LOST SALT BLOOD PURGES – Only the Youngest Grave: Güzel anılarla baş etmek

Paylaş:
lost salt blood purges - only the younges grave albüm kritiği
Yazarın Puanı9
9
Okuyucu Puanı: (10 Oy)9.4

İnsanoğlunun yaşadığı en zor kişisel tecrübelerden biri unutmaya çalışmaktır. Bununla birlikte elbette hepimiz biliriz ki unutmak istemediğimizi daha kolay unutur, silip yok etmek istediğimizi ise bir türlü söküp atamayız. Beynimizde buna benzer daha tonlarca tuhaf paradoksların bulunduğu gerçeğini üzülerek kabullendiğimizde, kontrolü neye vereceğimizi şaşırmamız çok doğal bir hezeyan olacaktır. Marcel Proust her şeyden çok sevdiği annesi öldükten sonra dünyanın en uzun romanı ünvanına sahip “Kayıp zamanın izinde”yi daha bir hırsla yazarken, bu dev romanın yalnızca hatırlamak ve unutmak gibi iki duygunun mahkûmu olduğunu çok iyi biliyordu. Bütün bir hayatını astım hastası olduğu ve zengin bir ailenin çocuğu olduğu için hiç çalışmadan geçiren Proust, çocukluğundan ve gençlik döneminden hatıralarını kurgu romanının içine o kadar güzel entegre etmiştir ki, çoğu insan bu roman serisini otobiyografi olarak bilir. 7 kitap boyunca hafızasını zorlamış ve hatırladıklarını en küçük ayrıntısına kadar yazmıştır, ancak son sözü “Asıl cennetler unuttuklarımızdır” olmuştur. Bugün sizlere bahsedeceğim albüm, unuttuklarımızla, unutmaya çalıştıklarımız arasında bizleri güzel bir yolculuğa çıkaracak.

Lost Salt Blood Purges tek kişilik bir çalışma. Michael Snoxall isimli genç arkadaşımızın hemen her şeyi tek başına yapmasıyla oluşan bir albüm. Teknolojinin müzisyenlere sunduğu en büyük nimet bu olsa gerek. Amatör olarak kaydedip koyduğu ilk parçalarını saymazsak eğer, “Only the Youngest Grave” ikinci uzunçaları diyebiliriz. Albüm 1 saat 42 dakikalık süresiyle elbette ilk defa dinleyecek olanların gözünü korkutuyor ancak zaten bunca uzun süreyi bu albüme ayırabilecek insanlar, yokluğun tadını, her gün gözlerini açtıkları manzaraya; aylar önce parlaklığını kaybetmiş bir ampulün asılı olduğu tavana bakarak çıkarabilecek, en olmadı oturduğu yerden pencereye bakıp, hissiz bir yola, meçhule giden arabalara ve ne hissettiğini asla bilemeyeceği insanlara bakarak dinleyip, bundan zevk alacak insanlardır.

Michael-SnoxallYokluğun tadını çıkarabilmek diyorum, çünkü bu dev albüm dinleyiciye hiçbir şey vaat etmiyor. Ortalama 200 dakika içerisinde ne bir yakalayan melodi mevcut ne de öne çıkan bir enstrüman, tamamen hiçliğe tutunmuş tınılar ve çok nadir yükselip alçalan bir trafik var. Ayrıca vokalin olmaması dinleyiciyi bütünsel olarak karanlığa itiyor. Snoxall’ın hiçbir kaygı gütmeden tamamen kişisel bir iş yapmış olması ve süreyi önemsememesi benim adıma bu albümü daha bir saygı duyulası kılıyor. İyi ifade edilmiş bir eserin kişiye kattığı en büyük kazanım, onu yaratan kişinin bakış açılarını, yaklaşımlarını, hislerini tam olarak öğrenebilmektir. İşin içine hitap edebilme kaygısı girdiği vakit, kişi kendinden uzaklaşır ve başkaları gibi düşünmeye çalışır, eserlerin ‘samimiyetsiz’ olarak eleştirilmesi de bundan kaynaklanır. Çünkü iyi bir dinleyici, okuyucu veya eleştirmen eseri doğru biçimde analiz eder ve onun içindeki doğallığı yakalayabilir. Bu söylediğim özellikle müzik adına çok zordur, duyguların en geniş yelpazede savrulduğu sanat müziktir diyebilirim. Nefretin içindeki acıyı görebilmek, gürültünün içindeki çaresizliği yakalamak herkesin yapabileceği bir iş değildir. İşte bu sebeple popüler olmayan her müzik türü keşfedilmeyi bekleyen yeni bir dünya gibidir.

