Dzhokhar için Bir Şiir, Endüstriyel Müzik ve Cem Yılmaz üzerinden “Tabunun İhlali”

1471
0
Paylaş:
Paslanmaz Kalem - tabunun ihlali - throbbing gristle

15 Nisan 2013 Pazartesi günü Boston’da gerçekleştirilen maraton esnasında Dzhokhar ve Tamerlan Tsarnaev isimli iki gencin patlattığı bombaların ardından, 21 Nisan 2013 Pazar günü, eski The Dresden Dolls grubunun vokalisti ya da yazar Neil Gaiman’ın eşi olarak (ya da tabii ki bir solo sanatçı olarak) tanıyabileceğiniz Amanda Palmer, blogunda bir şiir yayımladı. İsmi, “Dzhokhar için Bir Şiir” olan ve -bana sorarsanız- ne iyi, ne de doğru düzgün bir şiir olan bu çalışma, Amerika’nın felaket sonrası tartışma konularına bir yenisini ekledi. wanted Aslına bakarsanız, tartışmanın özünde çok temel bir mesele var: “tabu”. Şiirin ardından yapılan birçok yorumda, bir terörist hakkında bu tarz bir şiir yazılmasının kabul edilebilir bir şey olmadığı dile getiriliyordu… Yani mevzu Amerikan toplumu tarafından hemen “tabulaştırılmıştı.”

Öncelikle, kendi çevirimle Amanda’nın şiiri:

 

ana rahminde olmanın nasıl bir his olduğunu bilmiyorsun ama en azından bundan daha sıcak olmuş olmalı.

yüzünün yansımasını ekranlarda görene kadar, kapalı devre kameralarla senin her hareketini ne kadar yakından takip ettiklerini bilmiyorsun.

parmaklarınla oynamayı bırakmayı bilmiyorsun.

bacaklarına yeniden bir bakana kadar onlara ne kadar az dikkat ettiğini bilmiyorsun.

sana inanmayı bırakmalarına kadar kaç kere geldiğini söyleyebileceğini bilmiyorsun.

onlar başını suyun altında tutana kadar, bir ciğer dolusu oksijen almanın ne kadar büyük bir orgazm olduğunu bilmiyorsun.

kaç tane Vietnam böreği sipariş edeceğini bilmiyorsun.

çocuk sahibi olmanın, ebeveynlerine kesinlikle, sorgusuz sualsiz, ne kadar doğru bir karar gibi geldiğini bilmiyorsun.

teknenin dibinde saklanana kadar, iphone’unun pilinin ne kadar değerli olduğunu bilmiyorsun.

lanet olası ebeveynlerinden nasıl uzaklaşacağını bilmiyorsun.

bir an şefkât duyup, bir sonraki an kopukluk duymanın nasıl mümkün olduğunu bilmiyorsun.

her şeyin bu kadar çabuk nasıl değişebildiğini bilmiyorsun.

talimatlar internette olsa da bir şeyi nasıl yaratacağını bilmiyorsun.

bu büyük nümayişten ne anlam çıkaracağını bilmiyorsun.

artık kime nasıl inanacağını bilmiyorsun.

yanındaki sandalyede oturan kızın tez taslağına gözünün kaydığını ve asıl dosya isminde bir yazım hatası olduğunu nasıl söyleyeceğini bilmiyorsun.

kendini nasıl açıklayacağını bilmiyorsun.

yüzde iki istemiyorsun ama ellerinde bir tek bu var.

evinden çıkamadığın ana kadar oranın ne kadar klostrofobik olduğunu bilmiyorsun.

o adamı neden vurup öldürmediğini ve cambridge ile watertown arasında bir yerde çalılıklara atmadığını bilmiyorsun.

arkadaşlarının nereye gittiğini bilmiyorsun.

dans etmeyi bilmiyorsun ama yine de bir deniyorsun.

hayatının nasıl yirmi altı mil ileri ve yirmi sekiz mil geri gittiğini bilmiyorsun.

borçlarını nasıl ödeyeceğini bilmiyorsun.

kaçıp, sonunda bir nefes almak için bu ortaklıktan nasıl ayrılacağını bilmiyorsun.

insanların lanet olası dizlerini nasıl yere geçirdiğini bilmiyorsun.

acıyan elinle kavradığın yirmi doların değerini nasıl ölçeceğini bilmiyorsun.

bu tuzağın içine böyle umarsızca nasıl düştüğünü bilmiyorsun.

dikiz aynasını nasıl düzelteceğini bilmiyorsun.

