İstanbul Konseri Öncesi Michael Gira (SWANS) Röportajı

Paylaş:
İstanbul Konseri Öncesi Michael Gira (SWANS) Röportajı - Paslanmaz Kalem

Kuğular muazzam bir görünüşe ama gerçekten de nahoş bir tabiata sahip canlılardır,” sözüyle grubu Swans’ın müziğini tasvir eden Michael Gira’yı bu betimlemeyle tanımlamak gerçekten saçma olur. Çok seyrek röportaj vermesiyle tanınan ve müzikal kahramanlarımızdan biri olan Gira’nın röportaj teklifimizi kabul etmesini duyunca mutluluktan havalara uçtuk; hele sohbet esnasındaki sıcakkanlılığı ve ilgisini de gördükten sonra ilk cümledeki özlü sözün kesinlikle sadece grubun müziğini tanımlamakla sınırlı kalması gerektiğine kanaat getirdik.

Swans’ın yarınki (16 Mayıs) Zorlu PSM konseri öncesi bu güzel insanla Skype üzerinden yaptığımız röportajı aşağıda bulacaksınız. Şu anda bizler Gira’nın röportajın sonunda verdiği tavsiyeleri keşfetmekle meşgulüz. Bir konserden çok, “işitsel bir deneyim” sunan Amerikalı topluluğun beyni Gira’nın verdiği bu tavsiyeleri sizler de sakın ıskalamayın ve yarınki “deneyim”e biletinizi almayı da unutmayın.

Son olarak Michael Gira’ya ulaşmamızda bize yardımcı olan Büşra Soydemir ve Burcu Bulut’a teşekkürü borç biliriz.

 

Emre: Müzik gelirlerindeki düşüşten dolayı kendi grubunuzdan başka müzisyen ve toplulukların albümlerini firmanız Young God’dan yayımlamayacağınızı duyurmuştunuz. Bu konu hakkında ve müzik sektörünün güncel ticari durumuna dair birkaç söz söylemek ister miydiniz?

paslanmaz kalem - young godMichael Gira: Ben kesinlikle bu sektörün bir uzmanı değilim; sadece bazı deneyimlere sahibim. 2008-2009 yıllarında başka sanatçıların işlerini hazırlamak ve yayımlamak için –bana göre– çok fazla para ve zaman harcadığımı fark ettim. Ve bu sanatçılar oldukça üne kavuşsalar da albümlerinin satmadığını gördüm. Pek tabii ki bunun o zamanki en büyük nedeni yasadışı mp3 paylaşımlarıydı. Devendra Banhart ile tatmin edici bir başarı yakalamıştık. Ama Akron/Family ve diğer sanatçıların döneminde ise bu müzisyenlerin konserlerindeki kalabalıklar artsa da bunun albüm satışlarına yansımadığını gördük. Ben varlıklı birisi değilim; dolayısıyla çok büyük zaman harcayıp bir fast food lokantası çalışanı kadar para kazanmanın veya toptan zarar etmenin benim için hiçbir anlamı yoktu. Bu pek tabii ki çok üzücü bir şey ama beni aynı zamanda Swans’ı canlandırmaya yöneltti. Sanatsal açıdan durma noktasına gelmiştim. Finansal olarak da çok kötü bir durumdaydım. Sonuç olarak Swans yeniden ortaya çıktı ve bundan çok mutluyum.

E: Biz de tabii ki.

MG: Swans’dan bahsediyorsak da onun farklı bir mali modele tabi olduğunu söylemeliyim çünkü burada başka bir müzisyene para harcamak zorunda değilim. Bütün gelir firmaya geliyor ve gruba dağıtılıyor. Her şey kurum içinde hallediliyor. Bir de uyguladığımız kitle kaynak (crowd-sourcing) yöntemi var tabii ki. Bu yönteme Angels of Light projesiyle ilk defa 2001 yılında başvurdum çünkü prodüksiyonu iyi, birinci sınıf albümler kaydetmek istiyordum. Ama daha bu albümleri satın alacak bir dinleyici kitlesi ortada yoktu. Bu yüzden müziğime önem veren kişilere ulaştım ve bu çok yardımcı oldu. Çünkü zamanla bu insanların sayısı oldukça arttı. Bu sayede müzik yapabiliyor ve turlayabiliyorum.

