İktidar Monotonluğu ve Tencere-Tava Müziği

822
1
Paylaş:

1934 yılında Amerika’da kurulan ve standardize edilmiş, monoton asansör müzikleri pazarlayan Muzak şirketinin 70’lerdeki sloganı şuydu: “Muzak – 1970’lerin Güvenlik Sistemi”. İlginçtir; Muzak’ın bu söyleminin içinde, yaşadığımız döneme dair çok büyük bir metafor bulunmakta.

Söylemle neyin kastedildiğini ve nasıl bir mecaz barındırdığını anlayabilmek için önce biraz Muzak’tan bahsedelim. İnsanların ruh hallerini kontrol altına almak için yaşam alanlarının geri planında müzik kullanma fikri aslında Muzak firmasına ait değil. Çünkü, sonuçta, dinde müziğin kullanılması bile en başından beri aynı amacı gütmüştür. Dini ritüellerin dışındaki kullanımında ise Mozart’ın saraylar için bestelediği parçaları, Telemann’ın şölen ve ziyafetler için bestelediği “Masa Müziği”ni ve Satie’nin de genel olarak ev yaşamı için bestelediği “Mobilya Müziği”ni gösterebiliriz. muzakAma 1900’lerin başında Amerikalı mucit, tümgeneral George Owen Squier elektrik hatlarıyla ses gönderme yöntemini keşfedince, radyo dalgaları ve alıcısı olmadan dinleyicilere müzik götürmenin yolu açılmış oldu. “Kodak” firmasının isminden esinlenen Squier, bu müziği müşterilere dağıtabilmek için kurduğu firmasına “Muzak” ismini verdi. Yıllar geçtikçe bu sözcük, asansörlerde, alışveriş merkezlerinde ya da lokantalarda çalınan cansız, tekrar eden, basit melodiler üzerine kurulu, dolayısıyla da monoton müzikler için kullanılır hale geldi.

Muzak 1970’lerde Başkan Nixon’ın göreve başlama merasimine eşlik ediyor, hastane ve okullarda kullanılıyor ve hatta polis karakollarında, nükleer santrallerde, Pentagon ve Beyaz Saray’da personeli zinde tutmak için çalınıyordu – ki ilk paragraftaki “Muzak – 1970’lerin Güvenlik Sistemi” sloganı bunlar üzerine ortaya çıkmıştır. Muzak, hayatın her alanına sızıyordu.

Sloganla eş zamanlı olarak, Muzak’ın iş verimini arttırdığına, alışveriş merkezlerinde tüketici davranışlarını tetiklediğine dair söylemler de dolaşmaya başlamıştı. Bu savları kanıtlama amacıyla yapılan bilimsel deneylerden gelen sonuçlar ise çelişkili ve yetersizdi. Sonuçta, insan davranışlarının Pavlov’un köpeğininkilerden daha karmaşık olduğu gerçeğine geri dönüldü. Hatta zamanla Muzak’a karşı ciddi tepkiler oluştu. UNESCO’nun 1969 Uluslararası Müzik Konseyi müziğin bu biçimdeki kullanımını kınadı. UNESCO aktivisti ve ünlü kemancı Yehudi Menuhin, Muzak hakkında, “Dünyamız, bizi örtmek ve boğmak amacı güden suni sesler için bir yansıma tahtası haline gelmiştir,” sözünü sarf etti. Hatta Amerikalı rock müzisyeni Ted Nugent’ın Muzak’a olan nefreti öyle büyüktü ki, 1989 yılında -firmayı sonradan kapatma niyetiyle- Muzak’a 10 milyon dolar karşılığında firmayı satın alma teklifinde bulundu.

Şirketin ismi, muzak, günümüzde her türlü monoton ve ruhsuz müzik için kullanılır hale gelmiş, hatta müziğin sınırlarının dışına çıkıp kültür alanında farklı diskurlarda da kendine yer bulmuştur. Benim fikrim ise söylemini sabit tutan, değişen dünyanın gerçeklerine kulaklarını kapamış, yani aslında evrenin ruhuna ve insan doğasına aykırı hareket eden her türlü kurumun bir muzak üreticisi olmasıdır. Ve yazımın başında dile getirdiğim slogan ve gerçeküstü iddiası bu metaforu tamamlar.