ölen kardeşinin yasını nasıl tutacağını bilmiyorsun.

bu arabayı nasıl kullanacağını bilmiyorsun.

new york’a giden yolu bilmiyorsun.

new york’a giden yolu bilmiyorsun.

new york’a giden yolu bilmiyorsun.

new york’a giden yolu bilmiyorsun.

 

Amanda Palmer ve kaşları

Amanda Palmer ve kaşları

Şiiri yayımlamasının ardından Palmer kendini yaylım ateşi altında buldu. Terörist dahi olsa Dzhokhar’ın da bir insan, hatta sadece kandırılmış, kafası karışık 19 yaşında bir çocuk olduğunu söyleyip Palmer’a destek verenler ile Dzhokhar’ın bir canavar olduğunu, en kısa zamanda asılması gerektiğini ve böyle bir cani hakkında bırakın şiir yazmayı, güzel bir söz bile söylenmemesi gerektiğini iddia edenler tozu dumana kattı Palmer’ın blogunda. (Yazımın konusundan bağımsız, kısa bir ek bilgi: Aslına bakarsanız Dzhokhar hakkında insancıl bir şey dile getiren tek kişi Palmer değildi. Manny Alvarez isimli bir peder, attığı bir twitte herkesi -Katolik inancı gereği- kurbanlar yanında bu şüpheli için de dua etmeye çağırıyordu. Peder tabii ki Palmer kadar tepki görmedi. Çünkü sonuçta, yaşını başını almış, saygın bir din adamıydı. Oysaki Palmer, “garip kaşlara sahip,” “çıplaklığı seven” ve 2012 yılında yeni solo albümünün kaydı için hayranlarından bir milyon doların üzerinde bağış topladığı halde, turne müzisyenlerine para vermek içinden gelmeyen ve dolayısıyla birçok kişinin antipati duyduğu bir “punk rockçı”ydı. Bu da bize, çoğu zaman, neyin söylendiğinden çok, söyleyen kişinin kim ve söylediği şeyi nasıl söylediğinin daha etkin olduğunu hatırlatıyor. Bu da başka bir yazının konusu.)

Şiirle birlikte açılan Pandora’nın kutusuna en azından bir çekidüzen verebilmek için Palmer, 23 Nisan’da bir açıklama yaptı. Zaten en başta, şiirin altında yapılan yorumlarda arada bir gelip, “Şiiri yanlış anlıyorsunuz. Bu şiir sadece Dzhokhar hakkında değil, sadece ona yazılmış değil… Bu, hepimizle alakalı. Yeniden okuyun,” diye mesajlar sıkıştıran Palmer, bu sözlerini yineledikten sonra bazı mısralara açıklık getirdi. Büyük bir ihtimalle sizin de ve benim de okurken anlamadığımız ve Dzhokhar’la bağdaştıramadığımız kimi mısralar doğrudan onun o gün yaptığı ya da kocası Neil Gaiman’da görüp yazıya döktüğü şeylerdi. (Örneğin, “Dans etmeyi bilmiyorsun…” mısrası Gaiman’la birlikte Harvard’da gittikleri partideki Gaiman’ın hali ile ilgiliydi.)

Palmer’ın bu ansızın “tabulaşan” mevzu hakkında yazdığı vasat şiir, aslında çok farklı bir şeyi başarmıştı… Ki kendisi de zaten aynı yazının sonlarına doğru bunu dile getiriyordu. Şiirin altında Palmer’ın hayranları, Palmer’ı tanıyıp da sevmeyenler ve onun ismini sadece bu olay nedeniyle ilk defa duyanlar kendi şiirlerini paylaşmaya, neyin şiir, neyin şiir olmadığını tartışmaya ve tabii ki olayla ilgili birçok farklı konuda (empati, terörizm, insan hakları, merhamet, din vs.) münazara etmeye başlamıştı. Palmer’ın -söylediği kadarıyla- dokuz dakikada yazdığı şiir ile ihlal ettiği “tabu”, dünyanın etrafından binlerce kişiyi ateşlemiş, herkesi düşünmeye ve kendini ifade etmeye teşvik etmişti. Sonuç olarak: Bunu iyi ki yapmıştı!