E: Aslında bu söyledikleriniz beni bu kişisel soruma yönlendirdi: Ben Angels of Light’tan çok keyif almıştım. Bu projede bir tıkanma yaşadığınızı önceden söylemiş olmanıza rağmen, ileride bu projeye dair yeni bir kayıt olma ihtimali hiç mi yok?

MG: Bu projeyi bir daha hayata geçireceğimi sanmıyorum. Hep tek kişi olduğum için orada yaptıklarım hayatım boyunca yapacaklarımı etkileyecek, Swans’ın diğer bütün projelerimde etkisi olduğu gibi. Sanatsal açıdan olmasa da o projeye dair birçok şey birer başarısızlıktı.

E: Ama Angels of Light beş ya da altı albüm yayımladı. Bu bir başarısızlık mı gerçekten?

MG: Geniş bir kitleye ulaşmadı. Başkalarının yorumlarına ihtiyaç duyan, egosu yüksek bir adam değilim ama paslanmaz kalem - young godilerleyebilmek için finansal açıdan bir seyirciye ihtiyaç var. Ayrıca o şekilde çalışırken gerçekten de tıkanmıştım. Bu açıdan, Swans yaratıcılık kapılarımı yeniden açtı. Ama ileride bu iki tip çalışma şeklini birleştireceğim.

E: Benim sorum aslında şöyle de ifade edilebilir: Sizin şan yeteneğinizi yeniden duyamayacak mıyız?

MG: Kesinlikle. Şarkı sözlerine ve şana daha fazla odaklanmak istiyorum. Ama bu benim kendime ait küçük cehennemim: Bunları yapabilmem için, geriye gitmeden, yepyeni arka planlar yaratmam lazım.

E: Bir sonraki sorum looplar ve samplelarla ilgili. Body Lovers/Body Haters projesinde bunlarla oldukça haşır neşir olmuştunuz. Bugün sampling (alıntılama) ve telif hakları konularında ne düşünüyorsunuz? Ticari uygulamalar sayesinde herkesin video/ses sanatçısı olabildiği günümüzde, “telif hakkı” konusu hâlâ geçerli olacak mı?

MG: Aslında sample kullanımına ilk defa Swans’ın “Love of Life” albümüyle başladık. Ve bunlar Jarboe ile benim müziğe iliştirdiğimiz teyplerdendi. Albümdeki Jarboe’ya yönelik aşk şarkısı “Her”de babasının Jarboe –sanırım– on üç yaşındayken kaydettiği sesi vardı. Bu konuşmaları/anlatıları müziğe iliştirmek uzun süredir yapmak istediğim bir şeydi. Ama daha sonra ilgimi başka alanlara yönelttim. Aslına bakarsan, babamın kendi hayatı hakkında konuştuğu 20 saatlik kayıtlarım bile var. Bir noktada onlara da müzik iliştirmeyi düşünsem de bunun gerçekleşeceğinden emin değilim artık. Sample konusuna gelince, teyp looplarını Swans’ın başından beri kullanıyorduk. Başka insanların müziğini alıntılamak ise benim pek ilgimi çeken bir şey değil. Bu soruyla nereye varmak istediğini pek anlamadım.

E: Sorumu aslında daha çok telif haklarına yönelik olarak sordum.

MG: Eğer ben özgün bir şey yaratmışsam ve benim bu yaratım bütün hayat deneyimime ve emeğime dayanıyorsa… Ve birisi bunu alıp kendisine ait olduğunu söylüyor ve benim ismimden hiç bahsetmiyorsa, bu benim kabul edebileceğim bir şey değil. (Gülerek) Kanye West Swans’dan alıntı yapsa, bu çok hoşuma giderdi çünkü bu, hayatımı topyekûn değiştirirdi. Ama bunun maddi karşılığını almayı beklerim tabii ki.

