzleşmesi.

Egosantrik… Pardon, Geosantrik Model

Bu yüzleşmenin ne kadar güç olduğuna dair felsefeci Ludwig Wittgeinstein’ın bu konuyla ilgili bir anekdotu var. Wittgenstein bir gün bir arkadaşına şunu sorar: “Neden insanlar Dünya’nın Güneş’in etrafında değil de Güneş’in Dünya’nın etrafında dönmesinin daha mantıklı olduğunu düşünmüşler?” Arkadaşı da, “Tabii ki Güneş’in Dünya’nın etrafında dönüyormuş gibi gözükmesinden,” diye yanıtlamış. Wittgenstein’ın karşılığı ise insanlığın şişkin egosunun sebep olduğu algı bozukluğunu çok güzel ifade ediyor: “Pekala, eğer Dünya Güneş’in etrafında dönüyor gibi gözükseydi, bunun neye benzeyeceğini söyler misin o zaman?”

Egonun ve sonucu olan bakış açısı darlığının muhakememizde zayıflığa sebep olduğunu hatırlattıktan sonra, günümüzde sıcağı sıcağına yaşadığımız örneğine, yani toplumumuzdaki gerginliklerle birlikte artan “ötekileştirme”ye ve bu kavramla kol kola gezen dil kullanımımıza gelelim.

Siyasi görüşlerimizden, desteklediğimiz partilerden bağımsız olarak, toplumca yaşadığımız kutuplaşmanın 30 Mart 2014 seçiminin sona ermesiyle tavan yaptığını hepimiz gözlemliyoruz. Bu ayrışmanın nerede, ne zaman ve neden başladığı ayrı bir konu olmakla birlikte, karşıtlıkların birbirini bu şekilde beslemesiyle kutuplaşmanın her gün körüklenmesi ve bunun da faydadan çok zarar taşıması benim için çok endişe verici. (“Karşıtlıkların birbirini beslemesi” üzerine birkaç kelam ettiğim Eylül 2013 Bant Mag makalem burada.) Var olması son derece doğal olan bu karşıtlıklarımızın tez-antitez-sentez içeren tartışmalara çıkmadığını, aksine, her gün sadece daha da kabalaşan, “öteki”ni küçük görüp sindirme amacı güden boş, anlamsız “sidik yarışlarına” döndüğünü hepimiz görüyoruz. Zaten dilimizi düzgün, dilbilgisi kurallarına uygun şekilde kullanma konusunda çok çaba harcayan bir millet olmadığımız, herhangi bir İnternet sitesinin kullanıcı yorumlarını okumuş herkesin malumudur. Anlaşılır bir fikir ifade etme amacının hâlihazırda askıya alındığı, amacın sadece hakaret etmek olduğu bu günlerde de “üretken bir dil”in toptan rafa kalktığını görmekteyiz.

Oysaki benim iddiam, istisnasız herkesin özlem duyduğu toplumsal huzurumuza doğru gideceğimiz yolda çıkış noktamızın, hep birlikte atmamız gereken ilk adımın “dil” olduğudur. Nefret sözcükleri, hakaretler, klişeleşmiş slogan, tehdit ve sindirme çabalarıyla esnekliğini, üretkenliğini yitiren, kemikleşmiş günlük dilimizin acilen bunlardan temizlenmesi gerekiyor –tabii ki eğer amaçta, yani aynı gemide seyahat ettiğimizi hatırlayıp, birlikte yaşamayı öğrenmek konusunda anlaşıyorsak.