 “Only the Youngest Grave” bir kaçışın albümü bana göre. Unutulmaya çalışılan bir geçmişi söküp atmak uğruna verilmiş, bitmek bilmez çabaların müziğe dökülmüş hali. Şarkılardaki minimalizm, basit arpejler, piyano melodileri, nadiren kendini gösteren saksafon ve diğerlerine nazaran daha baskın olan atmosfer, yankılar, haşırtılar veya keyfinizce adlandırabileceğiniz gürültü efektleri tamamen unutmaya olan arzuyla dolu ancak unutamamanın verdiği kaybetmişlikle yaralılar. Kötü anılarımızı unutmak daha kolaydır, onlar doğrudan psikolojimizi zedeledikleri için kendilerini göstermeyi, durmadan düşüncelerimizin manşetine geçmeyi pek tercih etmezler. Asıl zor olansa güzel anıları silmeye çalışmak elbette. Zevkini tattığımız, hatırlamaktan haz duyduğumuz o güzel anların üzerini karalamak yaralar bizi. Stuttering Sinews’ün girişindeki saksofon melodisi buğulu ekrandan izlenen güzel anımıza ait bir tebessümün her bir küçük ayrıntısını gözlerimizin önüne sürerken, kaybolmaya yüz tutuşunu simgeleyen titreşimlerin ardından, sakince giren piyano melodisi geçmişte kalana duyulan özlemin ve başarısızlıkla sona eren bir çabanın sonrasında kalan boş vermişliği yeşertiyor yavaşça. Daha ne olduğunu anlamadan, dikkati şarkının üzerinde toparlayamadan bile geçip gidiyor 7 dakika, kalkıp yeniden baktığınızda sonraki şarkıyı yarıladığınızı görebiliyorsunuz. Zaman her şeyi silip atıyor, yalnızca bizlerin zorla yaşattığı hatıralara dokunamıyor.

lost-salt-blood-purges-only-the-youngest-grave

Bunca kişisel bir albümü kalkıp da belli bir takım kategorilere tabi tutmak istemem. Bu bana göre çok beyhude bir çaba olur. Dinleyecek olanlar da benim anlattıklarıma göre değil de kendi hissettiklerine göre albümü yeniden yorumlamalılar elbette. İçinde acıya, yalnızlığa, mutsuzluğa ve kaybetmişliğe dair yoğun hisler barındıran bu uzun yapıt, tansiyonunun en yükseğe çıktığı andan en sakin anına kadar her saniyesinde dinleyicinin ağzında buruk bir tat bırakıyor. Albümün “The Spirit Meets the Skin”le başlayan ikinci kısmı ise, ilk bölüme göre biraz daha farklı bir atmosferle karşılıyor bizi. 12 dakikalık bu uzun şarkının diğer yarısı ise öncekine nazaran yine çok büyük değişimlerin olmadığını gösteriyor. İkinci kısımda daha büyük bir boşluk, içe dönmüşlük bekliyor dinleyiciyi. Ortalama 30 dakika boyunca ne bir melodi, ne bir tını kendini gösteriyor, tamamen akıp giden seslere bürünüyor ortam. Yıllar önce yazdığım ilk uzun yazımı hatırlatıyor bana bu kısımlar, bölüm bölüm yazıp, her okuyuşumda birkaç kısmını düzelttiğim, hiçbir zaman memnun olmadığım ama ilk olduğu için bir türlü silip atamadığım o amatör yazımı anıyorum.  “Blood Communion to the Port Saint”le giren piyanoyla birlikte sokaklara düşüp ajandama yazdığım buruşuk efkârlarıma atacağım başlığı dakikalarca düşündüğüm o anı görüyorum. Sanırım bu albümü de işte bu sebeplerle çok seviyorum.

“Only the Youngest Grave” neresinden bakarsanız bakın, genel müzik dinleyicisine pek hitap etmeyen bir albüm. Müziği diğerlerine göre biraz daha fazla kişiselleştirebilen, dinlerken büyük boşluklardan düşmeyi seven, maksatsız synthleri, iki boşluğu birbirine bağlayan gitar ve piyano partisyonlarını sevebilen kişilerin tutabileceği tarz bir çalışma. Benim içinse, uzun yolculuklarımın ve önünden kimsenin geçmediği solgun manzaramın bir arka planı niteliğinde.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.