E: Firmanız Young God çok yakın zamanda solo albümünüz “Drainland” ve Swans’ın “The Great Annihilator” albümlerinin yeniden master edilmiş hallerini yayımladı. Bu nasıl gerçekleşti? Birbirleriyle bağlantılı bu iki albümün tercih edilmesinin nedeni neydi? Ve bu iki işin yeniden master edilmesinde neler yapıldı?

MG: Swans katalogunu yeniden elden geçiriyoruz. Her birinin plak ve CD’sinin mutlaka piyasada olması için uğraşıyoruz. Paketlerinin de şatafatlı ve güzel olması için elimizden geleni yapıyoruz. Katalogda sıra bu albümlere gelmişti, yani özel bir nedeni yok. Bu iki albüm birbirleriyle bağlantılı çünkü stüdyoda arka arkaya kaydedilmişlerdi. Hatta farklı düzenlemelerle benzer şarkılar da barındırıyorlar.

E: Peki yeniden master edilme işleminde neler yapıldı? Siz bu işe bizzat dâhil oluyor musunuz?

MG: Tabii ki izliyorum. İki albümde de çalışan yakın arkadaşım Bill Rieflin bu işi CD’lerden falan yapmaktansa orijinal miskleri ele geçirdi. Bu benim için büyük bir olaydı çünkü bu kayıtlar en az yirmi yıl öncesine ait. Dolayısıyla orijinal kaynaklardan master edebildik. Şu anki halleri benim kulağıma çok daha iyi geliyor. İki albümün orijinal masterlarından hiçbir zaman memnun olmadım.

E: Neden? Fazla mı ham kalmışlardı?

MG: Çok cılızlardı. Başkasının olduğu kadar benim de sorumluluğum var bunda ama. Zaman, para ve başka nedenlerden dolayı öyle ortaya çıkmışlardı. Ama şu anda memnunum. Tabii bu onları dinlediğim anlamına gelmiyor. Çok eskiler, o yüzden onlarla fazla da bağ kuramıyorum. Bu konuda usta olan Doug Henderson ses mühendisliğini yaptı.

E: Swans’ın yeniden faal hale gelmesinden beri dinleyici kitlenizde neler gözlemlediniz? Yeni kuşak Swans dinleyicileri sizce Swans’ın soundunda  ne buldu? Evet, Swans’ın müziği grubun kuruluşundan beri büyük bir evrim geçirdi ama bazı temel özellikleri hep sabit kaldı –mesela müziğin bedensel etkisi, sözlerdeki ciddi temalar ve “güç” mevzusuna yapılan sık vurgular. Sizce bunlar 2010’lu yıllarda müzik dinleyicilerinde hâlâ karşılığını bulabiliyor mu?

MG: Öyle gözüküyor. Beni mutlu eden şey, birçok şehirdeki konserlerimizde seyircinin genç olduğunu görmem. Tabii ki ergenlerden bahsetmiyorum ama 16-35 yaş aralığı oldukça kalabalık. Bu harika bir şey. Ve ayrıca tabii ki kafa sallamaya gelmiş erkekler yerine kadınları da görmek çok güzel. Kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyor. Sadece koca göbekli yetişkin adamlara şarkı söylüyor olsaydım kendimi rezil hissederdim. Yani anlayacağın, genç insanlara ulaşmak ve müzikte hakiki bir şeyler bulmalarını görmek büyük bir keyif. Neden bu müziğe yöneldiklerinden emin değilim… Belki müziğin tavizsiz oluşu veya hiçbir şeye benzememesi… Ve şarkıların kısalığı olduğunu da söyleyemeyiz çünkü bazı şarkılar 35 dakika. Sanırım müziğin medya yönlendirilmesiyle ortaya çıkmamış, topyekûn bir deneyim olmasının etkisi büyük.