Amerikalı dilbilimciler Benjamin Lee Whorf ve Edward Sapir’in ortaya attığı meşhur “Sapir-Whorf Hipotezi,” dilin düşünceyi etkilediğini, hatta belirlediğini söyler. Bir insanın dilin etkisi alında kalmadan gerçekliğe uyum sağladığını ya da dilin iletişim ve düşünce problemlerini çözmede kullanılan tesadüfî bir araç olduğunu sanmak büyük bir hatadır. Özellikle Whorf, dilin, onu

George Orwell de aynı şeyi savunuyordu: “Eğer düşünce dili bozuyorsa, dil de düşünceyi bozabilir”

konuşanların dünyaya bakışını şekillendirdiğini ifade etmiştir. 20.yüzyıl hermeneutik (yorumsama) biliminin öncü ismi, Alman felsefeci Hans-Georg Gadamer, “Dil olmadan hiçbir şey var olmaz,” diyecek kadar ileri gitmişti. Amerikalı şair ve eleştirmen Ezra Pound ise kötü yazmanın medeniyetleri yok edebileceğine ve iyi yazmanın da onları yüceltebileceğine inandığını bile dile getirmişti.

Şimdi, bir saniye durup söylemlerimizi değerlendirelim. Kullandığımız sözcüklerin, kurduğumuz cümlelerin, yani dile getirdiğimiz fikirlerin ne kadarı bize ait? Ne kadarı oydaşlarımızın bayağı duygusallıkla bize tekrar ettirdiği cümleler? Ya da ne kadarı takip ettiğimiz liderlerden devşirdiğimiz ya da ağzımızdan motamot ateş ettiğimiz vasat, ötekileştirici sloganlar? Ne kadar masum olduğumuzu düşünürsek düşünelim (yani aslında ne kadar Güneş’in etrafımızda döndüğünü sanarsak sanalım), “biz/siz/onlar” gibi ayrıştırıcı zamirlerle başlayan cümlelerimizin çoğu, büyük ihtimalle böyle düşünce kırıntıları: orijinallik ve yaratıcılıktan yoksun, bilim dışı, kalıplaştırıcı ve başkalarının köleliğinde.

Bunlarla birlikte, dilin doğrudan beslediği “sanat” konusunda nasıl büyük bir tıkanıklık yaşadığımız da gözünüzden kaçmamıştır umarım. Üretimin durduğunu asla söylemiyorum ama gerçekten yenilikçi, kulvar açan müzik, edebiyat, film vs. çalışmalarının son yıllarda ne kadar az ortaya çıktığı sizin de dikkatinizi çekmedi mi?

Karl Kraus

Bunun nedenini politika, sosyoloji, ekonomi vs. gibi nedenlere bağlamadan önce, ifade ettiğim sorunun, yani dili kullanım biçimimizin getirdiği kısırlık ihtimalini bir değerlendirin derim –dil ve düşünce arasındaki o can alıcı korelasyonunu göz önünde bulundurarak.

Var olduğu zamana muhalif olan sanatın aslında ona faydası olduğunu söyler, Avusturyalı yazar ve satirist Karl Kraus. O da dilin günümüzdeki gibi bozulduğu, manevi değerleri ve erdemi mumla aradığı zifiri karanlık bir dönemde mizah yapmıştı. Ama Kraus sanatın tek başına zamanı alt edemeyeceğini biliyordu: “Var olduğu zamana muhalif olan sanat, aslında onun için faydalıdır. Ama bu tarz sanat zamanı fethedemez, sadece geçmesine yarar.”