Throbbing Gristle

Boston maratonu olayı ve Palmer’ın şiiri, endüstriyel müzik (özellikle de öncüsü Throbbing Gristle) dinlediğim bir döneme denk geldi. Bir süredir de bu tür hakkında yazmak istiyordum. Ve aslına bakarsanız, bu olay da odağımı bu türün estetik karakteristiklerinden çok ana teması olan “tabu”ya ve “tabunun ihlal edilmesi”ne (İng. “transgression“) çevirdi. Ama bu karakteristikler de doğrudan müziğin içeriğiyle ve mesajıyla (ya da bakış açınıza göre mesajının yokluğuyla) alakalı olduğu için biraz bahsi hak ediyorlar.

Endüstriyel müzik türünün yaratıcısı kabul edilen İngiliz Throbbing Gristle, COUM Transmissions isimli performans grubundan evrilerek ortaya çıkmıştı. COUM Transmissions, 1969 yılında İngiltere’nin Hull şehrinde, Genesis P-Orridge tarafından kurulmuş, sonradan Cosey Fanni Tutti, Peter Christopherson ve Chris Carter’ın katılımıyla Throbbing Gristle’a dönüşmüştü.

prostitution1

COUM Transmissions’ın 1976 tarihli “Prostitution” (“Fuhuş”) şovu takdire şayandır. Londra’da bulunan Institute of Contemporary Arts’taki devlet destekli sergilerinde/şovlarında, grup üyelerinden Tutti’nin porno dergilerinde yayımlanan fotoğrafları gösteriliyordu. Şovda bir striptizci, bardaklara yerleştirilmiş, kullanılmış tamponlar ve travesti korumalar vardı. Fahişelere, punklara ve kostümlü kişilere, galeri ziyaretçileriyle etkileşime girmeleri için para ödenmişti. Şov, devlet destekli olduğu için tabii ki İngiliz meclisinde tartışma konusu oldu. wreckersP-Orridge ve Tutti için “medeniyeti baltalayanlar” ismi (sonradan severek benimseyecekleri “wreckers of civilization”) telaffuz edildi. Gazeteler olayı haber yapmakta hiç gecikmediler. Karşı adım olarak, serginin haberinin geçtiği küpürler COUM Transmissions tarafından kesilip sergiye eklendi. Bu da gazetelere haber olunca, o haberler de kesilip sergiye eklendi! Topluluk devlet ödeneklerini kaybedince, kendileri Industrial Records’u kurdular ve icra edecekleri müziğin türüne de isim babalığı yapmış oldular.

Throbbing Gristle’ı ve türü müzikal olarak en iyi anlatan ifadeyi yine P-Orridge söylüyor: “Şöyle bir söz vardı: ‘Üç akor öğren ve bir grup kur.’ Bizim de cevabımız şuydu: ‘Neden üç akor dahi öğrenesin ki?'” Haşin, hacimli elektronik sesler, kesip biçilmiş teypler, kötü çalınan ve hatta çoğu zaman bilmeden çalınan enstrümanlar ve müzik dışı aletlerden gelen gürültüler Throbbing Gristle’ın müziklerinin ses ayağını oluşturuyordu. (İkinci albümlerinden bir örnek: “Hit by a Rock“) Her saniye yavaş yavaş dinleyicinin/seyircinin önünde örülen bu duvar, başta bir mesafe oluşturuyor ama sonra da garip çekiciliği ile onları ağır ağır yeniden kendine çekiyor ve önyargıları siliyordu… Yani sosyal ve kültürel kodlarla programlanmış dinleyici “sıfırlanıyordu”. Benim yazımın asıl mesnet noktasını oluşturacak olan görseller ise bu müziğe hem albüm kartonetlerinde, hem de konserlerinde eşlik ediyordu: Şiddet ve pornografi içeren fotoğraflar… Yani “tabu”. (Ki aslına bakarsanız, yukarıda tasvir ettiğim gibi, müziği icra ediş şekilleri bile bir “tabu ihlali”ydi.)

Dönemlerinin diğer avangart sanatçılarının aksine Throbbing Gristle’ın çalışmalarında bariz, baskın bir amaç gözükmüyordu: Yani sanatseverin gözüne sokulan, didaktik bir mesaj aransa da bulunamıyordu. Evet, Auschwitz fotoğrafları ve seri katil hikayeleri önümüzde duruyordu… Ama seyirci bunlarla ne yapmalıydı? “Fonksiyonel bir mesaj” ya da “anlam” an be an kendini gösteriyor ama sonra geri çekiyordu.