E: Ama bunun eski röportajlarınızda da bahsettiğiniz “iki ucu keskin bıçak”la alakalı olduğunu kesinlikle söyleyebilirim –yani İnternet’le. Ben 34 yaşında bir İstanbulluyum ve doğma-büyüme buraya aidim. İnternet olmasaydı, 2000’lerin başında Swans’ın müziğinden haberdar olmam o kadar da muhtemel değildi. Evet, pek tabii ki yasadışı dosya paylaşımı müzik gelirlerini düşürdü ama sanatçıları da daha büyük kitlelere ulaştırdı.

MG: Tabii ki. Ben sadece insanların dürüst olmalarını ve hırsızlık yapmamalarını diliyorum.

E: Ben Swans’ın müziğinin Doğu ile Batı’nın gerçek bir işitsel kombinasyonu olduğuna inandım hep –sözsel olarak da. Swans Batı tipi müzik topluluğu dizilimiyle Doğu’nun ses estetiğini (dronelar, tekrarlar vs.) birleştirdi her zaman. Her bir grup üyesi tekil, yüce bir sesin parçası görevini üstlendi. Sıkça dile getirilen bu gözleme katılıyor musunuz? Aslında işitsel bağlamda Doğu ve Batı diye bir ayrım olduğuna inanıyor musunuz en başta?

MG: Biliyorsun ki ben hiç müzik eğitimi almadım, bu yüzden sadece sezgilerimle beste yapıyorum. Ve her zaman tek bir sesten ortaya çıkan müziğe yönelik çekim hissettim. Stooges’ın “We Will Fall”una ya da “I Wanna Be Your Dog”una bak hatta mesela. Her ikisi de tek bir akor ve modülasyonlarından ortaya çıkıyor. (Gülerek) Kendim de arada bir yapsam da akor değiştirmenin hile yapmak olduğunu düşünüyorum. Beatles’ın “Tomorrow Never Knows”u da tek bir dronedan çıkmadır mesela. “Drone” ve “tekrar” terimleri biraz aldatıcı olabiliyor. Çünkü müzik 35 dakika boyunca asla aynı kalmıyor, aynı sesin içinde evriliyor ve büyüyor.

E: Peki Swans’ın Doğu ile Batı’nın ideal bir birleşimi olduğuna dair gözlemime katılıyor musunuz?

MG: Sana şunu söyleyebilirim: Zihnimin içinde sürekli girdabına kapıldığım parçalar Tibet ritüel müzikleridir.

E: Bunu bildiğim için sordum.

MG: Anlıyorum. Kaldı ki bu aslında bir müzik bile değil çünkü amaçları bu değil. Belirli bir sonuca varmak için kullandıkları bir araç daha çok. Bir performans bile değil, daha çok katılımcıların kendilerinin bile yok olduğu bir faaliyet. Bu fikri çok beğeniyorum.

swans - paslanmaz kalem

E: Swans’ın 2013’teki İstanbul konserinde grubunuzun canlı soundunun coşkun, güçlü etkisini bizzat deneyimledim ve bütün vücudumun bir kulağa ya da bir tür işitme organına dönüştüğünü teyit edebilirim. Herkesin sıklıkla bahsettiği, Swans konserlerindeki izleyicilerin yaşadığı beden dışı deneyim bire bir olarak buydu. Siz de icracılar olarak sahnede benzer şeyler yaşıyor musunuz?

MG: En iyi anlarda, evet. Ve hedefimiz de bu. Gümbürtü ya da vuruculuğundan çok, havada asılı kalan armonikler ve doğuşkanlar (overtones) yıldızlara uzanan bir merdiven görevi görüyor. Ve bunları yaratıp içine bizzat düşmek her zaman olmuyor.

E: Gerçekten mi?

MG: Bu daha çok salonun akustiklerine, kendi ruh halimize ya da seyirciyle ne kadar bağ kurabildiğimize, yani bazen elimizde olmayan şeylere bağlı. Ama hedefimiz bu. Fazla dinî, kâhin-vari ya da şamanik klişelere düşmek istemiyorum ama bu tarz bir ses deneyiminin en iyi rock eserlerinde olduğunu düşünüyorum. Biz de –konvansiyonel anlamda olmasa da– rock yapıyoruz ama bu bahsettiğim janrın dâhilinde tabii ki.