Jacques Attali, müziğin ekonomi ile politikadan daha hızlı hareket ederek sosyal değişimlerin habercisi olduğunu iddia eder

Jacques Attali, müziğin ekonomi ile politikadan daha hızlı hareket ederek sosyal değişimlerin habercisi olduğunu iddia eder

Müziğe ilgisi meşhur olan Fransız ekonomist ve akademisyen Jacques Attali’nin müziğe yüklediği anlam, bu monotonluk kavramının hatlarını çok zekice çizer ve farklıymış gibi gözüken diskurlar arasında dâhiyane bağlantılar kurar. Attali, ilk defa 1977 yılında basılan “Noise: The Political Economy of Music” (“Gürültü: Müziğin Politik Ekonomisi”) isimli kitabında müziğin, adeta ekonomi ve politika gibi, uyumsuzluk ve kargaşayı (yani “gürültü”yü) organize etme edimi olduğunu söyler. Hatta daha da ileri giderek, müziğin asla soyut bir kavram olmadığını ve ekonomi ile politikadan daha hızlı hareket ederek sosyal değişimlerin habercisi olduğunu iddia eder. Amerikan Foreign Policy dergisinin 2008 yılında yayımladığı “Dünyanın En Entelektüel 100 İnsanı” listesinde yer alan bu aydına biraz kulak vermekte fayda var.

Toplumları renkler ve şekillerden çok sesler ve seslerin tanzimi biçimlendirir

Toplumları renkler ve şekillerden çok sesler ve seslerin tanzimi biçimlendirir

Müzik dinlediğimiz zaman, aslında kendi başlarına gürültü teşkil eden seslerin bir araya getirilip dizilmesinin ne kadar büyük bir etki yarattığını ve dolayısıyla da müziğin aslında “güç” kavramının bir yansıması olduğunu keşfederiz. Dolayısıyla aslında müzik ve ses özünde “politik”tir, “politika” evrenine tabi kavramlardır. Bu son ifadem kulağa biraz garip gelebilir ama kavramsal olarak bir düşünelim… Toplumları renkler ve şekillerden çok sesler ve seslerin tanzimi biçimlendirir. (Çünkü tüm yönlendirici mesaj ve doktrinler sözlerde, yani seslerdedir.) Tarihe bakın: “Gürültü”nün içinden bolca düzensizliğin yanında, düzenin bizzat kendisinin, yani dünyanın/medeniyetin doğduğunu gözlemleriz. Aynı şekilde, müziğin içinden güç ve onun zıttı olan başkaldırı doğar. Şunu anlıyoruz: Gürültünün içinde yaşamın ve insan ilişkilerinin kodları bulunur.

Tek bir cümleyle özetlemek istersek, gürültünün “ehlileştirilmesi”, kontrol altına alınması, şekillendirilmesi “müzik”tir ve “güç”ün dışavurumudur diyebilir miyiz? Başta iktidarlar olmak üzere, yeryüzündeki her beşeri kurum bir “maestro” görevi görmekte değil midir? Seslerin bilinçli olarak herhangi bir şekilde düzenlenmesi, yani -yazıma daha uygun bir ifadeyle- bütün “müzik”ler bir bütünlük/topluluk yaratımıdır. Düzenlenmiş sesler, güç merkeziyle tebaasının arasındaki bağı oluşturduğu için, sesin kontrolü bir güç sembolüdür.

Obama'nın "YES WE CAN" ("YAPABİLİRİZ") sloganıyla dalga geçen "YES WE SCAN" ("İNCELİYORUZ") pankartı

Obama’nın “YES WE CAN” (“YAPABİLİRİZ”) sloganıyla dalga geçen “YES WE SCAN” (“İNCELİYORUZ”) pankartı

Bütünlüğü oluşturan bireyler olarak biz bu gerçeğin çoğu zaman farkında olmasak da iktidarların gündüzü ve gecesi bu gerçeğin etkisi altındadır. İktidarlar, kendi monoton müzikleri dışında üretilen her sese “gürültü” yaftasını yapıştırır ve tarihin başından beri bu sesleri gizli bir ilgi, merak, endişe ve korku içinde dinlerler: Espiyonaj, sansür, kayıt ve izleme edimlerinin nedeni budur… Sadece Türkiye’de değil tabii ki, bütün dünyada! (En son ortaya çıkan örnek de Amerikan’ın “Prism” uygulamasıdır.)

Fütursuzca dinlemek ve bütün sesleri kaydedip analiz edebilmek… İşte bütün siyaset bilimcilerinin ve iktidar odaklarının fantezileri bunlardır. Bu sayede, tebaaların kontrol altında olmasının yanında, tarih en bilimsel şekilde yorumlanabilir ve yeniden yazılabilir; insanlar ve kültür manipüle edilebilir; dünyanın geleceği şekillendirilebilir. Peki, iktidarlar özellikle kimleri dinler? Kimleri gürültü, yani monoton müziklerine bir tehdit addederler? Kimleri susturmak isterler?