Throbbing Gristle1976 yılı, Throbbing Gristle’la beraber Jean Baudrillard’ın “Symbolic Exchange and Death” isimli çalışmasını getirdi. Fransız düşünür, bu kitabında, “toplumun artık bir fabrika görünümüne büründüğünü” söylüyordu.  Stüdyolarına “Ölüm Fabrikası” ismini veren ve görselleri arasına Holocaust zamanı gaz odalarında kullanılan Zyklon B gazının boş kutularını bile koyan Throbbing Gristle da ölümü bile bir endüstri haline getiren bir toplumu gözler önüne seriyordu… Ama parmak göstermeden. P-Orridge’ın müziklerine dair şu tasviri bunu ele verir:

…(Müziğimiz) medeniyetin çözülme sonrası hali hakkında. Bilirsiniz, sokakta yürürken birçok boş, atıl fabrika ve üstünde pornografik resimler olan, havada uçuşan gazete parçaları görürsünüz. Köşeyi döndüğünüzde karşınıza ölü bir köpek ve boş çöp kutuları çıkar. Ve tam o anda o boş fabrikanın üzerinden garip bir ses gelir.

Wlliam S. Burroughs

Wlliam S. Burroughs

Throbbing Gristle’a (ve ardlarından gelecek sayısız endüstriyel müzik grubuna) göre gücü ellerinde tutan kurumlar ve iktidar, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı kontrol altında tutmak ve ifade özgürlüğümüz ile yaratıcı potansiyelimizi kullanmamızı engellemek isterler. Ve gruba göre bunla mücadelenin tek yolu, “tabu”yu reddetmekten ve onla oynamaktan geçer. Müzisyenlerden çok, Michel Foucault, Walter Benjamin, Marshall McLuhan, Friedrich Nietzsche, Comte de Lautréamont ve J. G. Ballard gibi edebiyatçı ve düşünürlerden etkilenen müzisyenler en çok Amerikalı yazar William S. Burroughs’un estetik ve felsefi düşüncelerini benimsemişlerdir. Rasyonel toplum dilini reddeden endüstriyel müzik, dinleyicisine neyin yanlış olduğunu söylemekten çok, sosyal kontrolden kurtulmaya yönelik çıkış noktaları sunuyordu. Ancak, rasyonalist kültürün dilinden isteseler de çıkamayacaklarını bildiklerinden, zamanın avangart kültüründe bile pek görülmeyen alternatifler sunuyorlardı: örneğin, hakiki şiddet ve cinsellik içeren teatraller ve resimler. Amaç da iktidarı ve odaklarını rahatsız edip, onları hareket etmeye yöneltmek ve dolayısıyla da hoşgörü maskelerini düşürmekti. Burroughs’un şu fikrini ödünç alıyorlardı: Toplum, bir kontrol mekanizmaları ağıdır. Bundan kurtulmanın yolu da toplumun dilini parçalarına ayırmaktır. (Ki Burroughs bunu edebiyatında “kes-yapıştır” yöntemiyle gerçekleştirmişti.) Toplumun dili, yani Burroughs’un tabiriyle “virüs”, varlığımızı beden-ruh diye ikiye ayırmıştır. Ama yine yazara göre bu “virüs”, amacımıza yönelik olarak bir “aşı” şeklinde, hatta bir silah gibi de kullanılabilir. Throbbing Gristle’a göre de Burroughs’un gözlemlediği ve eleştirdiği bu beden-ruh ayrımından sağlıklı, ahenkli bir varoluş çıkmaz çünkü insan sürekli bu iki zıt gibi gözüken uç arasında mekik dokumak zorunda kalacaktır. Bu yüzden sado-mazoşizme, şiddete ve fiziksel esrimelere vurgu yapılır… Beden ve ruhun bir olduğu, her saniye hatırlatılmak istenir. Çözüm yolu da Burroughs’un edebi yaklaşımının yansıması olan, yukarıda aktardığım türde kesip biçilen teypler, avangart sesler, gürültü ve “tabu”nun kullanımıdır. Böylelikle mekanikleştirme amacı güden rasyonalist toplum ve ona ait olan lineer iletişim mekanizmaları bozulabilir.