E: Konser vermeye geldiğiniz Zorlu PSM’nin harika akustikleri olduğunu size kişisel olarak teyit edebilirim. Hayatımdaki en iyi işitsel deneyimleri o konser salonunda yaşadım.

MG: Heyecanla bekliyorum. Ayrıca böyle bir zamanda Swans’ı İstanbul’a getirmek için alınan riskleri de takdir ediyorum.

E: Sanırım bu durum karşılıklı. Dışarıdan bakarken siz de risk alıyormuşsunuz gibi hissedebilirsiniz ama İstanbul’un bu aralar düzgün olduğunu söyleyebilirim.

MG: Her halûkarda oraya gelmekten memnunuz. Daha önceden fark ettin mi bilmiyorum ama ben 1969’da İstanbul’da bir kaçak olarak bulundum.

E: Bunu bilmiyordum. Kimden kaçıyordunuz?

MG: (Gülerek) Babamdan. Kendisi Avrupa’da bir iş adamıydı ve ben onla yaşıyordum. Aslında Kaliforniya’daydım ama çocukken suça karışmam yüzünden oradan kovuldum ve onun yanına geldim. Daha sonra isyan edip yanından kaçtım. Bulunduğumuz Almanya’dan otostop yaparak Yugoslavya’ya, oradan Yunanistan’a ve en sonunda da Türkiye’ye vardım. İstanbul’da birkaç hafta kaldım. Ardından da uçakla İsrail’e gittim ve orada da bir sene kaçak olarak kaldım.

E: İsrail’de yaşamanız hakkında duymuştum ama İstanbul’a dair bilgim yoktu. Güzel bir deneyim miydi?

MG: (Gülerek) LSD kullanıyordum, o yüzden pek emin değilim.

E: Son sorularım müzik dışı konularla alakalı. Eğer varsa, gelişen teknolojiyle birlikte ortaya çıkan transhümanizme yönelik fikirlerinizi duyabilir miyim? “Beden” her zaman Swans’ın temalarından biri oldu, bu yüzden merak içindeyim. Bilim sayesinde insan bedenini ve zihnini aşarken, sizce mistisizm, din vs. gibi olguların tutumu nasıl olacak? Bunlarla alakalı olarak, insanlığın yeni “Tanrı”sı teknolojiyi de içerecek mi?

MG: Bu konu hakkında yorum yapacak vasıflara sahip değilim ama şunu söyleyebilirim: İçgüdülerim teknolojinin hayatlarımıza yönelik baskısına isyan ediyor. Buna bilgisayarlar, telefonlar ve İnternet de dâhil. Bunların olumlu yönlerinin farkında olmakla birlikte onları birçok açıdan tehlikeli ve kötücül de buluyorum. İnternet’e dair benzetmem kendi kendini yiyen bir zihin. Ve onu dikkat dağıtıcı bir olgu addediyorum. Ürettiği gerçekler kadar yalanlar da üretiyor –Amerika’daki siyasal atmosfere bak mesela. Savunduğum şey –aslında neyi savunduğumun da pek önemi yok ya– gazete ve kitaplara dönmemiz değil. Ama kâbus-vari bir şey ortaya çıkıyor. Cep telefonlarının olmadığı zamanı hatırlayacak kadar yaşlıyım. Şu anda insanların cep telefonlarına yapışık şekilde, nerede olduklarından bile bihaber yaşadıkları bu döneme kadarki antropolojik/evrimsel gelişimi izledim. Bu biraz ürkütücü. Ve belki de ben ürkerek biraz naif bir tutum sergiliyorum.

E: 2010’lu yıllarda politik güç ve din konuları hakkındaki fikirleriniz neler? Sizce bilim, teknoloji ve İnternet’in bu olgular üzerindeki etkisi nasıl olacak?