 

 

George Orwell

George Orwell

Cevap, totalitarizm teorisyenleri ve George Orwell gibi ileri görüşlü yazarlar tarafından ortaya net bir şekilde konmuştur. Hepsi, tebaayı başkaldırıya yönelten gürültünün iktidarlarca her zaman susturulmaya çalışılacağını çünkü bunun bir kültürel otonomi/özerklik ve farklılıklara saygı talebi, yani monotonluğun aksine, armoni ve ahenk isteği olduğunu açıklamıştır. Baskıcı rejimlerin ortak özelliği budur. Kimi iktidarlar bu susturma işlemini şiddet ve sansürle gerçekleştirirken, daha deneyimli ve olgun yöneticilere sahip olanlar, “gürültü üreticilerini” kendilerine ekonomik olarak bağımlı kılarak, onları birer tüketici ve tüketim ürünü haline getirirler… Yani ürettikleri gürültü sistemli bir şekilde anlamsızlaştırılır, değersizleştirilir ve hatta başkaldırının ilacı olarak sunulur. Bunun günlük hayatımızdaki yansıması şudur: Bugün dünyadaki iktidarların onay verdiği müzik, eğlence, televizyon programları, haberler vs.’nin hepsi iktidarların monotonluğunu gizlemek ve toplumların içindeki farklı sesleri engellemek için üretilmiş birer maskedir. Her biri iktidar monotonluğuyla aynı gamdadır, bu yüzden de birbirlerinden ayırt etmesi zordur.

Baskıcı iktidarların ahenkli müzikler yerine monotonluk ısrarının nedenini de yine George Orwell açıklıyor. “Why I Write” (“Neden Yazıyorum?”) isimli derlemesinde yer alan “The Lion and the Unicorn” (“Aslan ve Tek Boynuzlu At”) makalesinde, II. Dünya Savaşı öncesi İngiltere’deki çalışmayan zengin kesim ile onlarla dirsek temasında olan iktidar odakları halkı oldukça rahatsız etmeye başlamıştır. Ama -benzerleri olan Amerikalı milyonerlerin yaptığı gibi- adaletsiz imtiyazlar çıkartmayı ya da muhaliflere gözyaşı bombası atmayı İngiliz gururlarından dolayı kendilerine yakıştıramazlar. Status quonun değişmesini de istemediklerinden, geriye sadece bir çıkış kapısı kalmıştır… Aymazlık. Orwell’in ifadesiyle: “…başka bir iyileşme yolu olmadığını düşünerek toplumu aynı şekilde tutmaya çalıştılar. Gözlerini geçmişe dikerek ve etraflarındaki değişimleri göz ardı ederek, zor da olsa bunu başardılar.” Orwell’in bu sözleri ışığında günümüzü yeniden bir gözden geçirin. Yöneticilerin birbirleriyle sürekli çelişen açıklamalarını, gerçeğin üzerine kar gibi dökülen ve bütün detayları örten sayısız yalanı, kendisine yarın ne olacak diye sorulduğunda soruyu “anlamsız” bulan yöneticinin aslında ne kadar dürüst olduğunu ve bu sorunun ona neden “anlamsız” geldiğini, konuşmalarıyla kendilerini rezil eden, iktidarla aynı monotonluktaki sanatçıları, sadece olduğu yerde durarak pasif eylem yapan bir performans sanatçısının nasıl büyük bir tehdit oluşturduğunu ve daha birçok detayı anlamlandırabilirsiniz. İktidar monotonluğunun çıkmazlarından biri de gamının dışındaki seslere yapısında yer vermeye karşı gösterdiği atalettir. Orwell, bunu şöyle tasvir eder: “…akıllı olmak demek şüpheli olmak demekti. T. S. Eliot’ın şiirlerini ya da Karl Marx’ın teorilerini anlayacak bir beyine sahipseniz, önemli bir pozisyona gelmeniz üst düzeydekiler tarafından mutlaka engellenirdi.”

Benim fikrim, bu hareketin sembolünün “ağaç”tan çok, bu sesin olmasıdır

Benim fikrim, bu hareketin sembolünün “ağaç”tan çok, bu sesin olmasıdır

Hayatı boyunca iktidar monotonluğundan başka bir şey duymamış, yaşamak zorunda bırakıldığı hayatı yaşayan kesime de başka seslerin, çoksesliliğin ve ahengin ihtimali uzak, imkânsız, yabancı ve hatta tehlikeli gözükür… Ve bu olaylarda da o çokseslilik “tencere-tava gürültüsü” olarak vuku bulmuş, bu simgeye bürünmüştür. Benim fikrim, bu hareketin sembolünün “ağaç”tan çok, bu sesin olmasıdır. (Çünkü sonuçta, “ağaç”, iktidar monotonluğu tarafından kolayca yeniden benimsenebilecek bir simgedir. Gezi Parkı’nın bir anda yeniden yeşillendirilmesi bunun göstergesidir.) Tencere-tava gürültüsü, halkın bilinçli bir şekilde ürettiği bir “müzik”tir ve de yukarıda açıkladığım şekilde bir güç göstergesidir.

Yazının ortalarında dile getirdiğim iki tümceyi hatırlayalım: Gürültünün içinde yaşamın ve insan ilişkilerinin kodları bulunur ve “müzik” ekonomi ile politikadan daha hızlı hareket eden bir sosyal değişim habercisidir.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.