Ama bir düşünelim: “Tabu” çok çabuk “tabu” olmaktan çıkabilecek bir kavramdır… Hele hele bir didaktiklik amacı güdülüyorsa. Throbbing Gristle’ın yaklaşımının inceliği bu noktada devreye giriyordu. İmgelerini, takipçilerine mesajsız sunduğu için “tabu” hep “tabu” olarak kalmaya devam etmekteydi. Throbbing Gristle’ı etkileyen Fransız düşünür Georges Bataille da Throbbing Gristle’ın bertaraf etmeyi başardığı bu tehlikeye dikkat çekmişti. Örneğin, Bataille, Marquis de Sade’ı seviyordu ama her zaman onda bir şeylerin yanlış olduğu hissinden vazgeçmememiz gerektiğini savunuyordu. Ona göre, de Sade’ı övenler hatalıydılar. De Sade, benimsenen, sıradan bir felsefe haline gelirse, yani “evcilleştirilirse”, “tabunun ihlali” (“transgression“) olmayacak ve varoluşumuz vasatlaşacaktı:

Tabuya uyarsak, kendimizi tabuya bırakırsak, onu bilinçli bir şekilde deneyimleyemeyiz. Ancak onu ihlal ettiğimiz zaman, tabuyu tabu yapan zihnimizin ızdırabını duyarız: Bu da günah hissidir. Bu deneyim bizi tamamlanmış ihlale götürür, ki bu başarılı ihlal de hem yasağı faal tutar, hem de ondan faydalanır. (Bataille’ın “Erotizm”inden)

Özetle, “tabu”nun var olması ve onun ihlali, mekanikleşen, ruhsuzlaşan varoluşumuzu kırmamızda bir gereksinimdir. Güncel bir örnek olması amacıyla verdiğim Amanda Plamer’ın vasat şiiri bile bunu yapabilecek güçtedir… Çünkü gücünü bu “tabu ihlali”nden alır. Çok sevdiğim iki sanatçının ufak bir karşılaştırması da tezimi destekleyecektir: Cem Yılmaz ile George Carlin. Cem Yılmaz

Herkes gibi Cem Yılmaz’ın “CM101MMXI Fundamentals”ını ben de izledim ve bu zeki komedyenin birçok esprisine kahkahalarla gülüp, aklının işleyiş şekline bir kez daha hayran kaldım. Ama bütün şovu boyunca içimden hep, “Bir şeyler eksik…” düşüncesi geçiyordu. Karşımda ince zekasının potansiyelini göz ardı eden, kendi öz benliğini izleyicisine açmayan, bir şeylerden saklanan bir komedyen vardı. Mazhar Alanson’un, kitabı “Mazhar Olmak”ta, kendisinden “ender bulunan bir zeka” diye bahsettiği bu komedyenin espri malzemesinin sadece cep telefonları, Facebook ve kadın-erkek ilişkileri gibi bayağı konularla sınırlı olması ve etliye, sütlüye dokunmayan sanatsal yaklaşımı beni üzüyordu… İnsan ister istemez merak ediyordu: Acaba bu zeka, dost meclislerinde politikaya, sanata, ünlü kişilere, tarihe, dine, muhafazakârlığa vs.’ye dair, içinden geldiği şekilde, kendi renklerini ele vererek, gerçek Cem Yılmaz’ı göstererek, yani “tabularla oynayarak” kim bilir ne espriler, ne çarpıcı fikirler üretiyordu… Yani mesela Amerikalı George Carlin’in sahnede yaptığı şekilde. Sonuçta Carlin de eften püften şeylerden arada bir bahsediyordu ama onun farkı, tek yaptığı şeyin bu olmamasıydı. Ve işte bu yüzden Carlin’in şovunun ardından insanlar aydınlanmış, zihinleri tetiklenmiş ve yeni fikirlerle dolu çıkıyordu. Ne yazık ki bizler de bir Cem Yılmaz şovunun ardından -kendisinin de sık sık dile getirdiği gibi- doğru düzgün bir şey hatırlayamadan çıkıyorduk… Çünkü zaten hatırlamaya değer bir şey yoktu. “Tabu”larla oynamaktan çekinen bir sanatçının sanatı ruhsuzlaşıyordu işte.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.