MG: Bu bayağı geniş bir konu. İnternet’in aptallaştırıcı etkisi olmasaydı şu anki başkanımızın seçilmesi mümkün değildi. Özünde, onun (veya onu idare edenlerin) uygulamalarının Nazi Almanya’sındakilerle aynı olduğunu görüyoruz: Mesela, yeteri kadar tekrar ederseniz bir yalan gerçek olmaya başlar. Bu arada tabii ki onu Hitler’le karşılaştırmıyorum çünkü zaten asla Hitler kadar zeki değil. Durum çok kötü. Gerisi hakkında da pek bir şey söyleyemeyeceğim.

E: Son olarak, biz dinleyicilerinizle bir okuma/izleme/dinleme listesi paylaşmak ister miydiniz? Tabii ki bunlar sadece son zamanlarda dikkatinizi çeken işler de olabilir.

MG: Şu anda, hayatım boyunca tekrar tekrar okuyacağım, oldukça kalın bir kitap okuyorum: “Jorge Luis Borges’in Tüm Eserleri”. Onu bir “metafizikçi” addediyorum. İnsan varoluşunun esaslı, gizem dolu sorularıyla ilgilenen bir yazar. Her bir öyküsü birer soru işareti ve hiçbirinde açık bir cevap yok. Okuması zor öyküler… En azından tam olarak neler olduğunu anlamam için benim birkaç kez okumam gerekiyor. Ama bir kez anladığınızda da oldukça merak uyandırıcı oluyorlar. Yakın bir zamanda kitaplarını yeniden elime aldığım ve birçok kişinin de yanlış anladığı diğer yazar da Jack London. “Love of Life” ve diğer öyküleri… Bir açıdan kozmik bir havası var bu metinlerin. Bir de yazarı anonim olan “Cloud of Unknowing” var. 14.yüzyılda bir keşiş tarafından kaleme alınmış, tefekkür içerikli dua etmeye yönelik bir eğitim kitabı.

E: Son albümdeki şarkının ismi de buradan geliyor sanırım.

MG: Doğru. Bu aralar yazmaya döndüğüm için çok şey okuyorum.

E: Basılı kitabı olan bir yazarsınız ayrıca. Sanırım Henry Rollins’in yayınevinden çıkan bir kitabınız bulunuyor. Ama üzerinden uzun süre geçti.

MG: Evet, zor da olsa yazmaya dönmek istiyorum. Müziğe dair vereceğim tavsiyelere gelince de… Alice Coltrane.

E: Hangi albüm özellikle?

MG: Telaffuz etmesi imkânsız olan “Journey in Satchidananda”, “Ptah, the El Daoud” ve “Universal Consciousness” albümlerini tavsiye ediyorum. Ayrıca herkesin Meredith Monk’u keşfetmesini dilerim.

E: Bende Monk’un 81 seneli “Dolmen Music”i var. Sanırım en popüler albümü de o.

MG: O çok iyi. Bir de ilk döneminden “Key” albümünü edin mutlaka. Güncel gruplardan The Necks’i tavsiye ederim. “Sex” ve son albümleri “UNFOLD” özellikle. “UNFOLD” muhteşem bir çalışma. The Necks klasik caz enstrümanları kullanarak doğaçlama yapan ve en muhteşem işitsel atmosferleri yaratan bir grup. Popol Vuh ve Roscoe Holcomb da her zaman dönerek dinlediğim diğer müzisyenler. İzleme tavsiyesi olarak da hiçbir dizi söyleyemeyeceğim. Eğlenceli olsalar da bir dizinin bütün bölümlerini izledikten sonra kendini bir galon şurup içmiş gibi hissediyorsun. Ben sadece Akira Kurosawa’yı tavsiye edeceğim.

E: Çok teşekkür ederim, Bay Gira. Umarım sorulardan keyif almışsınızdır.

MG: Kesinlikle. Ben teşekkür ederim. Salı günü Zorlu PSM’de görüşmek üzere.

Paylaş:

NELER OLUYOR?

PASLANMAZ KALEM
12 YAŞINDA!

Mart 2024'de 12 yaşına bastık! Yeni yaşımızda daha çok içerik üretmek için durmadan çalışıyoruz. Güncel içeriklerimizden anında haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve Youtube kanalımıza abone olabilirsiniz. Dilerseniz bizi Patreon'dan da destekleyebilirsiniz.