Oysaki zamanın asıl düşmanı dildir. Dil, var olduğu döneme yönelik isyanla uyum içinde gelişir ve zaten bu gizli anlaşmadan sanat doğar. Öbür yanda, riayet ve/veya boyun eğme ise var olduğu zamanla suç ortaklığı yapar ve dilin zenginliğini, yaratıcılığını çalarak düşünceyi öldürür. Bu dönemde var olan herkesi sistemli olarak aptallaştırır. Ne yazık ki, siyasi görüşten bağımsız bir şekilde, birbirimizin fikirlerini ve kokuşmuş dilini, yani zamanımızın dilini ödünç alan bireyler olarak hepimiz bunun kurbanıyız. İktidar yanlısı ya da karşıtı olarak kendimizi attığımız sarmalda, hakaret diğer hakaretleri, küçümseme diğer küçümsemeleri ve tehdit de diğer tehditleri doğuruyor. Böyle bir bataklıkta herkes birbirine laf yetiştirmeye çalışırken, fikrî yaratıcılığın hiçbir alanda esamesi okunmuyor. Önce başkalarının yapmasını beklemeden, birey olarak kendimizi bu kan davasının içinden çekip, “Ben bu çürümüş dilin bir parçası olmayı kabul etmiyorum,” diyene kadar ülkemize dair hiçbir şey hiçbir zaman düzelmeyecek. Bundan, hayatımda hiçbir şeyden olmadığım kadar eminim. Üslubumuzdaki bu tasfiyeyi yapmadan, kaosu dindirip hepimize huzur getirecek hiçbir fikrin ortaya çıkmasına imkân tanımıyoruz.

Giriş cümlesini hatırlatayım: Ortadaki durum ne kadar akıl dışı, hatta sürrealleşmişse, doğru iletişim için alegorilere, yani sanata

Washington D. C., 21 Ekim 1967

daha çok ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Dil ve sanat arasında zihnimde ilk canlanan en güzel örnek hep Beatles ve şarkı sözleri oldu. Hiçbir grubun şarkı sözleri Beatles’ınkiler kadar incelenip, tartışılıp deşilmemiştir: Hatta bunların 1960’larda gençliğin önemli bir meşgalesi haline geldiği iyi bilinir. Bandanalı, İspanyol paça pantolonlu gençlerden, geleceğin büyük şirketlerinin CEO’ları olacak üniversite öğrencilerine kadar herkes onların edebi (ya da kimileri edebi gibi gözüken) sözleri hakkında kafa yoruyor, “Yellow Submarine” ya da “Being for the Benefit of Mr. Kite!”ın mısralarındaki  gizemli ama yaratıcı dili çözmeye çalışıyordu.

Bu zihin meşguliyetleri kiminize boş gelmiş olabilir; yalnız değilsiniz. Felsefeci ve müzikolog Theodore W. Adorno da pop müziği ve ona ait bu eğlenceleri bir sosyal kontrol aracı, akılsızca bir oyalanma ve gerçek bilgiyi aramanın önünü kesen faaliyetler olarak görüyordu. Ama ilginç olan şu ki Amerika’nın 60.000 ABD ve 2.000.000 Vietnam vatandaşının hayatına mal olan, Kongre tarafından onaylanmayan, hatta hiçbir somut nedene dayanmayan savaşını bitiren yine bizzat bu gençlerdi.

Özetle, dili kullanışımızdaki yozluğa müdahale etmememiz, onun mantığın vazgeçilmez bir enstrümanı olduğu gerçeğini ıskalamamız toplum olarak düşünce dünyamızı, dolayısıyla da birliğimizi ve yaşayışımızı kıt bırakacaktır. Türkiye’nin refahı için herhangi bir fikir üretmeden önce dilimizdeki bu kiri neşterle temizlememizin bir elzem olduğunu çünkü ancak bundan sonra “öteki”ni gerçekten anlayabileceğimizi açıklamaya çalıştım. Bunu gerçekleştiremediğimiz sürece de gerçek resimler yerine bilgisayar çıktılarına, tüylerimizi diken diken eden şarkılar yerine artık güldürmekten bile uzak zırvalara, kıymetli fikirlerin alışverişi yerine kifayetsiz Twitter kavgalarına, zihin açıcı münazaralar yerine kuru gürültü içerikli televizyon sohbetlerine, yaşam enerjisi veren köşe yazıları yerine dünkü ötekileştirici, nefret dolu yazısının aynısını sunan gazete yazarlarına, yani huzur yerine toplumsal kargaşaya talip olmaya devam edeceğiz.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.